Son
dönemlerde özellikle yurtdışında iyi bilinen, ödüller alan ve
Türkçeye çevrilmemiş genç yazarların kitaplarını yayımlayan
Siren Yayınları, Etgar Keret'in Tanrı Olmak
İsteyen Otobüs Şoförü adlı
öykü kitabını yayımladı.
Kitap çok hacimli olmamasına karşın yirmi iki öyküden oluşuyor
ki bunlardan sonuncusu sinopsis biçiminde yazılmış bir novella
bile sayılabilir. Öteki öyküler bir iki sayfa uzunluğunda. Bu
kısacık öykülerin İsrail'de yaşayan insanlara, özellikle de
büyüyen çocuklara dair anlattıkları ise oldukça yoğun. Aslında
“bir öykünün romandan daha iyi anlatacağı ne vardır”
sorusuna verilmiş birer yanıt bile sayılabilir öyküler. Okura
küçücük ayrıntılarla şiddetin, bazen vicdanın ve çoğunlukla
geçmişin, ülkesinde ne denli önemli olduğunu gösteriyor yazar.
Etgar Keret iyi bir yazar olmanın yanı
sıra, başarılı bir gözlemci ve mizahçı, neredeyse bütün
öykülerde kendini gösteren ironi duygusu, bazen trajediye
yaklaşacak bir konuya sahip öyküyü bile buruk bir gülümsemeyle
okutuyor.
Son dönemlerde öykünün, merkezinden
“olay”ı çıkarıp zorlama bir biçimde “edebî” olmaya
çalışan, hezeyanlarla dolu gidişatına “dur” diyenlerden biri
önceki yaz yayımlanan Erken Kaybedenler'di.
Nedense Keret'ın öykülerini okurken bu kitap aklıma geldi. Her
ikisinde de oldukça arıza erkek çocuklar var, ikisine de bol
sinkaflı bir sokak dili hâkim, her ikisinde de yaşanan topluma
dair komik ama acıklı detaylar var. Emrah Serbes'in öyküleri daha
olay merkezliyken ve genellikle bir çözüme ulaşırken,
Keret'ınkiler daha kısa, daha yoğun kesitler halinde. Yine her
ikisinin ortak yönlerinden biri gündelik yaşama sinmiş şiddet.
Etgar Keret'in öykülerinde artık olağanlaşmış bir şiddet var.
Anlatıla anlatıla etkisini kaybetmiş soykırım anıları, askerde
ölen ya da intihar eden arkadaşlar, sıradanlaşmış sokak
kavgaları, Filistinlilerle gündelik çatışmalar... Hepsi tekrar
tekrar yaşanıp etkisizleşmiş birer eleman, sanki hep böyleymiş
ve hep böyle olacakmışçasına bunları vurdumduymazlıkla
kabullenen karakterler... Şiddetin tam ortasında yaşayan ve bunun
ayrımına bile varmayan bir toplum...
Ayakkabılar
öyküsünden bahsetmek istiyorum öncelikle. Öykünün anlatıcısı
olan okul çocuğu, Soykırımı Anma Günü'nde öğretmenleri
tarafından Volhynia Yahudi Müzesi'ne götürülüyor. Sınıfça
duvarlardaki kasvet verici fotoğraflara bakıp, küçük çocukların
kamyonetlere doldurularak götürüldüğü ölüm kamplarının
kayıtlarını izliyorlar, sonra sahneye çıkan soykırımdan
kurtulmuş bir Yahudi'nin elleriyle boğduğu bir Alman'dan
bahsetmesini, yapılanları unutmamaları gerektiğini, içlerindeki
tüpler, parçalar Yahudilerin derisinden yapıldığı için Alman
televizyonu kullanmamalarına dair öğütleri dinliyorlar. Normal
yaşamına dönmeye çalışan kahraman ise öykünün devamında
birkaç gün sonra Avrupa tatilinden dönen ailesinin aldığı
Adidas ayakkabılarını giydiğinde soykırımda ölen dedesini
giydiğini sanıyor.
Siren
adlı öyküde ise yine Soykırımı Anma Günü'nde konferans
salonunda bir ölüm kampı canlandırılıyor, şiirler, metinler
okunuyor, anılar anlatılıyor, sonrasında anlatıcının
hırsızlıklarını ispiyonladığı birkaç arkadaşının
dayağından Şehitleri Anma Günü'nün sirenleri sayesinde
kaçabildiğini öğreniyoruz. Nasıl kaçabiliyor, çalan sirenlerle
herkesin esas duruşa geçmesi sayesinde!
Özellikle bu iki öyküde anlatılanlar acaba hangi ülkeye çok
benziyor? Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ilköğretim
öğrencilerine zorla izlettirilen Sarı Gelin Belgeseli'ni duydunuz
mu örneğin? Ya da her yıl Milli Güvenlik dersi öğretmenleri
tarafından mutlaka götürülen askerî müzeleri ve hatta kışlaları
biliyor musunuz? Her pazartesi sabah ve her cuma akşam artık
öğrenciler ve öğretmenler için eziyete dönen bayrak törenlerini
anımsıyor musunuz? Yoksa siz de mi beden eğitimi dersinde spor
eğitiminden çok askerî eğitim almıştınız? Her 10 Kasım'da
saat dokuzu beş geçe çalan sirenler ve köprülerde, otobanlarda,
yollarda arabalarından inip esas duruşa geçen insanların
görüntüsü tanıdık mı?
Özellikle bu kitaptan sonra umuyorum ki Türkiyeli bir yazar da bu
trajikomik anları, içerdiği mizahı gözardı etmeden anlatır, bu
garip ritüeller birtakım öykülerin, romanların arkasına fon
olur.
Etgar Keret sadece öğrencileri anlatmıyor elbette, topluma
yayılmış şiddet, oğlundan memnun olmayan sert babalar, zorunlu
askerlik hizmetinde Filistinlilerle yaşanan güç gösterileri de
öykülerden bazılarının konuları.
Hayatta
“iyi” diyebileceği yegâne insanı öldürmesi gerektiğini
öğrenen bir kiralık katilin vicdan azabı, okuru da rahatsız
ediyor İyi Niyet
adlı
öyküde. Yetimhanede yaşadıklarını ve kurtarıcısını
anımsayan kiralık katilin vicdan muhasebesi okurun istediği gibi
sonuçlansa da işi verenin sürpriz kimliği okura yine bir Keret
öyküsü okuduğunu anımsatıyor.
Son
öykü Kneller'in
Mutluluk Kampı'nın
sinopsis gibi yazıldığını belirtmiştim. Birkaç yıl önce
izlediğim “The Wristcutters
(Bilekkesenler)” filminin senaryosunu oluşturmuş bu uzun
öykü, oldukça yetkin bir kara mizah metni. İntihar edenlerin
gittiği, belki araf sayılabilecek bir ülkede geçen öykü,
neredeyse rengi ve kokusu var denecek kadar canlı yazılmış. Ana
karakter Mordy'nin umutsuzluğu, alışamaması, bu ülkede
karşılaştığı insanlar, hepsinin iliklerine işlemiş mutsuzluk,
boşluk duygusu, tatsız yiyecekler, tatminsiz sevişmeler, sahte
peygamberler... Bulduğu ve kurduğu bu dünyayı kısa bölümlerle,
kısa cümlelerle anlatmış Keret. Anlatılanların derinliği ise
öykünün karakterlerinden Lihi gibi okuru da hüzne boğmaya
yetiyor. Bu arada -şaşırtıcı ama- filmin de uyarlandığı öykü
kadar etkileyici olduğunu eklemeliyim.
Bir buluş, ironi, kısa ve yoğun
anlatım ustası Etgar Keret'le tanışma faslına daha önce Samir
El-Youssef'le beraber yayımladığı Gazze Blues'la
devam etmeyi düşünüyorum. Bu arada Avi Pardo'ya yetkin çevirisi,
Siren Yayınları'na da içerikte ve tasarımda gösterdiği özen
için teşekkür etmek gerekiyor.
Banu Yıldıran Genç
Etgar Keret, Tanrı Olmak İsteyen
Otobüs Şoförü, Siren
Yayıncılık, 147 s.
* Bu yazı Notos'un 26. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder