23 Mart 2020 Pazartesi

Bir Küçük Delilik


Hayatla baş etme yöntemi olarak küçük delilik anları
Arzu Uçar ilk kitabı Dış Kapının Mandalı’yla 2015 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazanmış. İkinci öykü kitabı Bir Küçük Delilik ise geçtiğimiz aylarda İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabını oyunlar oynamasını söyleyen Mehmet Erte’ye ithaf etmiş ki gerçekten de oyunlar ve adının çağrıştırdığı gibi küçük küçük delirmeler tüm öykülerde görülen ortak motiflerden.
Modern hayatın getirdiği zorluklara, beyaz yakalı ya da üst orta sınıfın yaşadığı anlamsız çelişkilere odaklanan, aileyi didikleyen öyküler özellikle dikkat çekici. Sanırım bir yazarın yazmaya en iyi bildiği şeyden başlaması başarının anahtarlarından biri. Arzu Uçar birkaç öyküde taşraya değinse de asıl olarak şehir hayatında yaşananların gözden kaçan yönlerini ortaya çıkarması, ilişkilerin alt metnini kendine has yorumlamasıyla öne çıkıyor.
İlk öykü kitapla aynı adı taşıyor. Evde oturan, sıkılan, sıkıldıkça belli ki obsesif kompulsüf özellikler geliştiren, adını bilmediğimiz bir kadın, anlatıcı olarak seçilmiş. Daha en baştan “Bugün gelecek, dedi kadın. İçinden. O sırada tel süzgeci duruluyordu akan suda. İki tarafını da iki kere.” cümlesiyle hem takıntı meselesine değiniliyor hem de öykünün mesafeli bir anlatımı tercih edeceği imleniyor. Öykü boyunca içinden/dışından vurgusu yapılıyor çünkü kadın karakterin kafası o kadar karışık ki bazen içinden söylemesi gereken şeyi dışından da söyleyiveriyor. İçinden/dışından diye okurla beraber kendisine de hatırlatması gerekiyor. Kafası niye karışık kadının, bilmiyoruz, sadece tahminlerimiz var. Beklediği, merak ettiği kişinin eve gelen adam olmadığı birkaç cümlede okura sezdiriliyor. Sıkça vurgulandığı üzere evde temizlik yapmaktan oturup kitap okumaya vakit bulamayan, tüm işleri sıraya koymuş, o sıra bozuldu mu dengesi şaşan bir kadın. İçinde bulunduğu kısır döngüden ve onu eve hapseden -kendi yarattığı- sorumluluklardan delirmek üzere. Bazı küçük delirme anlarında kendini lodosta bir türlü toplayamadığı çarşafla gökyüzünde uçarken görüyor mesela, sahile gidiyor. Sonra tabii gerçeklik baskın çıkıyor, yeryüzüne geri dönüyor. Hepimizin bir biçimde tanıdık olduğu bu hayatı anlatırken Arzu Uçar’ın başarısı bence pek çok yazarın yaptığının tersine bize hiçbir şeyi açıklamayışında yatıyor. Kimin beklendiğini, hatta bu bekleyişin gerçek olup olmadığını, kadının niye çalışmadığını bilmiyoruz. 
Şehrin ve son on küsur yıldır hayatımızın bir başka unsuru çocuklu yaşam baskısının bambaşka bir biçimde ele alındığı dikkati çeken diğer bir öykü Ophelia’nın Beklenen Doğumu. “Parkta oynuyor Ophelia.” cümlesiyle başlayan öykü, ilk paragrafın sonunda “Bu kız Ophelia olabilir işte. Tam olması gerektiği gibi narin ve sağlıklı bedeni, etrafına sevgiyle bakan parlak gözleri ve aşırıya kaçmayan hareketliliği. Tam Nina’nın hayal ettiği gibi.” cümleleriyle biterken yazar bilerek ve isteyerek kafamızı karıştırıyor. Daha sonra anlıyoruz ki tiyatrocu çift Hüseyin ve Nina bir Ophelia’larının olması için her şeyi hazır etmişler, güvenlikli, tel örgülü, hatta kuşlar rahatsızlık vermesin diye ağla çevrelenmiş şehir dışındaki bir siteye taşınmışlar, iki günde bir spermler daha hareketli oluyor diye sabahları sevişip bekleyip duruyorlar. Şehir dışına yayılan bu steril yaşamın zorlukları, son yıllarda hem muhafazakâr hem modern kesimden gelen çocuk sahibi olma gerekliliğinin baskısı bir yandan Nina da Hüseyin de yaşamlarına neşe katacak bu olayı neredeyse kabusa çevirmiş durumdalar. Bu öyküde de ilk öyküdeki gibi bir delilik hâli var, Nina gözüne Ophelia olarak kestirdiği bilumum çocukla konuşurken buluyor kendini, sonra bir panikle anne ve babasının duyup duymadığını kontrol ediyor. İçinden/dışından ayrımı ve delilik öykülerde ustalıkla tekrarlanmış. Bu öyküde tiyatro repliklerinin de metne hem anlam hem biçim olarak zenginlik kattığını eklemeliyim.
Başka bir tür deliliği Diyelim ki Ben Madonna’yım öyküsünde okuyoruz ama bu kez kendini başka dünyalarla, insanlarla özdeşleştirerek iyileşmeye çalışan kişi bir çocuk olduğu için hazmetmesi daha zor. Annesi ve babası ölmüş, ergenlik çağındaki bir kızın hayaller, gerçekler içinde hayatına devam etmesine tanık oluyoruz. Popstar olduğuna inanan kızın evde söz dinleyen uslu çocuk rolüyle okulda cinselliğini ön plana çıkaran şuh şarkıcı rolünün çatıştığı yerler yine iç konuşmalarda, delirme anlarında belli oluyor. Bu öykü kutsal aile, torununa bakan fedakâr anneanne mitini de yerle bir ediyor aslında. “Dayım konuyu değiştiriyor. ‘Cezalarını çekecekler, devlet vermezse ben kendi elimle vereceğim.’ Anneannemi bekliyor; onun cesaretine, erkekliğine saygı duysun ve yapabileceklerinden korksun. Sütüyle tehdit ederek başına açacağı belalardan vazgeçirsin onu. Sabiha Hanım ‘Sakın ha oğlum,’ diye başlıyor. ‘Geçen rüyamda seni kötü gördüm zaten, başında kapkara bir bulut vardı. Bak benim rüyalarımı biliyorsun. Tedirgin etme beni.’ Sahnesini tamamladığı için dayımdan ses çıkmıyor.” Arzu Uçar’ın her şeyi açıklamaması, mesela bu öyküde anne-babaya ne olduğunu, dayının kime ceza vereceğini bilmememiz bence yine öykü adına verilmiş güzel bir karar. Bu öyküde yalnızca küçük bir kızın söyleyemeyeceğini düşündüğüm cümleler rahatsız etti beni. “Hayat benden bir drama queen yaratmak için elinden geleni yapar bu arada.” gibi. Onun dışında özellikle İzmir Marşı detayı bu zor öyküde bile beni güldürdü, Uçar’ın absürt durumlar yaratmadaki becerisini belirtmek gerek.
Kitabın son öyküsü A Noktasından Yusuf’un Kuyusuna adını taşıyor. Egosu şişkin, orta yaşlı, sinemacı bir erkeğin anlatıcı olduğu öyküde uzun bir ilişkiyi takip ederken erkeğin kendini Tanrı sanmasının gerekçelerini de öğreniyoruz. Hem sürekli kendini okura açıklaması hem de upuzun bir sürece yayılmış bir ilişkiyi kısa bir öyküde anlatması bence bu öyküyü kitabın en zayıf öyküsü hâline getirmiş. “Anlattığı bu mutlu anıları sorularla derinleştirip onu daha yakından tanımamı beklemesi normaldi. Ama ben bunları hızlıca geçerdim. Çünkü yaşam mücadelemi anlaması önemliydi.” alıntısında olduğu gibi anlatıcı aslında orada var olmayan okura hiç durmadan açıklama yapıyor. Güncel bir konu olarak kendini Tanrı sanan sanatçı bir erkeğin ilişkisi olduğu genç kadını, Leyla’yı ezmesi anlatılıyor, hem de erkeğin gözünden, fikir olarak gayet iyi. Ama dokuz sayfalık öyküde artık bitmiş bir ilişkinin nasıl başladığı, ilerlediği, kadını aşağılamaları, sevişmeleri, evlenmeleri ve evlendikten sonra onu bir ömür kafese tıktığını düşünen erkeğin yanılması, Leyla’nın değişmesi ve gitmesi anlatılıyor. Doğal olarak bunca yaşanan şey, bunca duygu ve olay öyküye fazla gelmiş. Oynat tuşuna iki üç kere basılıp hızlandırılmış bir film izler gibi okuyoruz neredeyse. Bu nedenle Leyla karakterinin temizlik ve her şeyi yıkama takıntısı, yani bizi ilk öyküdeki isimsiz karaktere bağlayacak ve kitabın daireselliğini tamamlayacak detay da geçip gidiyor, iyi düşünülmüş ama arada kaynamış bir fikir olarak kalıyor.
Arzu Uçar detaylardaki ustaca gözlemi, okura açık uç bırakan kurguları, en olmadık anlarda insanı gülümseten mizahıyla yolu açık bir yazar. Oyunlar oynaması gerçekten iyi bir tercih olmuş.


Banu Yıldıran Genç

Arzu Uçar, Bir Küçük Delilik, İthaki Yayınları, Eylül 2019, 91 s.

* Bu yazı Notos'un 80. sayısında yayımlanmıştır.

5 Mart 2020 Perşembe

Maxwell Sim'in Aşırı Özel Hayatı


Kapitalizm ve küreselleşmenin gölgesinde bir yolculuk hikâyesi
Kirk’in bir diğer yazarı Bürkem Cevher’in “Eminim çok seveceksin.” diyerek verdiği Yağmurdan Önce’den beri en sevdiğim yazarlar arasına hızla girdi Jonathan Coe. Türkçede yayımlanmış kitaplarını sırayla okumaya başladım. İki kitabı maalesef E Yayınları’nda, Uyku Evi tükendi gözüküyor, Yağmurdan Önce’ye de ulaşmak çok zor. Bunların dışındaki kitaplarını Habitus Yayınları gayet düzenli bir biçimde yayımlıyor ve bildiğim kadarıyla yayımlamaya da devam edecek. Geçtiğimiz yaz daha önce yayımlanan romanları Expo 58’i ve Bir Aile Kroniği’ni okudum. Bu sene ise Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı ve 11 Numara adlı romanları peş peşe yayımladı. 
Jonathan Coe niye bu kadar özel bir yazar? Bir kere çok rahat okunan bir yazar, hem rahat okunan, hem insanların hikâyelerini çok iyi kuran ve anlattığı bu hikâyelerin arkasında mutlaka toplumsal birtakım olgulara değinen bir yazar. Hiçbir biçimde toplumcu mesajlar vermemesine rağmen romanlarını bitirdiğinizde kendinizi anlattığı o dönemle ilgili aydınlanmış hissediyor, o dönem şartlarını, o şartların insanlara neler yaşattığını anlıyorsunuz.
Expo 58 tamamen Soğuk Savaş dönemine odaklanan, casusluk sosuna bulanmış çok güzel bir aşk hikâyesi anlatıyordu. Belçika’daki ünlü Atomium’un açılış süreci ve Expo fuarının işleyişi de yine romanın temel konularındandı. Jonathan Coe hemen her romanının sonunda konuyu nasıl bulduğunu, nasıl çalışıp yazdığını anlattığı için günlük hayattaki herhangi bir şeyin yazarı nasıl tetiklediğine ve bir şekilde o olayın üstüne nasıl koca bir roman inşa ettiğine ayrıca hayret ediyor ve hayran oluyoruz.
Bir Aile Kroniği sanırım sinirlerimi en çok bozan romanı oldu, hem gerçekliği hem de korkunçluğuyla. Thatcher dönemi karanlığı, işçi düşmanlığı bir yandan, İngiltere-Amerika gibi ülkelerin Ortadoğu’da yaptıkları bir yandan, o dönemden bugüne her şeyin daha da kötüleştiği hissi üstüme bir yük gibi çöktü. Winshaw ailesinin tarihinin de anlatıldığı, hatta bu tarihin yazılması için tutulan bir yazarın bazen anlatıcı olduğu, bol oyunlu, farklı teknikli ve beş yüz sayfanın su gibi aktığı bir roman. Ailenin her bir ferdinin bir sektörü ele geçirip o sektörü vahşi bir kapitalizmle yönetmesi, bu sebeple silah, sağlık, hayvancılık, gıda sektörlerinin geldiği korkunç durum 80’lerde çoktan başlamış meğer. Sonunda whodunit (kim yaptı) tarzı bir polisiyeye dönüşen ve Coe’nun çok sevdiği gibi ters köşeyle biten roman boyunca aklımda Trump ailesi vardı desem yalan olmaz.
Geçtiğimiz aylarda yayımlanan Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı bu iki romana göre daha küçük çaplı diyebiliriz. Aile hikâyesi olması dolayısıyla ve bireysel trajedilere odaklandığı için Yağmurdan Önce’ye daha çok benziyor aslında. 
Roman bir gazete haberiyle başlıyor. 48 yaşındaki Maxwell Sim’in kar altındaki Aberdeen’de arabada çırılçıplak donmak üzereyken bulunduğu, arabada iki boş viski şişesi, iki koli dolusu diş fırçası ve bir battal boy çöp torbası dolusu Uzakdoğu’dan gelen kartpostal oluşunun gizemi iyice artırdığı yazılmış. Merak etmeyin, bu gizemi Jonathan Coe bize peyderpey açacak.
Bundan sonra roman beş bölüme ayrılıyor ve bölüm adları Maxwell’in yolculuklarında gittiği yerlerden oluşuyor. Romanın anlatıcısı Maxwell Sim’i babasını ziyaret için gittiği Sydney’de tanımaya başlıyoruz. Karısından altı ay önce ayrılan ve bu nedenle duygusal bir çöküntü geçirip aylardır izinde olan bir satış sonrası danışmanı. Babasıyla her zamanki gibi soğuk ve mesafeli birkaç hafta geçirdikten sonra evine dönmek üzere saatler sürecek Avustralya – İngiltere yolculuğu başlıyor. 
Bu yolculukta yalnızlıktan bunalan Maxwell artık hayatını değiştirme kararı alarak sosyalleşmek istiyor, bu yeni kararın verdiği heyecanla uçakta yan koltuğunda bulunan iş adamıyla tanışıyor, anlattıkça anlatıyor. Jonathan Coe romanlarından öğrendiğimiz yegâne şey hiçbir şeyin tam anlamıyla yolunda gitmeyeceği. Yolculuğun ortasında hostesler tarafından susturulan Maxwell, yaşanan koşuşturmada yol arkadaşının ölmüş olduğunu anlıyor. Hem de on beş dakika kadar önce. Bundan sonrası bu trajikomik olayın devamında yaşananları kıkırdayarak okumak oluyor çünkü Coe üzücü olayları absürtleştirip güldürebilen bir yazar. Ve bölüm sonlanırken Maxwell Sim’in çok da şansı yaver giden bir tip olmadığını artık anlamış bulunuyoruz.
Neyse ki yolculuğun ikinci etabında, aktarma yapılacak olan Hong Kong’da daha “canlı” bir yol arkadaşı buluyor. Poppy, ilginç mesleği ve hep bahsettiği karizmatik dayısı romanın dönüm noktalarını oluşturuyor aslında çünkü Hong Kong’dan İngiltere’ye doğru yola çıktıklarında Poppy, dayısının öneminden ve yazdığı mektuplardan bahsederken araya bambaşka bir yol hikâyesi giriyor. Jonathan Coe’nun gerçek olayları bir biçimde romanlarına yerleştirdiğinden bahsetmiştim, burada da 1968 yılında Donald Crowhurst adında bir denizcinin Sunday Times’ın düzenlediği dünya turu yarışına katılması ve yarışı tamamlayamayıp hatta tamamlamış gibi yapıp sonradan seyir defterleriyle sırra kadem basması, Maxwell’in Poppy’den duyduğu bir hikâye olarak romana katılıyor. Maxwell çok etkilendiği bu adamı araştırmaya günlerce devam ediyor ve romanın ilerlediği bilinmeyen yollarda kendisini Crowhurst’le özdeşleştirdiğini göreceğiz.
Maxwell’in ağır depresyondan ve yalnızlıktan mustarip olduğunu sıkça görüyoruz, anlatıcı olarak duygularını okura yansıtmakta çok başarılı. Evine geri döndüğünde elbette bazı arkadaşlarının yokluğunda onu aramış olabileceklerini düşünüyor ama yok. Roman 2009 senesinde geçtiği için hayatımıza yeni yeni giren facebook arkadaşlarına bakıyor heyecanla, yok. Birçok yeni epostası olduğunu görüyor, heyecanla açıyor, hepsi farklı farklı penis büyütme reklamı. Eski karısı zaten aramıyor. Haftada bir arayan kızından da ses yok. Hayatında kalan ama pek de görüşmediği tek arkadaşı Trevor’un tam da bu sırada yaptığı iş teklifini birçok sebepten dolayı kabul ediyor.
İş, organik ve doğaya zararlı olmayan diş fırçalarının tanıtımı için İngiltere’nin dört tarafındaki en uzak noktalara fırçaların bırakılması ve sosyal medya yardımıyla da bunun yayılması. Maxwell en uç nokta olarak kuzeyi seçiyor çünkü böylece yolda babasının göz atmak istediği boş dairesine, büyüdüğü kasabaya ve hatta karısıyla kızına uğrama şansı olacak. Ve bu yolculuk asıl olarak Maxwell’in kendini bulduğu yolculuk olacak, diş fırçası tanıtımı bambaşka bir içsel yolculuğa dönüşecek.
Önce çocukluğunun geçtiği kasabaya gidecek, burada anne ve babasıyla bir türlü iyi gitmeyen ilişkisini hatırlayacak, sonra babasının yıllardır boş duran dairesine gidip komşuları Erith ve ona bakan doktor Mümtaz’la tanışacak. Özellikle bu iki ziyaret ve yol sırasında düşündükleri Jonathan Coe’nun asıl derdini de bize açıklıyor. Maxwell elektrikli arabasını sürer ve Emma adını verdiği navigasyon asistanıyla konuşup -yalnızlığının başka bir derecesi- hep çevre yollarında giderken birbirinin aynı küresel markalarla dolu dinlenme tesislerini, insan ve kasaba görmemek üzere tasarlanmış otobanları, kasabalarda ise krizin vurduğu küçük işletmeleri (Romandan anladığım kadarıyla 2009 krizi bizi tam vurmadıysa da İngiltere’yi bayağı etkilemiş.) düşünüyor. 68 kuşağından kalma Erith’le konuşurken kapitalizmin mutsuz ettiği hayatlar iyice belirginleşiyor. Öğlen yemeği için gidecek yer bulamadığından yakınan Erith şöyle devam ediyor: “Çünkü hepsi birbirinin aynı! Hepsi büyük zincirlerin eline geçti ve artık hepsi aynı şarkıları çalıp aynı biraları ve aynı yemekleri servis ediyor...”
Bu arada romanın düğümlerinden biri sayılabilecek bir sebeple artık görüşmediği çocukluk arkadaşı Chris’in ailesine de uğruyor. Orada kimsenin birbirini dinlemediği ama herkesin hep bir ağızdan konuştuğu, hatların tamamen karıştığı bir sayfa var ki gülmekten zor okudum diyebilirim. Arada kızı ve karısını gördüğü, kızıyla aynı babasının kendisiyle kuramadığı gibi diyalog kuramadığı gerçeğini fark ettiği trajik bir bölüm var. Ve sona doğru Chris’in ailesinin hemen kuzeyde yaşayan kızları Alison’a gönderdikleri bir koliyle Maxwell’in oraya uğraması yer alıyor. Alison’ın evinde geçirdiği gecenin sabahında artık romanın başına dönüyoruz ama bu kez Maxwell Sim’in niye çırılçıplak ve sarhoş olduğunu, neden donmayı tercih ettiğini bilerek...
Maxwell iyileşiyor. Bu içsel yolculuk onun tüm ilişkilerini düzeltiyor. Roman başladığı yerde son buluyor, Sydney’de. Ama Jonathan Coe’nun oyunları çok sevdiğini söylemiştim, bizi kesinlikle klasik bir son beklemiyor, oyunlu, sürprizli, postmodernizme göz kırpan bir son bu. 
Bu roman sayesinde 2009’dan 2020’ye ne değişmiş bir bakmak, kapitalizm ve depresyonu başka bir gözle okumak da mümkün. Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı bir şekilde çağımız insanının mutsuzluğuna, olgunlaşamamasına, eşcinsellik tabusuna, sanal ve reel yalnızlığa, küreselleşme ve kapitalizmin sıkıştıran çarklarına değiniyor ama tüm bunların ötesinde, temelde, tesadüflerle değişen bir insanın hikâyesi. Jonathan Coe güldürüyor, kızdırıyor, üzüyor ve sonunda yine kalplerimizi ısıtan bir roman bırakıyor bize. Aycan Başoğlu’nun akıcı çevirisi bu romanı okumayı daha da zevkli kılıyor. 

Banu Yıldıran Genç

Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı
Çeviren: Aycan Başoğlu
Habitus Kitap
2019, 325 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Ocak 2020 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...