Aslen
gazeteci olan Sema Aslan'ın ilk romanı Kozalak,
hepimizin bildiği, çoğunlukla görmezden geldiği, unutmaya
çalıştığı yaşamlar üzerine... Her şeyin son derece iki yüzlü
bir şekilde yaşandığı ülkemizde lgbtt bireylerin kim oldukları
üzerine uzun uzadıya düşünmüş kaç kişi vardır ki? Yok
saymak, arada gazete haberlerinde katledildiklerini görüp sayfayı
çevirmek, bazen de yolda falan karşılaşınca gözlerini kaçırmak
daha kolaydır çünkü. Yok saymak, hem bireysel hem toplumsal hem
de hukuksal olarak daha kolaydır. Yeni anayasa için görüş
bildiren herkesi tek tek duyurarak teşekkür ederken lgbtt derneğini
ve önerilerini yok saymak bir hükümet için daha kolaydır. Çözüm
üretmek yerine "eşcinsellik hastalıktır" demek bir aile
bakanı için daha kolaydır. Kısacası Kozalak
kolay
olanı değil zoru anlatmayı seçmiş bir roman.
Roman, Bedir'in Dolunay'a dönüşmesini anlatıyor denebilir. Bu
dönüşümün zorluğunu hissettirmesinin yanında, eşcinsel bir
çocuğun annesi ve babası olmak ne demektir, toplumsal baskılar
bireyi ne derece zorlar, devletin eli ne kadar üzerimizdedir, gibi
yanıtlanması oldukça güç sorular da sormakta.
Kozalak
üç bölümden oluşuyor. Birinci bölüm Bedir'in annesinin
ağzından anlatılmakta. Roman boyunca adını öğrenemeyeceğimiz
bu annenin çocukluğunu, genç kızlığını, evlenmesini oldukça
detaylı bir biçimde öğrenmemize rağmen, nedense roman bittiğinde
dahi okurun aklında soru işaretleri bırakacak denli muğlak bir
kişi. Adını bilemediğimiz gibi birçok davranışı da neden
gösterdiğini tam olarak anlayamıyoruz. Tam bilinçlendi, herkesle
savaştı, çocuğunu kazandı derken, bir anda diğer bölümde L.
karakterinin ağzından bambaşka biriymiş gibi davrandığını
okuyoruz. Bu nedenle yazarın bilinçli bir tercihi mi bilmiyorum ama
tam oturmamış, karakter derinliği kazanamamış bir kişi "anne".
Romanın döngüsel bir kurgusu var. Annenin ilk birkaç sayfada
okuduğumuz ruh hâlini ancak romanın sonundan sonra kavrayabiliyor
ve olayları yerli yerine oturtabiliyoruz. Özellikle kurgunun bu
biçimde olması, ikinci bölümün bir gazetecinin kaleminden
röportaj türünde yazılması ve adım adım yaklaşan çarpıcı
final, romanın sinematografik bir anlatımı olduğunu kanıtlar
nitelikte.
İkinci bölüm, ilk ve son bölüme göre daha başarılı ki ben
bunda Sema Aslan'ın gazeteciliğinin etkili olduğunu düşünüyorum.
L.'nin anlattıkları yer yer bilinçakışı tekniğine yaklaşıyor.
Adı verilmeyen ve Dolunay'a da sahip çıkan bir dernekte çalışan
L. artık yaşlandığını, bu işlerin ondan geçtiğini söyleyip
kendi hayat hikâyesini aktarırken, bir yandan da Bedir'in Dolunay'a
dönüşmesini tüm detaylarıyla anlatır. Aslında tüm o hayatlar
Orhan Kemal romanları ya da Yeşilçam filmleri gibidir... Kötüler,
iyiler, kötü yola düşen masum genç kızlar ya da erkekler (tabii
bu erkekleri ne o dönem romanlarında ne de filmlerinde görürüz)...
Oysa gerçek olan bir şey varsa o da birçok hayatın romanın ya da
filmin ta kendisi olmasıdır.
L.'nin bazen sıkılıp çabuk geçtiği, bazen kendinden geçip uzun
uzadıya anlattığı hikâyelerde romanın kurgusu açısından tek
bir pürüz olduğunu söyleyebilirim. L. birçok olayı kendi
görmüş, yaşamış gibi anlatıyor, oysa kendisi sadece Dolunay'ın
aktardığı kişi, bu bazen kafa karıştırıcı bir anlatıma yol
açabiliyor. "Annesi, amcası ve Mıstık, renkleri donuk,
çerçevesi hep bir taraflarında sonsuz bir boşluk bırakılmışken
diğeri poz veren insanın omzuyla hizalı fotoğrafların zamanından
kalma, sararmış, bir albüme bile giremeyip ortasından kırılmış
bir hatıra gibiler." Mıstık'ı hiç tanımayan L.'nin diğer
söylediklerinden apayrı duran bu şiirsel cümleler, yazarın
anlatıcıya kendi söylemek istediklerini yüklediğinin göstergesi.
Son bölüm anneanne ve dede tarafından aktarılmakta; birtakım
mistik güçlere sahip, güçlü ama kocasına "memur"
olmuş Çiçek'le, devletin namus bekçisi hâline getirdiği polis
memuru Paşa tarafından. Kendi oğullarının eşcinselliğini görüp
onu öldü saymışken, kızlarından olma torunlarının da aynı
yolu seçtiğini görünce -kız halaya oğlan dayıya çekermiş,
sözünü bolca anımsayarak- gereken tüm savaşı, önce
sevecenlik, sonra yasaklarla vermiş ama yine de başarılı olamamış
Çiçek ve Paşa.
Paşa, tüm olumsuzluklarına karşın bence romanın en canlı
kişisi. Sema Aslan özellikle Paşa'nın bıyıklarında ve onun
etrafındakilere aktardığı ansiklopedik bilgilerde çok başarılı
bir dil kullanmış. Bu nedenle Paşa, devletin lgbtt bireylerin
üzerindeki korkunç eli, oğlunu silmiş bir baba, torununu
sindirmeye çalışmış bir dede olsa da romanın en yoğun
karakteri olagelmiş.
"Ben
nasıl bırakabilirim çocuğumu öyle bir başına, bilmediğimiz
yerlerde? Ölse. Birileri elimden zorla alsa. Evden kaçsa. Hepsi
kötü belki ama, bu hepsinden kötü. Ölmemiş, kaybedilmemiş,
kaçmamış. Bırakılmış. anası babası bırakmış onu. Çıplak,
bir başına. Hepsi nasıl doğduysa, bütün bu çoluk çocuk nasıl
doğduysa, benimki de öyle doğdu: Bir anadan ve çıplak. Onlar
yaşarken, benimki ne diye yaşamıyor? Bir
benim çocuğum mu sığmadı bu dünyaya?"
Yukarıdaki
alıntı romanın en etkileyici bölümlerinden biri, Sema Aslan
kadın karakterlerin can acıtıcı noktalarını anlatmakta oldukça
başarılı. Kadın dili demekten çok da hoşlanmadığım ama
kadınların birbirine aktardığı günlük deyişlerden,
argolardan, ögüt veren ilginç atasözlerinden oldukça başarılı
bir şekilde yararlanıyor. Romanda yer alan bazı şiirler, şarkılar
ve uzun, şiirsel sözlerde de -Bedir'in çocuk yaşında neden
kozalak olmak istediğini anlatması gibi- yazar ve anlatıcı
kimliklerinde bir karmaşa yaşanmışa benziyor. Yine de tüm bu
detaylar, bir ilk roman olan Kozalak'ın
zor olanı anlatmayı seçmesinin yanında önemsiz kalıyor.
Banu Yıldıran Genç
Sema
Aslan, Kozalak,
İletişim Yayınları, 104 s.
* Bu yazı Notos'un 34. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder