28 Aralık 2020 Pazartesi

Mavna

 

Oynayacak rollerden kaybolan rol modellere: Mavna

Edebiyat dünyasında çok canımı sıkan bir durum var ve nasıl çözebileceğimi de bilmiyorum. Genç yazarların ilk kitaplarını yayımlamayı kabul eden yayınevi bulmaları oldukça zor, hatta imkânsıza yakın, çoğunlukla oldukça küçük yayınevlerinden basılan ilk kitaplar bu nedenle gözden kaçıyor. Kitaplarla oldukça haşır neşir olmama rağmen Ozan Can Özübal’ın ilk iki kitabını kaçırmışım. Halbuki ilk romanı İtlaf  İdefiks sitesinin listesinde “2013’ün öne çıkan elli romanı” arasındaymış. Benim de eksiğim vardır tabii ama kitap eklerinin belli yayınevleri ve belli yazarlar arasında çıkıp durduğu, reklamın belli yayınevlerince yapılabildiği bu zamanda ne yapmak gerek bilemiyorum.

Neyse, geç olsun güç olmasın, Özübal’ın son romanı Mavna, Edebi Şeyler yayınevinden çıktı ve elime ulaştı. Ben de bu genç ve yetenekli yazarla tanışmış oldum. 

Mavna, önceleri adını bilmediğimiz bir anlatıcının ünlü kumpanya sahibi Fikret M’yi anlatmasıyla başlıyor. Fikret M’nin gerçek adının Adil Fikret Muvaffakiyetsiz olduğunu öğreniyoruz bir süre sonra. Burada Fikret Adil’e, Asmalımescit’e ve onun tiyatro günlerine bir gönderme var sanırım. Yoksa da ben aşırı yorum yapmış sayılabilirim.

Anlatıcı okura uzun uzun Fikret M’yi anlatıyor, böylelikle onun saçma bir biçimde Martin Luther King’in reenkarnasyonu olduğuna inandığını, hatta bununla ilgili Amerika’ya gidip sınırdışı edildiğini (bu çok komik bir hikâye), yazdığı kitapları, kitaplardan bazı bölümleri, tiyatroya ve oyunculuğa ve hatta insanlığa bakışını öğreniyoruz. Ve öğrendiklerimizden sonra söyleyebileceğimiz tek bir şey var: Fikret M dengesizin teki. 

Roman “Tak. Tak.” sesiyle açılıyor ki yazarın ustaca kurduğu yapı sayesinde cevaplanmayan soru kalmadığı için, bu sesin sebebini de kısa zamanda öğreneceğiz. “‘İnsanı çok seviyorum fakat insanlardan nefret ediyorum.’ Fikret M’nin sıkça tekrar ettiği cümle buydu.” diye başlayan romandaki bu oksimoron ifade aslında onun dengesizliği ve tutarsızlığıyla ilgili ilk ipucunu da veriyor okura.

Basında ve televizyonda haber oluşu bunun en net örneklerinden biri. “Tek başına yağmur altında ısınmaya çalışan bir mültecinin yanına oturup bütün gece şarkı söyleyerek, sokakta yaşayanlar hakkındaki önyargıları kırmak suretiyle, onun adına para kazanıp yardım etmesi, kırmızı logolu o berbat gazetede haber olmuştu. Televizyona çıkışı ise sokakta uyuyan mültecilerin üzerine çamaşır suyu döktüğü o menfur saldırı yüzünden olmuştu.” 


Ozan Can Özübal romanın açılışını Fikret M’yle yapıyor ama bolca üstkurmaca teknikleri kullanarak, okurla konuşarak, zamanda bazen sıçrayarak bambaşka bir yere doğru götürüyor olayları. Romanın tamamen Fikret M üzerine olduğunu, anlatıcının geri planda kalacağını düşünmeye başladığımız anlarda da ustalıkla anlatıcının konumunu değiştirip romanın ana karakterinin kim olacağını gösteriyor bize. “Bana arkamdan seslenildiğinde; Kara, diye bir ses çıkar ve açık kalmış ağızların ortasında pembe diller asılı kalır. Karayeli pek seven babamdan kalan tek miras bu isim, Aslında bir miktar para da kalabilirdi ama neden olamadığını anlatacağım sırası gelince. Zaman bu kadar kısıtlıyken, anlatacaklarımı sıraya dizmek yangında ayakkabı bağlamak kadar zor.”

Zaman bu kadar kısıtlı çünkü daha romanın başında öğrendiğimiz üzere garip bir olay sonrası Fikret M kayıplara karışmış, kumpanyasındaki oyuncular ise yardımcısı olan Kara’nın başına üşüşmüş durumdalar. Tek istedikleri kendilerine farklı farklı roller yazılması, hep bir şeyler yazılması, çünkü hayatlarını böyle geçirmeye alışmışlar, bunun için Kara’nın açmadığı kapının önünde “Tak, Tak” sürekli bekliyor, kapının altından paralar atıyor, bazen hiddetlenip tehditler savuruyorlar. Kara ise Fikret M’yle tanışmasından başlayıp bazen geriye, çocukluğuna dönerek kendini anlatmaya başlıyor. 

Bu ikili daha yeni tanışmışken Fikret M’nin Kara’ya sorduğu “Hâlâ o evde mi kalıyorsun?” sorusu kafamızı biraz karıştırsa da Kara hikâyesini o kadar güzel anlatıyor ki unutup gidiyoruz. Annesinin çekip gitmişliği, işe yaramaz ve hatta yaptığı iş dolayısıyla ömür boyu sürecek bir hayal kırıklığı olacak babası, kendi ailesini dolandıran dayısıyla yaşamak zorunda kalmışlığı, yine de işte o çocuk saflığıyla yaşarken çektiği sefaletin farkında olmamışlığı bizi derinden yaralıyor. “Bıkkın, duygusal ve hatta zaman zaman bu bedbaht sözler rahatsız edici olabilir. Kapının yumruklara daha fazla dayanamadığı ana kadar başımdan geçenleri anlatmayı bitirmiş olursam, aslında hiç de fena bir adam olmadığım anlaşılacaktır. Zaten bunları yazmaktaki tüm amacım bu; okuyanı kandırmak.” Anlatıcı istediği kadar postmodern oyunlar oynayarak okuru kandırmaya çalışsın, şu aşağıda alıntıladığım satırlarda çocukluğun, hatırlananların, acının anlatımı o kadar etkili ki bunların gerçek olmadığına inanacak okur bulmak biraz zor. Uzun zamandır okuduğum en etkili çocukluk anlatımı diyebilirim.

“Annemin kaybolduğu günü hatırlamak, Tak, Tak, ufukta kaybolan gemileri izlemek kadar hüzünlü. Elimdeki fırçayla, geçmişe ait tablomu düzeltiyorum, Vahit’in söylediği üzere, tek resmim var ve sürekli aynı resim üzerinde oynuyorum; çocuklu evlerin salonu gibi darmadağın bu resim. Yalan yanlış hatırladığım detayların üzerinden, kalın fırçamla özensiz şekilde geçiyorum. Eve dönüş yollarında, güneşten bunalıp üzerimdekileri başıma bağlayarak yürümeyi, diz kapaklarıma bakarken gölgeme yetişmeye çalışmayı, kızaran omzuma parmaklarımla bastırıp beyaz izlerini çıkarmayı, göbek deliğime düğmeymişçesine dokunmayı, annemin elinin içerisinde elimin terlemesini özlüyorum. (...) Belki de tek yapabileceğim budur; parçaları gözüme hoş geldiği şekliyle yerleştirip yeni bir anne resmi ortaya çıkarmak. Onun gidişine benim kadar üzülmenizi dilerdim. Bu, ancak onu tanımakla mümkün olurdu şüphesiz.”


Bu alıntıdaki Vahit’e gelecek olursak, Kara’nın yaşamında en az Fikret M kadar önemli ama çekip gittiği için annesinden sonra bir başka travma yaratan bir aile dostu diyebiliriz belki. Gideceği gece Kara sanki küçük bir çocuk değilmiş de kocaman bir adammış gibi ona uzun uzun neler hissettiğini anlatan, neden gittiğini açıklamaya çalışan bir dost. İlk başta önemsiz bir yardımcı karakter gibi okunurken kitabı ikinci kez okuyunca Ozan Can Özübal’ın kurduğu dünyanın tıkır tıkır işleyişi de Vahit’in yeri de çıkıyor ortaya aslında. Şu sözlerin önemi büyük: “Hayatım komediden çok, trajediye benziyor. Bu ayrımı neden yaptığımı uzun süre anlamaya çalıştım. Doğduğum günden beri bunu düşünürüm. İnsan birkaç kez ölebilir. Sonrasında ise kendisini doğurması gerekir.”

İşte kaybolan Fikret M’den Kara’ya, yok olan anneden keşke var olmasa dedirten babaya, üçkağıtçı dayıdan bilge Vahit’e kadar son derece tutarlı, taşrayı tanıyanlar için son derece gerçek, derinlikli karakterleriyle yaşayan bir dünya kurmuş Özübal. Bu incecik romanı bir kez daha okuyunca tüm taşlar yerine oturuyor. Öncesinde takıldığınız yerler varsa da önemli değil, hem Kara’nın dediği gibi: “Bu konu daha sonra kendiliğinden açıklığa kavuşacak, hiç telaşlanmayın. Bu tip detaylara takılmak hoş bir uğraş.”

Oyunlu, bulmacalı, didiklemeli, üst kurmacalı metinleri her zaman çok sevmişimdir, tabii iyi olmaları şartıyla. Ozan Can Özübal’ın Mavna’sı gerçekten üzerinde çalışılmış, kurduğu dünyanın hakkını veren, şaşırtmacasını tam dozunda tutan bir roman. Ayrıca uzun süredir kullanıldığını görmediğim ama dile renk katan pek çok sözcükle yeniden, hem de yerli yerinde karşılaşmak çok hoşuma gitti. Bu nedenle dil üzerine de çokça çabalamış diyebilirim. Umarım benim düştüğüm hataya düşmez ve Özübal’la bir an önce tanışırsınız.



Banu Yıldıran Genç


Ozan Can Özübal, Mavna, Edebi Şeyler Yayınevi, Eylül 2020, 104 s.


* Bu yazı Notos'un 83. sayısında yayımlanmıştır.

12 Aralık 2020 Cumartesi

Hodan

 

Sevgisiz çocukluktan, kovulan halklara... 

Memleket tarihi gibi bir roman


Geçtiğimiz yılın kasım ayında yayımlanan Hodan’ı yazmak için geç kaldığımı düşünerek, işaretlemeden, not almadan okumaya başladım. Biraz okuduktan sonra, hele yazımın sonlarına doğru bahsedeceğim ağlaya ağlaya okuduğum bölümü gördükten sonra, yazmam gerektiğini anladım. Bazen böyle olur, aslında en güzeli de budur. Kitap o yazıyı size zorla yazdırır.

Hodan bir bildungsroman sayılabilir. Hodan lakaplı Hasan’ın doğup büyüdüğü günden ellili yaşlarına dek geçirdiklerini, olgunlaşmasını, ince ince, derin bir biçimde okuyoruz. Sayılabilir dememin bir sebebi, Hodan’ın çocukluktan itibaren toplumla uyumlu olması. Yaşadığı hayal kırıklıklarını, acıları içine atıp hayatının iplerini hep başkasının eline vermesi Hodan’ı klasik oluşum romanlarının kahramanlarından bir nebze ayırıyor.

Terk Edilmiş Sofralar 1 alt başlığını taşıyan romanda Hodan’dan başka pek çok yaşama ve terk edilmiş sofraya tanıklık ediyoruz. Doğan Yarıcı’nın nereden ilerleyeceğini sanırım ikinci kitapla daha iyi anlayacağız. 

Roman, Hodan’ın çocukluğuyla başlıyor. Anadolu’nun dağlık bir köyünde annesi ve halasıyla yaşayan çocuk Hodan’ın hayalleri hep babasına dair. Kızıl Mustafa diye bilinen babası rüyalarında, gündüz düşlerinde, hayallerinde... 

“Kızılca’nın üzerinde, ılgar gidiyor. En sık gördüğü bu. Sağdan sola doğru dizemle sallanıyor. Gövdesi bir önde Hodan’ın, yüzüne koyu yeleler çarpıyor, gövdesi bir geride, sırtı dağa çarpıyor. Böyle Kızılca’nın üzerinde çığlıklar ata ata giderken doludizgin, sırtını vurduğu dağ Kızıldağ, babası Kızıl Mustafa. Yüzü yok, yüzü neden yok, babasının yüzü yok gözünde, bir türlü göremiyor. Babasının bacaklarının arasında sıkışmış, öne oturtulmuş da Kızılca’nın yelelerine yapışmış. Kızıl Mustafa vuruyor topuklarını hızlanıyorlar. Hodan öyle mutlu ki, anımsadığı tek mutluluk ânı bu, babasıyla ilgili.”

Hodan köyden çıkıp askere gidinceye dek mutluluk adına bu andan başka bir şey olmayacak hayatında... Hodan’ın hayallerinin tersine babası kızıl değil kara, kapkara bir adam: Deli Vezir. Kız kardeşinin sözüyle Hodan’ın anasını evden gönderip yine kardeşinin bulduğu başka kadınla hemen evlenen, köye döner dönmez Hodan’ı önce Kırıkdağ’daki hocanın yanına çırak, sonra kilometrelerce ötedeki Papakçı’nın yanına ırgat veren, babalığın b’sini yapmamış Deli Vezir. 

O Hodan ki kendisini okula yollayan, çocuklarıyla aynı sofraya oturtan, oda veren, bildiği her şeyi öğreten Papakçı’ya yanlışlıkla “baba” diye seslendiğinde, ağzından çıkanı duyduğu an utanan, havada kalmış “baba”nın titreşimiyle yıllarını geçiren bir kimsesiz.

Hodan’ın ömründe başka bir mutluluk ânı, babasını öldürdüğü an. Ama gerçek değil.

 “Yatakta uyurken başucuna kadar sokuldu. Ağılda koyunların arasından gölge gibi süzüldü. Kapı önünde baltayla odun kesişini bir süre izleyip usul usul yaklaştı. Haince, hep arkasından. Harman yerinde elinde yaba rüzgâra dururken, buğdaylar babasının ayakları dibine düşerken, samanlar Hodan’ın saçlarına savrulurken. Tüfeğinin kırığını sessizce dikledi, namluyu doğrulttu, horozu kaldırdı, kaç kere kaç kere. Üst üste vurdu onu başından göğsünden sırtından karnından ellerinden ve bacaklarından ve tam iki gözünden.”

Ritmi, tekrarları, noktalamasıyla romanın en etkili bölümlerinden biri olan bu öldürme hayali, bizi romanın asıl derdine getiriyor. Babalar ve oğulları. Büyüyüp erginleşmesi gereken oğullar, Tanrılaşması gereken kahramanlar. Hodan da Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda aktarılan adımları atıyor birer birer. Kendisine bir koruyucu bulur, maceralara atılır, sağ kalır ve erginleşmek için son olarak babayı öldürür.  Hodan’ın hayalinde öldürdüğü babası gerçekte de ölünce evine geri dönmek, neden istenmediğine dair gerçekleri öğrenmek kalıyor geriye. Sonrasında ise büyümeye son adım: Askerlik.


Romanın taşrada geçen ilk kısmının dili, anlatımıyla, İstanbul’da geçecek bölümlerin dili oldukça farklı. Doğan Yarıcı bunun üstünde epey çalışmış belli ki. Yukarıda alıntıladığım bölümlerde de görüldüğü gibi atlara, çiftçiliğe dair terimler metne ustalıkla yedirilmiş. Bazen noktalama kullanmadan sürgit okunan heyecanlı bölümler, bazense akışı kesip ritmi bozarak yavaşça yüreğe dokunan bölümler ince ince düşünülmüş. Bir sürgünden diğerine giderken yarı uyur yarı uyanık kabuslara karıştığı bölüm bu farklı dil kullanımının iyi bir örneği:


“Sefalar getirdin kara çocuk.

Baban.

Seni istemiyor mu?

Tanrın.

Da, bize geldin?

O.

Yücelerden yüce.

Seni.

Yanılttı mı?

Arafta mısın?

Aldandın.

Sıratta mısın?

Şaşırdın.

Da mı geldin?

Bu yolu.

Geçerken mi?

Doğruyu.

Bulacaksın?

Uzat dilini.

Tadımıza.

Bak!”

Kent romanlarına, öykülerine daha alışkın olsam, daha çok sevsem de edebiyatımızda pek çok eser birbirine benzemeye başlamışken Hodan’ın yaşamının ilk perdesindeki bu taşra bölümü, masalsı dili, kurduğu dünyası, iki yüzlü ama iyi insanlarıyla hoşuma gitti doğrusu.


Taşı toprağı altın İstanbul


Romanı hem tematik hem dilsel olarak, İstanbul öncesi ve İstanbul sonrası diye ele almak mümkün. Hodan, hiç bilmediği İstanbul’a tam da eski Türk filmlerinden tanık olduğumuz biçimde geliyor, Haydarpaşa’da trenden inip hemen yakındaki Selimiye kışlasında, yine herkesten ayrı, yabancı, garip duracağı askerliğine başlıyor. 

Romanın en önemli ve etkileyici bölümlerinden biri askerlikte yaşanıyor. “Terk edilmiş sofralar”ın artmasına sebep olacak o korkunç iki günün anlatımı aynen olması gerektiği gibi, ne romantize edilmiş ne de dramatize. Olaylara el koyan askerlere emirleri kâğıtla verecek üstteğmen Hodan’ı da yanına alır. Bir cipin içinde, elinde dosyalar, kâğıtlar, yaşanan vahşeti görecek, izleyecek ama hiçbir şey anlamayacak Hodan. “Kurban bayramı gibi, herkes mutlu, ortalık kan revan.” Sıraselviler, Tünel, Şişli, Galata, Dolapdere, Sirkeci ve Büyükdere derken iki gün iki gece uyumadan memleketini, insanlarını gerçek anlamda tanıdığı tarih, 6-7 Eylül 1955, Hodan için tek bir şey demek olacak: Utanç.

Romanın tekrar bu meşum tarihe bağlanması, askerliğini Ankara’da tamamlamış, bir hayal kırıklığı daha yaşamış Hodan’ın İstanbul’a dönüp aile bildiği tek kişiye kavuşmasından sonra oluyor. Kocası Papakçı’nın ortadan kaybolması sonrası, Kayaköy’ün boşaltılmasıyla göçe zorlanan Nazmiye kadın, terk edilmiş bir başka sofrayı simgeliyor. Yine de askerden daha da garipleşmiş gelen Hodan’ı kanatları altına alarak her şeye yeniden başlıyor.  

Şimdi yavaş yavaş romanı okurken hüngür hüngür ağladığım bölüme doğru yaklaşıyoruz. Çocuk yaşta Kırıkdağ’da ustasıyla yaşarken buğdayla, unla haşır neşir olmuş, dillerden düşmeyen börekler yapmayı öğrenmişti Hodan. Aslında mutluluğa en çok yanaştığı anlar da hamurla uğraştığı anlardı da mutluluk nedir bilemediğinden anlamıyordu pek. İşte biraz şans, biraz da hünerini göstermesiyle Kurtuluş’ta, o korkunç gecede paramparça vitrinini hatırladığı Stavro Pastanesi’nde çalışmaya başlayınca bu mutluluk anlarını yeniden yaşamaya başlıyor.


Romanda babamla karşılaşmak


Burada bir es veriyorum. Hodan’ı yaratan Doğan Yarıcı benim arkadaşım. Yıllarca aynı yerde kampçılık yaptık. Çocuklarımız beraber büyüdü. Ve ne gariptir ki baba mesleklerimizden dolayı edebiyattan çok börekçilik, pastacılık konuştuk. En son babamın büyük bir ameliyatı sonrası görüştük uzun uzun. Hep babamla ilgili bir kitap yapılması gerektiğini söylerdi Doğan. Son on yılda babamı gazetelere, televizyonlara çokça çıkardık, hakkında yazılar yazdım ama kitaba gelene kadar babam daha da büyük bir ameliyat daha geçirdi... Ardından karantinaydı, 65 yaş yasaklarıydı derken fikirler kendiliğinden rafa mı kalktı ne oldu bilmiyorum açıkçası. Sürgünün Ayıramadığı İki Dost: Yorgo ve Fehmi babamla ilgili yazdığım son yazı oldu.

İşte Hodan’ın Stavro Pastanesi günlerini öyle bir anlatmış ki Doğan Yarıcı, yıllardır konuştuğumuz şeyleri bir bir yazıya dökmüş sanki, tabii çok daha fazlasını araştırmış, kendini, damağını katmış, haldır haldır mutlulukla çalışmanın şevkini yuvarlana yuvarlana akıp giden sözcüklere aktarmış... Hani Hodan’ın yeni öğrendiği, alışmaya çalıştığı bu düzen tıpkı bizim Paskalya’larda maaile üç gün üç gece doğru düzgün uyumadan ama adrenalin sayesinde capcanlı ayakta durabildiğimiz zamana benzemiş.

“Bu işe ömrüm yetmeyecek diye düşündü. Dondurmasından drajesine, baklavasından kiraz şekerine her şeyi kendilerinin ürettiği bir pastaneydi Stavro. Karamela şekeriyse içlerinde en zoru. Şeklini hayal bile edemediği, adını söylemesi tadı kadar güzel, fakat akılda tutması bir o kadar zor nisuaz, trigona, adisebaba, patasu, kasato... Daha neler neler.”

Zaten düzenini, tarihini bildiğim bir işin bu kadar güzel, detaylı ve doğru anlatılmasından etkilenmiş, sayfalar arasında uçarken kalakaldım sonra bir anda:

“Tam yedi kez elden geçiriyordu, haftaları ayları gidiyordu şuncacık vişne likörlü çikolataya. Bu başka türlü yapılamaz mı? Yapılmaz! Senden başka yapmayı bilen var mı? Fehmi adında bir delikanlıdır. Bir tek o çocukta bu özen ve sabır var.”

Babamın adını, hem de hâlâ en ünlü olduğu çikolatasıyla yan yana görünce, yazının başında bahsettiğim şey oluverdi işte. Hüngür hüngür ağladım. Bu ince selam çakış, tarihiyle kültürüyle tam olması gereken yere bir roman karakteri olarak yerleşivermiş babam, Hodan’la hemen hemen aynı yaşta oluşları, aynı belaları yaşamışlıkları, yalnızlıkları, çocuk yaşta büyümek zorunda kalmışlıkları, birkaç senedir görmediğim Doğan’ı ve ailesini özlediğimi fark etmek... her şey ağlattı işte beni.

Her güzel şeyin sonu olduğu gibi Hodan’ın mutluluğu da Nazmiye anasının ona devlette iş bulmasıyla sona eriyor. Hayatının iplerini başkalarına bırakmaktan hiç vazgeçmeyen Hodan bir kez daha bambaşka yerlere sürükleniyor. Sonrasında severek evlendiği Sede’yle ziyaret ediyorlar Stavro Pastanesi’ni son kez çünkü 1974 yılında ellerinde bir bavulla ülkelerini terk etmek zorunda Rumlar. Öncesinde ‘70 darbesi, sonrasında ‘77 kanlı 1 Mayıs’ı, Hodan’ın tanıklık ettiklerinin sonu gelmiyor. Bu memlekette herhangi bir zamanda doğmuş herkes gibi...


Coğrafya kaderdir


Ve Hodan’ı romanın sonunda daha ellili yaşlarındayken, hastalıkla kuşatılmış bir dönemde, elinde fotoğraf albümüyle gördüğümüzde, tüm bu yaşanan travmatik olayları her fotoğrafla yeniden hatırlarken buluyoruz. İlk başta okurken fazla mı gelmiş bu kadar olay romana diye düşündüm açıkçası ama sonra bizim son yıllarda yaşadıklarımız geldi aklıma, vazgeçtim bu düşüncemden. Yine de bazı detaylar olmasa da olurmuş diyebilirim, Hodan’ın optalidon bağımlılığının, arkadaşı Abdullah’tan kopma sebebinin uzun uzun anlatılmasının, sonda fotoğraflara bakarken hatırlanan aile kavgalarının romana ve asıl çatışmaya pek de katkısı yok sanki. 

Yazım hem kişiselleşti hem fazlasıyla uzadı ama şunu eklemeden geçmeyeyim, Hodan’ın Kartal SSK’da çalışmaya başladığı zamanların saatli maarif takvminden alıntılanmış cümlelerle iç içe geçmiş bir teknikle anlatılması, romanın dil ve teknik açısından en iyi bölümlerinden biri. Tatavla neresi, Kartal neresi? Hodan nerede, hayalleri nerede? Bu tezat çok iyi işlenmiş.

Hodan’ın önce baba sonra anne travmasından dolayı hep bir eksikle geçen hayatını çektiği bir fotoğraf çok iyi özetliyor. Hatta albüme bakmaya başladığındaki ilk fotoğraf bu, Sede’nin yarım çıktığı bir fotoğraf: 

“İlkbahardı. Nevzat’ın verdiği Zenit makineyle, iyi anımsıyor, çektiği ilk fotoğraf bu. Beceremedi hiç, düzgün fotoğraflar çekemedi. Hepsi hayata baktığı gibi, tam ortalayamamış. Ya titrek, ya bir kenarından yakıcı ışık girmiş.” 

Bir insan kendi hayatını bundan daha iyi nasıl anlatır ki?

Hodan hem taşra hem kent romanı, hem politik hem bireysel. Doğan Yarıcı karakterini ilmek ilmek örmüş. Hodan’ın erginleşmeden olgunlaşmaya yaşadıkları, gördükleri, bildikleri derinlemesine araştırmanın, çalışmanın ürünü, bu her satırda belli oluyor. Ve asıl önemlisi aktarılanlar “bilgi” kokmuyor. 

İçinde babamın olduğu bir roman hakkında elbette nesnel olduğumu savunamam ama son dönemde okuduğum romanlar arasında içimi aydınlatan bir yere sahip oldu Hodan. Terk Edilmiş Sofralar’ın ikinci kitabını merakla bekliyorum.


                                                                                                                 Banu Yıldıran Genç

* Bu yazı Ekim 2020 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayınlanmıştır.


22 Ekim 2020 Perşembe

Jean Stafford Toplu Öyküler 1

 

Yaşamın öyküye sızdığı anlar...

Tudem Yayınları’nın alt markası olan Delidolu Kitap sayesinde Amerikan öykücülüğünün önemli isimlerinden Jean Stafford’la biraz geç de olsa tanıştık. 1970 yılının Pulitzer Ödülü’nü almış Stafford’ın adı John Cheever, Flannery O’Connor gibi yazarlarla anılıyor. Pek çok türde eser vermesiyle ise bu yazarlardan ayrılıyor diyebiliriz. Kitabın kapağındaki Toplu Öyküleri-1 ibaresini görmekten çok memnun oldum çünkü Joyce Carol Oates’un yazdığı Sonsöz’de andığı öykülerin pek çoğu için diğer kitapları beklememiz gerekecek. En azından basılacağını biliyoruz.

Stafford, Yazarın Notu kısmında ailesi ve büyüdüğü Batı’dan, babasının ve kuzeninin yazdığı kitaplardan bahsediyor. İşin ilginç tarafı bu kitapların ikisini de okumamış olması, sanki bir mirası reddeder gibi. İlk fırsatta büyüdüğü yerden “sıvışıp” birçok yerde yaşadığını da ekliyor. Öykülerindeki insanların pek çoğu da öyle. Kitap iki bölüme ayrılmış ilk bölüm Gurbetteki Masumlar -ki aynı zamanda Mark Twain’in gezi yazılarını topladığı kitabın adıymış, Stafford büyük bir memnuniyetle bu isme el koyduğunu belirtiyor- Amerika’dan uzaktaki Amerikalıları anlatırken ikinci bölüm Bostonlılar ve Amerikan Sahnesinin Diğer Gösterileri Amerika’nın kendi içindeki göçebelerini ele alıyor.

İlk bölümün en etkileyici öyküsü Echo ve Nemesis yazarın da üniversite öğrenimini gördüğü Heidelberg’de geçiyor. “Sue Ledbetter ve Ramona Dunn haftada üç gün, öğleden sonraları gittikleri felsefe dersinde, sıradan bir rastlantı sonucu yan yana oturdukları için arkadaş oldular.” cümlesiyle etkileyici bir biçimde başlayan öykü daha ilk cümleyle Echo’yu da Nemesis’i de bize tanıtıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki son kışta tanışan bu iki Amerikalı öğrencinin öyküsü edebi olarak da psikolojik olarak da çok güçlü. Hatta duygusal yeme bozukluğuna dair okuduğum en iyi öykü diyebilirim. Ramona Dunn etkileyici bir obez karakter. Kasıntı, etimolojiyle ilgili, çirkin, uyumsuz ama çok pahalı kıyafetler giyen bir zengin çocuğu. Kimseyle ilgisi yokmuş ve umursamıyormuş gibi davranmasıyla da ayrıca dikkat çekici. “Daha yirmi bir yaşında, hayatının tüm savaşlarını vermiş ve ayakta kalmış gibi görünen, şimdi fildişi kulesinin sakinliğinin tadını çıkaran insanlardandı. Bu kadar tuhaf görünmeyi hiç umursamıyor gibiydi ve hırsla yanıp tutuşan, uyuşamamaktan bıkan Sue, onun bu kibirli soğukkanlılığına hayrandı.” 


Haftada bir yemek yemekle geçen bu arkadaşlığı duygusal boyuta sokan ilk olay restoranda Sol Majör Menuet çalması. Bale derslerini hatırlayan ve duygusallaşan Sue, Ramona’nın da aynı moda girmesine şaşırıyor. “Ah, bana bu minicik ezgiden daha nostaljik hissettiren bir şey bilmiyorum! Aklıma kardeşim Martha ölmeden önceki Valentine partilerini getiriyor.” Ölen kardeş Martha’nın anıları, erkek kardeşleri derken Ramona, Sue’yu sömestr tatili için İsviçre’ye davet ediyor, hatta kayak takımlarını, ayakkabılarını alıyor. Bu yakınlaştıkları dönemde Ramona’daki duygusal gelgitleri fark etmeye başlayan Sue, öykünün adındaki Echo’ya benzer bir biçimde Ramona’nın sadece yankısı olduğu bir dönem yaşıyor. Tabii Ramona’nın da niye Savaş Tanrıçası Nemesis olduğu öykünün sonunda anlaşılıyor. Öykü arkadaşlığın ilerlemesinden sonra gerilim kazanıp okurları Sue’nun tarafına alıyor ama tabii ki Joan Stafford bizi böyle bırakmayacak. Sonunda Ramona’nın geçmişiyle az da olsa yüzleşmesi ve yazarın son anda sezdirdiği cinsel tacizin ustalıkla havada bırakılması iyi öykünün o damakta kalan tadını veriyor. 

Ramona’nın duygusallaştığı bir an söylediği “Üzgünüm. Keyfim kaçtığında sakinleşmek için yemem gerekiyor. İğrencim! Bu kadar yediğim için kendimi öldürmeliyim.” cümlelerini ve sonda geçirdiği sinir krizini düşününce, Ağır Yaşamlar belgeselini izlemiş ve duygusal yeme bozukluğunun büyük oranda cinsel tacize bağlı olduğunu bilince, yazarın bu kadar erken bir dönemde böylesine usta bir psikolojik çözümleme yapmasına tekrar hayran kaldım diyebilirim.

Bir kitap hakkında yazarken yazarın hayatını ne derece bilmem gerektiği genellikle kafamı karıştırıyor. Jean Stafford’un öykülerini bitirip de Joyce Carol Oates’un Sonsöz’ünü okuduğumda bu kez yazarın hayatını bilmenin öyküler için önemli olduğunu gördüm ve uzun bir süre Stafford’u araştırıp tabii ki öyküleri yeniden okudum. Kitabın ikinci bölümündeki iki öykü yazarın kendi hayatından yola çıkılarak yazılmış ve her ikisi de oldukça etkileyici öyküler.

Taşrada Aşk Hikayesi beş yıldır evli olan May ve Daniel’ın zor bir hastalık süreci sonrası taşraya taşınmalarını konu alıyor. Buldukları müstakil evi, özellikle de avluda duran antika kızağı çok seviyorlar. Yazı ve sonbaharı taşra ve doğa manzarası izleye izleye geçiriyorlar ama kış geldiğinde Daniel’ın hastalanma korkusu yavaş yavaş evliliklerinin üzerinde kara bulut gibi dolaşmaya başlıyor. Bir yıl senatoryumda tedavi gördükten sonra doktorunun tavsiyesiyle üniversite hocalığını bırakıp temiz Kuzey havası almaya taşınması tavsiye edilen Daniel’a ve isteklerine göre kurulan hayat, yirmi yaş küçük karısı May’in sadece kocası için çabalaması ve tüm bunlara rağmen bazen içinden çıkılamayan tek taraflı kavgalar taşrada bambaşka bir aşk hikâyesi doğmasına neden oluyor. “Bütün gün, üç öğün yemek yapma, sonbahar sisinde biraz yürüyüş, kedileri sevme ve Daniel’ın çalışma odasından aşağı inip onunla konuşma dışında hiçbir şey yapmayan” May yalnızlığından ve sıkıntısından bahsettiği Daniel’dan şöyle bir cevap alıyor: “Sana bunları yaşattığım için özür dilerim, tatlım, ama hasta olmamın benim hatam olmadığını da kabul etmen lazım.” Hastalık kartı her oynandığında vicdan azabı duyan May özür dilediğinde ise “Çocuk gibi davranmayı bırak, May. Birbirimizi rahat bırakalım.” diye tersleniyor. Yapayalnız, anlayışsız ve bencil kocasıyla baş başa kalan May’in ruhunu kurtarabilmek için belki de son çaresi hayali bir sevgili yaratmak oluyor. Karısına psikolojik baskı yapan, onu neredeyse delirtip bir de bunun için suçlayan Daniel karakterine esin veren kişinin Joan Stafford’ın ilk kocası Robert Lowell olduğunu öğrendim. Lowell çok parlak bir şairken dengesiz davranışlarıyla Stafford’a hayatı cehenneme çevirmiş, duygusal ve fiziksel birçok yarayla bırakmış biri.

Kitabın son öyküsü İç Kale’de takside kaza geçirip haftalarca hastanede kalan, onlarca ameliyat geçiren Pansy Vanneman karakteri de yine yazarın kendi hayatından iz taşıyor. Lowell’ın kullandığı arabayla kaza geçiren, üstelik Lowell’a hiçbir şey olmadığı halde aylarca tedavi görmek durumunda kalan Stafford hastanede yaşadığı zorlu günleri içtenlikle bu öyküye çevirmiş. Öyküde taksi şoförü ölmüş, Pansy yaralanmış ama yaşadığı için sevinç göstermediğinden hemşireler ve doktorlar sürekli şükretmesini, taksi şoförünün yerinde kendisinin olabileceğini, yaşadığı için sevinmesi gerektiğini tekrarlayıp duruyorlar. Pansy ise sanki kendisini yukarıdan gözleyen bir karakter gibi. Uzak, duygularını göstermiyor, içinde yaşadığı fırtınalardan bahsetmiyor. Gelen ziyaretçisi yok, yapayalnız, pek konuşkan değil, hemşireler onu tepeden bakmakla suçluyor oysa Pansy yalnızca çok yorgun, belli ki pek çok şeyden dolayı, ama bunu öyküde öğrenemeyeceğiz. “Bazen hemşirelerin sorularına bile cevap vermiyordu; onlar alkolle sırtını ovup durmadan bir şeylerden bahsederken o, kilometrelerce ötedeymiş gibi onlardan uzaktı. Hemşire ve doktorlardan daha yüksek bir seviyede olduğunu düşünmüyordu, ama farklı bir seviyedeydi ve tam da bu zamanda, bu keşif ve alışma zamanında, kendini onlara tanıtacak kadar fazladan gücü yoktu.” Öykünün sonunda son bir burun ameliyatı için yarı uyuşturulan Pansy’nin iç kalesinde, beyninde yaşadıkları aslında onun sevgi ihtiyacının, arada tüm renkleriyle aklına gelen gençliğinin kendisi için nasıl acı verici olduğunu ve yalnızlığını betimler nitelikte.

Jean Stafford’un yaşadığı zorlukların öykülerine böylesine yansımış olması yazarın hayatının nerede durması gerektiğine dair aklımdaki tüm düşünceleri yine alt üst etti diyebilirim. Joyce Carol Oates, Sonsöz’de pek çok öyküyle yazarı ustaca tahlil ediyor. Kitapta andıklarımdan başka Genç Kız, Makul Bir Öneri, Sorumluluk Alıcıya Aittir ve Kanayan Kalpler adlı öyküleri sevdim. Umarım bu önemli yazarın diğer öykülerini de Delidolu Kitap’tan bir an önce okuruz. Çevirmen Gökçe Yavaş seçtiği sözcükler ve kurduğu cümlelerle bize bu yazarın inceliğini, kırılganlığını tam anlamıyla hissettirecek denli yetkin. Umarım Jean Stafford hak ettiği ilgiyi görür.



Banu Yıldıran Genç



Jean Stafford, Toplu Öyküler 1, Delidolu Kitap, Ekim 2019, 283 s.

* Bu yazı Notos'un 82. sayısında yayımlanmıştır.

10 Ekim 2020 Cumartesi

Beyoğlu Sırları

 

Yangınlar, mahzenler, yeraltı geçitleri: Bir zamanlar Beyoğlu


Ulusal Yunan Araştırmaları Vakfı tarafından 2017’de başlatılan Osmanlı Araştırmaları Projesi’nin bir parçası olan Beyoğlu Sırları romanı, 28 Haziran 1888’den 26 Ağustos 1889’a kadar Karamanlıca bir gazete olan Anatoli’de tefrika edilmiş. Rum yazar Epameinondes Kyriakidis’in romanı Türkçeye Evangelinos Misailidis tarafından çevrilmiş.


Derslerde konusu geçerse lise öğrencilerinin dahi alfabe ve dil konusunda kafalarının karışık olduğunu gözlemliyorum. Bu nedenle Karamanlıca dediğimiz dilin Yunan harfleriyle yazılan Türkçe olduğunu tekrar etmek lazım. Evangelia Balta’nın "Gerçi Rum isek de, Rumca bilmez Türkçe söyleriz" adlı araştırma kitabından şu bölümü alabiliriz:


“Gerçi Rum isek de Rumca bilmez, Türkçe söyleriz

Ne Türkçe yazar okur, ne de Rumca söyleriz.

Öyle bir mahludi hatt-ı tarikimiz vardır

Hurufumuz Yunanice, Türkçe meram ederiz

‘Karamanlılar’ olarak bilinen Türkçe konuşan Rumlar,19.Yüzyılın sonunda kendilerini yukarıdaki dörtlük ile tanımlamaktaydı. Karamanlılar, Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanlardı ve yazı dili olarak Yunan alfabesi ile yazılan Türkçeyi kullanıyorlardı.”

1924 mübadelesiyle dillerini bile bilmedikleri Yunanistan’a gönderilen Karamanlılarla ilgili son yıllarda hem pek çok araştırma yapılıyor hem de Karamanlıca ya da Karamanlıların ana karakter olduğu romanlar yıllar sonra ilk kez yayımlanıyor. Tabii bunda en büyük pay sahiplerinden biri İstos Yayınları. Beyoğlu Sırları’nda da İstos, büyük emek harcayarak, ayrıntılı dipnotları, sözlükçesi, çeviri açıklamalarıyla iyi yayıncılık nasıl yapılır sorusunun cevabını veriyor biz okurlara.

Üç yüz sayfalık roman tabii ki döneminin şartları gereği bol açıklamalı, bilgiler veren, hiç durmadan okuru uyaran bir tarza sahip ama biz Tanzimat romanına alışkın olanlar bu tarzdan ayrı bir zevk alıyoruz bence. Hikâye büyük Beyoğlu yangınının olduğu gece başlıyor. Yazar yangının başlama sebebini romandaki kötü karakteri bir biçimde bağlıyor. Bu yangın İstanbul’un ve Beyoğlu’nun çehresini değiştiren en büyük olaylardan biri, üç binden fazla ev yanıyor, insanlar aylarca çadırlarda kalıyor, ölenlere mezar yeri zor bulunuyor. 24 Mayıs 1870 tarihinde bir pazar günü başlayan bu yangını ve sonrasını Kyriakidis o kadar detaylı ve gerçekçi betimliyor ki romanın en başarılı bölümlerinden bazıları bu yangına müdahale eden Rum kabadayıların maceraları.


Romanın başındaki açıklamalarda özeti de verildiğinden yazıda rahatça olan bitenden bahsedebileceğimi düşündüm. Zaten Tanzimat romanlarını hatırlarsak iyinin çok iyi, kötünün en kötü olacağını, yazarın da tabii ki iyiden yana taraf tutarak anlatacağını tahmin edebiliriz. Sonunda ise klasik bir biçimde iyiler ödüllendiriliyor, kötüler cezalandırılıyor. Romanın teknik olarak Romantizm etkisindeki Tanzimat romanı olduğunu söyleyebiliriz. Bizi asıl ilgilendiren şey olaylar ki oldukça karışık bir olaylar dizisi var ve bu olayları anlatırken verilen detaylar.

Roman üst sınıftan bir hanımın Feridiye Caddesi’nde kötü ünüyle bilinen bir eve gizli saklı gitmesiyle başlıyor. Bu hanım ünlü işadamı Andreas Zinovios’un karısı Ermioni. Ermioni’nin arkasından onu takip eden kocasının eve baskın yapması, hemen arkasından genç bir delikanlının da süslenmiş bir biçimde gelmesi yanlış anlamalar silsilesini başlatıyor. Andreas, karısının “Günahsızım.” demesini kesinlikle dinlemiyor ve açıklama yapmasına izin vermeden delikanlıyı vuruyor. Bundan sonra karısını öldürmeye çalıştığı bir sahne var ki Andreas’ın romanın gidişatında kötülerden mi iyilerden mi olacağını tahmin etmemizi zorlaştırıyor. “Lakin o vazife edinmeyerek, kudurmuş kelb gibi üzerine sıçradı ve oracıkta ümitsizlikle boğuşmaya başladılar. Erkek tırnakları ile hatunun etlerini tırmalar, dişi de dişleri ile rast geldiği yeri ısırır idi. Hain herif, kemâl-i memnûniyetle acı acı kahkaha çekerek, ‘Elhamdülillah öcümü aldım,” dedi.” Burada “hain herif” tamlamasıyla Andreas’ın yazarın çok da favorilerinden olmadığını anlayabiliyoruz ki romanda onu öldürüp aradan çıkaracak. 

Andreas izlerini kapatmak için evi yakacak ve büyük Beyoğlu yangınını başlatan kişi olacak. Her ne kadar kendisi intihar etmek istese de olaylara dahil olan Mösyö Baron tarafından kurtarılıyor. Mösyö Baron ortaya çıkınca anlıyoruz ki Kyriakidis’in kahramanı, gönlündeki iyi, işte budur. Neler mi yapmıyor Baron? Andreas’ı ve evde kilitli kocakarıyı kurtarıyor, çıldırmış adamı sakinleştirip başında bir gözcüyle bırakıyor, yangının büyüdüğünü görünce Kalyoncu Kulluk Sokak’taki meyhanelerden Rum gençleri yardıma topluyor, onlarca aileyi yangından kurtarıyor, birçok yaralı insanı evinde barındırıyor... Ahmet Mithat Efendi için Râkım Bey neyse Epameinondas Kyriakidis için de Mösyö Baron yani Yeorgidas Kallimahis odur. 

Rum delikanlılarla birlikte yangına yardım etmeye başladıklarında Feridiye Caddesi’nde başlayan yangın Aynalıkavak’a, İstiklal Caddesi tarafında ise Sakızağacı Sokak’a kadar yayılmış, öyle büyük bir yangın. Yazar bu arada tulumbacıların aslında ne kadar organizasyonsuz bir ekip olduklarını, taşıdıkları suyla bir şey yapılamadığını, her mahallenin ayrı ekibi olduğunu, bunların da habire kavgaya tutuştuğunu açıklar. En sonunda da ecnebilerin anlaması için şöyle bitirir: “İstanbul’un tulumbacılarının ne yolda olduklarını taşralarda olanlar anlamak isterlerse, akılları ile hesap etmelidirler ki 15-20  yalınayak başı kabak göğsü açık adamlardan mürekkep bir alayın dört tulumbacı sırtında  bir tulumba ile ve acı acı bağırarak seğirttiklerini ve birtakım çoluk çocukların takip ettiklerini hesap etmelidir.”

Romanın iyisi Mösyö Baron ama bu dönem romanlarına bir de kötü gerekiyor, hem de öyle bir kötü ki bir yerden sonra neyi niye yaptığını bile anlamayalım. Yazarın Büyükada’da zengin koca avına çıkmış Madam İvi Allain’i anlatış tarzından romanın “kötü”sünü bulduğumuz izlenimine kapılıyoruz. “Mesela Allain bunu izdivaç etmezden evvel âdi bir karı imiş...” Yazar rahmetli koca Allain’den de hoşlanmayıp saydırmaya devam ediyor: “‘Hımhım ile burunsuz, birbirinden uğursuz’ fehvasınca, encamki ömrü dahi şüpheli, nisâ taifesi Allain ile İvi hakkında pek meşkûk fıkralar tanırlarmış.”

Ve roman içinde Baron’un yani aslında Yeorgios Kallimahis’in, çok önemli ama fakir düşmüş bir “familyanın” son temsilcisinin gençliğine yolculuk ediyoruz. Kiracı kaldığı evin yeğeni güzel Efrosini ile aşkı, kızının doğumu ve feci son, Efrosini’nin kızını da alıp bir başka adama kaçması... Tabii yazar tüm bunları Yeorgios’un tarafını tutarak aktarıyor bize ama âşık olunca cebinden annesinin mezarına diktiği ağacın dalını çıkarıp onun üzerine yemin eden, karısının hamile olduğunu duyunca ağlamaktan bitap düşen bir adam biraz fazla mı sıkıcı ne? Artık öyle bir hâl alıyor ki lohusa Efrosini, kendisine övgüler düzen Yeorgios’a sanki bizim iç sesimizle cevap veriyor. “Teşekkür ederim muhibbem! Zenginler lohusa zevcelerini parlak hediyelerle memnun ederler. Ben fakir olduğumdan, sana kalbimden başka bir şey teslim edemeyeceğim. Onu ise zatından teslim etmiştim... dedi. Efrosini dahi, Ne boş ve zevzek heriftir! Kalbin senin olsun der gibi gülümsedi.”

Neyse ki Yeorgios yıllar içinde kimliğini gizleyip Baron’a dönüşürken bu mıymıylığı da gitmiş gerçek bir erkeğe dönüşmüş, öyle ki koca Beyoğlu yangınının harap ettiklerini neredeyse tek başına üstlenmiş, olayı başlatan gizemi çözmüş, sonrasında da tabii ki her şeyi düzeltmiş. Tabii bu iş düzeltilirken İvi’nin gerçek kimliğini, Ermioni’ye niye tuzak kurduğunu, Ermioni’nin aslında kimin kızı olduğunu öğreniyoruz. Yine dönem romanlarından alışık olduğumuz üzere akrabalık bağları sürpriz olarak karşımıza çıkıyor. Sonunda ise karmakarışık pek çok olay tek tek çözülüyor, babalar kızlarına kavuşuyor, kötüler ise cezalarını çekiyor.

İstanbul Sırları romanı tam da o dönemler meşhur olduğu gibi Londra, Paris gibi büyük şehirlerin gizemlerini anlatan romanlara benziyor. Yangın sahnelerinde Talimhane’den Elmadağ’a hatta Beyoğlu’na uzanan mahzenler, kapalı demir kapılar, gizli geçitler var. Samatya’da geçen bölümlerde alt sınıfın suçluları tüm pislikleri ve vahşetleriyle betimleniyor. Tarabya’da geçen bölümlerise masal gibi, bu balıkçı kasabası, kilisenin huzur veren varlığı ve yeşille mavinin birleşimi, Boğaz’ın eşsizliği aktarılıyor uzun uzun. Kısacası Kyriakidis İstanbul’un bin bir yüzünü de göstermiş okurlara. 

Romanda yazarın ustalığını en çok bu İstanbul bahislerinde görebiliyoruz. Bunun dışında romanın sonunda tüm düğümlerin çözüldüğü Yeorgios ve Madam İvi’nin neredeyse elli sayfa süren bir diyalog bölümü var ki aslında olayların anlatımındaki bunca açıklamaya, bilgiye hiç gerek yokmuş diyor insan. Epameinondas Kyriakidis’i bence çağdaşlarından ayıran bölüm bu olmuş, ne tek bir fazla sözcük var ne de eksik. Müthiş akıcı, tiyatro oyunu izlermiş gibi hissettiren bir diyalog.

Roman tamamen Rumlar arasında geçiyor, bahsi geçen semtlerde az da olsa yaşayan Müslümanlar ortalıkta yok, tıpkı bizim Tanzimat romanlarında azınlıkların olmaması ya da sadece belli rollerde olmaları gibi. E zaten Osmanlı’da halkların bir arada ve kardeşçe yaşadığı masalına hiçbirimiz artık inanmıyoruz. Beyoğlu Sırları Tanzimat romanlarına, eski İstanbul’a ve Rumların yaşamına meraklı her okuru tatmin edecek denli kapsamlı bir roman. Kitapta sözlük olsa bile iyi anlayabilmek için Osmanlı Türkçesine biraz aşina olmak gerekir, bunu da ekleyeyim.


Beyoğlu Sırları

Epameinondas Kyriakidis

Karamanlıcaya çeviren: Evangelinos Misailidis

Yayına hazırlayan: Evangelia Balta & Sada Payır

İstos Yayın, Şubat 2020, 388 s.

* Bu yazı 25 Eylül 2020 tarihli Agos gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Temmuz 2020 Perşembe

Benim Durumumdaki Erkekler - Bağlar - Yedi Yıl: Erkeklikte Ortak İzlek


Ayrılıkta erkeklik izleri

Erken denebilecek bir yaşta evlendim. Kendimce pek çok haklı sebebim vardı, o dönem için doğru bir karardı. Arkadaşlarımın çoğu benden üç beş sene sonra başlayarak sırayla evlendiler. Bir dönem nikâh dairelerinin en gözde konuklarıydık. Sonra bazıları hemen, bazıları üç beş yıl sonra derken boşanmalar başladı. Şu an kadın arkadaşlarımın pek çoğu bekâr anne ve tek başlarına çocuk büyütmeye çalışıyorlar. 
Biraz acımasız olabilirim, evet acımasızım çünkü etrafımda doğru düzgün boşanabilmiş tek bir çift yok. Tek bir baba tanımıyorum ki tüm sorumluluklarını yerine getirsin, herhangi bir konuda ters giden bir şeyde anneyi suçlamasın... Çocuklarının babasıyla arası iyi olsun diye uğraşan, ipleri tamamen koparmak istemeyen annelere kalan ise, ödenmeyen nafakalar, gurur uğruna vazgeçilen maddi haklar, “hiçbir şey istemiyorum, yeter ki çocuğuyla vakit geçirsin” cümleleriyle başlayan sonu gelmez fedakârlık senaryoları ve yine de hep ama hep suçlanan taraf olmak... Tabii ki istisnalar vardır, olmalı da ama çevremde ve ailemde gördüğüm yirmi otuz kişiyi örnekledim işte... Çocuğuyla sonuna kadar ilgilenen ya da hatasını bilip bunun sorumluluğunu alan babaların çoğalması benim de en büyük dileğim. Ama bu ilişkinin neredeyse tüm dünyada da aynı olması ortada umutlanacak pek de bir şey olmadığını gösteriyor.
Oggito’ya yazdığım en son yazı da aslında biraz bu konu üzerineydi*. Rachel Cusk’ın üçlemesinin sonunda müthiş bir erkeklik – kadınlık hesaplaşması vardı. Hatta karakterlerden biri şu cümleleri kuruyordu: “Babası spor arabayla gezer, sahildeki villasındaki kız arkadaşını ziyaret ederken, annemse günde beş kere telefon edip fazla açık sözlü olduğum ve evlendikten sonra çalışmaya devam ettiğim için her şeyin benim hatam olduğunu söylerken, bu küçük şehirde, minicik bir apartman dairesinde, hasta bir çocukla sıkışıp kalmış olmak bana çok hakkaniyetsiz gelirdi.” Ne kadar evrensel değil mi serzenişler? Bu yazı kadın yazar tarafından yazılan ve kadınlığı sorgulayan bir roman için yazılmıştı. Bu kez erkekler tarafından yazılmış romanlardan bahsetmek istiyorum.
Bu yazıda ele almak istediğim konu bahsedeceğim romanların dili, tekniği, sanatı, ustalığı değil kesinlikle, gayet öznel bir biçimde erkeklik, babalık ve boşanma konusunun nasıl ele alındığını anlatmaya çalışacağım. 

Kendine anne arayan bir erkek: Arvid Jansen
Per Petterson’un son kitabı Benim Durumumdaki Erkekler geçtiğimiz kış yayımlandı. Benim okumamsa bir şekilde karantina sürecine denk geldi. Per Petterson çok sevdiğim bir yazar, Türkçedeki her kitabını okudum ama bu roman öyle bir iç döküş gibiydi ve öylesine bir dürüstlükle kendini açan bir “erkek” vardı ki ortada, geçtiğimiz yıllarda okuduğum ve çok konuşulan iki başka romanı getirdi aklıma. Domenico Starnone tarafından yazılan Bağlar ve Peter Stamm’ın Yedi Yıl’ı. Üçü de boşanmaya giden süreci ya da boşanma sonrasını anlatan romanlar, üçünün de yazarı erkek. Ve üçünün arasında konuyu ele alışıyla Per Petterson bence bir yıldız gibi parlıyor.
Benim Durumumdaki Erkekler’de ana karakter Arvid Jansen daha önce Lanet Olsun Zaman Nehrine romanında da karşımıza çıkmıştı. Romanda annesinin hastalığı ve evlilik sorunlarıyla boğuşuyordu ki zaman sürekliliği açısından son romanın anlattığı kesit de üç beş yıl sonrasına denk geliyor. Karısı Turid’den ayrılalı bir yıl olmuş, üç kızıyla ilk başlarda iyi giden bir hafta sonu babalığı yaşasa da son dönemde bu bozulmuş. Yalnız. Mutsuz. Ve hayatının en trajik olayı sürekli aklında. Bu trajik olay konusunda Petterson kurmacayla gerçeği birleştiriyor çünkü aynı Arvid’in annesi, babası ve iki kardeşi gibi Petterson’un da tüm ailesi 1990’daki feribot kazasında hayatlarını kaybetmiş. Gerçek bir olayı alıp, onun yarasını ve acısını kurmaca karakterin yüreğinin ortasına yerleştirmiş. Arvid de bu yaralanmışlığı sebebiyle ayrılmaya giden yolda, ayrılık sürecinde ve sonrasında ne saçmalıklar yaparsa yapsın okurun onu affedeceğini biliyor aslında.
Ailesinin kaybından sonra evliliğinin de ellerinin arasından kayıp gitmesine seyirci kalıyor Arvid. Karısıyla paylaşmadığı zamanın, dertlerin farkında. Hatta evde değil külüstür Mazda’sında uyuma adeti de o dönemlerde ortaya çıkıyor. Turid’in uzaklaşıp kendine yeni arkadaşlar bulması, üç çocuk ve ünlü yazar kocanın arkasında kaldığı yıllar süren bir evlilikten sonra kendine gelmesi, evliliğin en doğal süreci. Bu konuda Arvid çocukça yorumlar yapsa da -karısının arkadaşlarına komik isimler takmak gibi- yaptığı yorumların kendi suçluluğunun üstünü kapadığının son derece farkında. 
İlişkilerde pek çoğumuzun başına gelen, çok tipik bir olay aktarılıyor romanın bir bölümünde. Turid kendi arkadaşlarıyla bir partiye gidecekken Arvid emrivaki yapıp çocuklara bakması için annesini ayarlıyor ve ikisi gitmek zorunda kalıyor. Kendine güvenmeyen, kaybetme korkusu yaşayan bir insan davranışı. Partide Turid doğal olarak kendi başına takılmaya çalışıyor ve artık kendisinin odak noktası olmadığını fark eden Arvid yaşadığı aydınlanmayı yine en içten biçimde aktarıyor:
“Çakırkeyif bir kafayla defalarca bakınarak Turid’i aradım. Onu bir görüyor, bir kaybediyordum. Göz göze geldiğimiz anlarda bile benden tarafa dönmedi, hatta ben yokmuşum gibi davrandı da diyebiliriz, kendisi önceden planladığı gibi tek başına, yani bensiz burada bulunuyormuş gibi yapıyordu ya da kendini burada evinde hissettiği ve özgürce dolaşabildiği için o an içinden nasıl gelirse öyle davranıyordu. Akıl alacak gibi değildi. Arkası dönükken özellikle de üzerinde giysilerle onu diğerlerinden ayırmak imkânsızdı, birden artık burada biz olarak bulunmadığımızın farkına vardım, bu da bende şok etkisi yarattı.” Arvid bu şok etkisiyle olsa gerek önce Turid’in arkadaşlarından biriyle öpüşüp sonra da bir başkasıyla bankta yan yana uzanıyor. Gecenin sonunda karısıyla bungun, küskün konuşmalarından anladığımız Turid vazgeçmeye hazır, Arvid bunu hissetse de kabul etmeye hazır değil.
Roman aslında Arvid’le Turid’in ayrılmalarından bir yıl sonra başlayıp bir geriye gidip bir bugüne dönerek ilerliyor. Turvid’in ağlayarak ettiği telefonla başlayan romanda koşa koşa yardıma giden Arvid, eski karısının başına kötü bir şey geldiğinin farkında. Yıllar sonra ondan duyduğu “Senden başka kimsem yok.” cümlesinin bir yıldır kurmaya çalıştığı dengesini bozacağını da biliyor. “Özlemiyorum bile, diye düşündüm, artık özlemiyorum, üzerinden böylesi uzun bir yıl geçtikten sonra hele, ama bu düşünceyi tam aklımdan geçirip sonlandırmıştım ki, doğruluğundan emin olmadığımı anladım.” İşte daha en başta böylesi çelişkileriyle tanıyoruz Arvid’i, kendini okura tüm dürüstlüğüyle açıyor.
Hataları var elbette. Kızlarını aldığı hafta sonlarında sıkılması, hatta onları uyurken evde bırakıp arabada uyumaya gitmesi, gezmeye gittikleri bir hafta sonu sinirlenip yaptığı kaza, bu kazanın ertesinde büyük kızı Vigdis’in durup dururken bayılmaya başlaması ve kısa bir süre sonra kızların telefon edip artık babalarına gelmek istemediklerini söylemeleri... Tüm bunlarda Arvid’in payı var. Payı olduğunu kendi de biliyor zaten. Turid tüm bu süreci olgunlukla ve hata yapmadan yürütüyor, pek çok kadın gibi. Böylesi bir karar bekâr anne için neredeyse hiçbir erkeğin yapmayacağı biçimde 365 gün 24 saat çocuklarına tek başına bakmak demek, bunu da unutmamak lazım.
Arvid Jansen geçmişi, özellikle de yalnız geçirdiği bir yılı nerdeyse romanın merkezine Oslo’yu koyarak aktarıyor. Oslo’daki barlar, barlarda bulduğu kadınlar, kadınların Oslo’nun farklı farklı semtlerindeki evleri... Bu bitmeyen ve kendisine de acı veren arayışı okudukça aslında Arvid’in annesiyle olan ilişkisinin analiz edilmesi gerektiğini düşündüm açıkçası. Son derece açık, son derece dürüst ama yavru kedi misali durmaksızın şefkat peşinde. Bu arada genetik olarak hormonlarımızın, anaçlığımızın biz kadınlara attığı en pis golün bu olduğunu düşünüyorum, büyümemiş erkeklere annelik yapmak, Arvid de bunu arıyor. “Bana aradığım o sımsıkı tutacak eli ya da kaybettiğim, belki de hiç sahip olmadığım ama hakkım olduğuna inandığım, o yüzden de bir başkasına, Turid’e aktaramadığım o sıcaklığı belki de bu kadının vereceğini düşünmüştüm.” 
Artık bir yılın sonunda belki gerçekten yas süreci bittiğinden belki aradığı şefkati tam da istediği gibi “anne” figürü olabilecek bir kadından gördüğünden Arvid silkiniyor ve kendine geliyor. Romanın sonunda dört yıl sonraya sıçrıyoruz ve Arvid’le Turin’in artık on altı yaşına gelmiş Vigdis’le ilgili bir meselede karar vermeleri gerekiyor. Bu meselede karar mercii yine Turid ve Arvid’e Vigdis’le aralarındaki mesafe dolayısıyla aslında kararın ona kalmayacağını kibarca hatırlatıyor. Arvid yine tüm erkek şaşkınlığıyla kızıyla her gün telefonda konuştuğunu filan geveliyor ama sonunda kabulleniyor, evet, erkekler boşardıklarında sadece karılarından değil çocuklarından da boşanıyorlar ve o mesafe acı bir gerçek. Yine de Arvid’in Turid’e bakıp da düşündükleri bir ayrılık romanı ancak bu kadar güzel bitebilir dedirtiyor okura: “Turid, eski aşkım, onu kaybedersem her şeyimi kaybederim dediğim kadın peşimden geldi ve elini omzuma koydu. Eline baktım, güneş yanığıydı, çok güzeldi, çok iyi tanırdım bu eli, inceliğini, hafifliğini, (...) son gördüğüm güne oranla çok daha iyi görünüyordu, yüzünde tek bir çizgi, gözlerinin altında tek bir halka bile oluşmamıştı henüz, eskiden yani benimken böyle görünmüyordu diye geçirdim içimden, yeni bir sevgili bulmuş olmalı, ondandır.” 
Benim Durumumdaki Erkekler’de yaralı, hatalı ama en azından bunları fark eden ve hiçbir şekilde, tek bir imayla bile boşandığı karısını suçlama yoluna gitmeyen Arvid Jansen, unutulmayacak bir karakter hâline geliyor.

Bağlar’daki sinsi erkeklik
Oysa yazının başında bahsetteğim diğer kitaplarda bunun tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Bağlar aile konusunda oldukça başarılı bir roman, üç ayrı anlatıcı tarafından yıllara yayılan bir süreç aktarılıyor. Aldo ve Vanda’nın çalkantılı evliliği ve kötü etkilenmiş çocuklar, Sandro’yla Anna. Domenico Starnone aslında ilk bölümde terk edilen eşin yazdığı mektuplarda erkeğin değil kadının tarafında olduğunu hissettiriyor. Aldo ilk bölümde görüğümüz üzere korkunç bir erkek, sorumsuz, başkası için karısını ve çocuklarını terk ettikten sonra onları arayıp sormayan, mektupları yanıtlamayan, hatta para göndermeyen bir erkek. Yıllar süren bu ayrılıkta bir ara çocuklarını alıp bakmaya karar verdiğinde ise bu işi arkadaşlarına yıkıp yine gidip sevgilisinde kalan biri, yani ondan tiksinmemiz için tüm şartlar mevcut. Oysa ikinci bölüme geldiğimizde yani olanları Aldo’dan dinlediğimizde ki ayrılık sonrası tekrar barışmışlar, Aldo evine dönmüş, hatta aradan otuz yıl geçmiş, yaşlı bir karı kocaya dönüşmüşlerdir, alttan alta hep bir Vanda eleştirisi görülüyor. 
Bir bölümde dolandırıldığını anlayan Aldo bunu Vanda’ya söylediğinde karısını şöyle betimliyor: “Paraya çok kıymet verir. Hayatı boyunca tasarruf konusunda takıntılı oldu ve bugün hâlâ, yerde bir kuruş görecek olsa, bütün sancılarına rağmen, sokakların pisliğine de hiç aldırmadan eğilir alır.” Bu cümleleri yıllarca para göndermediği için evindeki eşyaları topluca satıp kardeşinin yanına taşınmak zorunda kalmış karısına söylediğine dikkat çekeyim.
Başkasıyla beraber oldum dediğinde ve evliyken bu beraberliği sürdürmek istediğinde ise Vanda’nın anlayışlı olması gerektiği, gidip de dönebileceği fikrine alışması gerektiği, yeni zamanlara uyup rezalet çıkarmaması gerektiği gibi fikirlere sahip Aldo. 
Fakat zaman geçip de evine döndüğü günleri anlatmaya başladığında anlatıcının tavrında garip bir değişim hissediyoruz aslında. Aldo bu kez karısına sadık, uslu, ailesi için çok para kazanmış, ne istedilerse yapmış bir adam rolüne bürünmüş. Şöyle cümleler kuruluyor intihara bile kalkışan, en baştan beni aslında dengesiz bir ruh hâli içinde olduğu sezdirilen Vanda için: “Vanda’dan korkmaya ne zaman başladım bilemiyorum. (...) Ben hiçbir kabahat işlememeye çalışıyordum. İşteki sıkıntılarında ona dalgın bir şekilde destek oluyordum, eve gelen temizlikçi kadınlara çıkardığı zorluklara seyirce kalıyor, ev hayatının katı kurallarına uyuyordum.” İşte bu satır aralarında gizlenen erkeklik bence Benim Durumumdaki Erkekler kitabıyla en büyük farkı oluşturuyor. 
Aldo’nun suçlu olduğu en baştan beri öne çıkarılmaya çalışılsa da alttan alta Vanda’nın ne kadar şirret bir kadın olduğunu seziyoruz. Sadece Vanda’yla kalmıyor üstelik, son bölümün anlatıcısı Anna da gayet vicdansız ve sert bir biçimde tasvir ediliyor. Bu kez ağbisi Sandro, Anna’nın ailesiyle ilgili hain planlarına “Otuz yıl sonra çocukların sana aynısını yapsa sen nasıl tepki verirsin?” diye soruyor. Yazarın bilinçli mi yoksa farkında olmadan mı böyle bir rol dağılımına gittiğini bilmiyorum ama Sandro’nun aynı babası gibi vicdanlı bir erkek, Anna’nın ise annesi gibi hırçın ve kalpsiz gösterilmeye çalışılması romanı okuduğum ilk günden beri beni çok rahatsız etti.

Alexander ve bitmek bilmeyen temize çıkma çalışmaları
Peter Stamm’in Yedi Yıl’ı çok daha steril, beyaz Avrupa’ya dair bir roman. Alexander adındaki bir mimarlık öğrencisinin yıllar boyu Polonyalı göçmen Iwona’yı istismar etmesi anlatılıyor diyebiliriz kabaca. Iwona’yla ilişkisinin zaten elle tutulur tarafı yok, o konuya girmeyeceğim ama yıllar sonra hamile kaldığında onu “en iyisinin bu olduğuna” ikna eden ve bebeği karısıyla evlat edinen manipulatif bir adam var karşımızda. Karısı Sonja’ya -ki o da soğuk ve duygusuz olarak çiziliyor genellikle- durumu anlatıp onun da kabul etmesiyle Sophie’yi kendi kızları olarak büyütüyorlar. İlk başlarda Sonja, Sophie’yi emzirmeye çalışacak denli çok seven bir kadın olarak betimleniyor. Sonraki yıllarda ise Sophie’nin fazla talepkâr bir çocuk olmasının getirdiği zorluklarda baba kızıyla sabırla ilgilenirken, sinirlenip giden, bağıran, işini tercih eden Sonja oluyor. Bu zengin çiftin işleri bir biçimde ters gitmeye başlayınca yoksullaşmayı kendine yediremeyen Alexander teselliyi alkolde arıyor. 
Romanda anlatılan bir olay çok ilginç bir biçimde Benim Durumumdaki Erkekler’le aynı. Bir gece içkisi biten Alexander, Sophie nasıl olsa uyanmaz diye onu evde bırakıp arabasına atlayıp içki almaya gidiyor, işyerindeyken kocasını arayan Sonja ise çocuğun evde yalnız kaldığını anlar anlamaz harekete geçiyor. Olayın gereksiz yere büyüdüğünü düşünen çakırkeyif Alexander eve geldiğinde Sonja’nın çocuğun yanında kalmak üzere anahtarı olan komşularını çağırmış olduğunu görüyor. Arvid de uyuyan çocuklarının yanında kalmaya dayanamayıp arabasında uyumaya gidiyordu. Çocukların yanında sarhoş oluyordu ki Turid’den ilk haklı azarı bu yüzden yiyordu. Yazarlar her iki olayda da erkek bakış açısıyla kadın bakış açısının farkını çok net bir biçimde veriyor aslında.
Yedi Yıl romanının sonlarına doğru artık boşanma sürecine girilmişken erkek anlatıcı kendisini temize çıkarma çalışmalarına yine başlıyor ve Sonja’nın Sophie’yle eskisi kadar ilgilenmediğini veriyor satır aralarında. Zaten en sonunda Marsilya’ya taşınmaya karar verecek olan Sonja, Sophie’yi almayacak, babasıyla kalmasına karar verecektir. Evet yine Benim Durumumdaki Erkekler’den farklı bir erkeklik algısına geri döndük. Yıllarca bir kadını istismar edip onu hamile bırakıp üstüne çocuğunu elinden alan adam, hatalarını okura anlattıkça temize çıktığını sansa da iş çocuk ve boşanma konularına geldi mi sinsice bir erkeklik sızıyor satırlara. Çocuk öz çocuğu olmasa da, hatta kendisini aldatmış olan kocasının çocuğunu yine de öz çocuğu gibi büyütmüş olsa da, ne demek zamanla çocuktan uzaklaşmak ve hatta onu almadan başka ülkeye gitmek, hem de bir kadın, bir anne için? Bu sadece babalarda bulunan bir hak.

Erkeklik gafletine düşmeden yazabilmek
Toparlamam gerekirse Benim Durumumdaki Erkekler’de Per Petterson’un hatalı konumdaki bir erkeği tüm günahıyla okurun karşısına çırılçıplak çıkarması, bildiğimiz ve yukarıda örneklediğim Bağlar ve Yedi Yıl’daki gaflete düşmemesi ve en sonunda ilişkinin doğru bir yere evrilmesi beni hem şaşırttı hem de umutlandırdı. Kimin nasıl yazacağına karışmak, feminist bir eleştiri yapmak gibi bir amacım olmadığı anlaşılmıştır sanırım. Sadece üç ayrı romanın üzerimde bıraktığı izlerden yola çıkarak etrafıma baktım.
Bu üç romanda bile kadınların yaşadığı zorlukla erkeklerin yaşadığı zorluğun ne denli farklı olduğu görülüyor. Kadınların sırtına binen yükü azaltmak bir yana her durumda onları suçlamaya çalışmak hiç düzelmeyecek dediğimiz ilişkilere götürüyor bizi. Bundan etkilenen çocuklar da bir yerde ana-babalarının rollerini devralıyorlar ve her şey sonsuz bir kısır döngüye dönüşüyor. Nasıl düzelecek bilmiyorum. Düzelmesi gerektiğini biliyorum. Siz de bir düşünün etrafınızdaki kadınları, bekâr anneleri, aldıkları sorumlulukları erkeklerle kıyaslayın, nasıl bir uçurumun kıyısında olduğumuzu göreceksiniz.

Banu Yıldıran Genç




Benim Durumumdaki Erkekler, Per Petterson, çev: Banu Gürsaler Syvertsen, Metis Yayınları
Bağlar, Domenica Starnone, çev: Meryem Mine Çilingiroğlu, Yüz Yayınları
Yedi Yıl, Peter Stamm, çev: Regaip Minareci, Nebula Kitap
* Bu yazı oggito'da yayınlanmıştır.

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Nevada


Nevada: Edebiyatla bütünleşen coğrafya
Türkçede daha önce hiç yayımlanmamış yazarları bulmakta, bu yazarların öykü ve romanlarını iyi çevirilerle okura sunmakta usta olan Yüz Kitap son kitabıyla Amerika’nın genç ve yetenekli bir yazarını tanıştırıyor bizle. 1984 doğumlu Claire Vaye Watkins, Nevada’daki öykülerde doğup büyüdüğü Kaliforniya ve Nevada bölgelerini neredeyse birer ana karakter gibi işlemiş.
İlk öyküde yazar bize kendini açıyor çünkü adım adım hem Reno kasabasının bugününe hem de Claire Vaye Watkins’in kişisel hikâyesine geliyoruz. Hayaletler, Kovboylar adındaki öykü şöyle başlıyor: “Annemin çekip gittiği gün Razor Blade Baby bizim oraya taşındı. Sonuçta, başlangıçları düşünmeden edemiyorum.” Ve anlatıcının öyküye farklı farklı başlangıç önerileriyle devam ediyor, bu önerilerde 1860’larda Reno kasabasının bahtsız bir maceracı tarafından nasıl kurulduğunu, 1880’lerde oraya taşınan gay bir mimarın kasabanın kaderini değiştirip nasıl yanarak öldüğünü, Los Angeles’ta 1940’lı yıllarda içinde kovboy filmlerinin çekildiği bir set olan çiftliği, 1960’da Nevada çölünde deneysel olarak yapılan ve halkın izleyip soluduğu yüz dört kilotonluk nükleer patlamayı, 1968’de içinde kovboy film seti olan bu çiftliğin Charles Manson’ın tarikatının kurulduğu yer olduğunu ve anlatıcıyla -bu öyküde yazarın kendisi- bağını birer birer öğreniyoruz. Bu bağ, yazarın babası Paul Watkins’in o dönemde Charles Manson’un bir numaralı yardımcısı olması.
Yazar öyküde kendi adını kullanarak aslında kurmacayla gerçek arası bir tür denemiş. Manson’un o çiftlikte bebeğini bir türlü doğuramayan genç bir kıza jiletle yardım ettiği ise bir rivayet ve bu bebek yani Razor Blade Baby, öykünün kurmacaya bağlanan kısmı. Bu bebeğin doğumu bir efsane gibi anlatılagelmiş, Claire Vaye Watkins onu öyküde bugününün tam ortasına yerleştiriyor. Babası sonradan tarikattan ayrılıp Manson’un aleyhine ifade verse ve pişmanlığını gösterse de yazarın aklı hâlâ karışık: “Yıllar sonra, Hodgkin’s hastalığı babamı yiyip bitirdikten çok daha sonra, annem babamın ‘Charlie’nin bir numaralı genç kız tedarikçisi’ olduğunu söylemişti. Bunu utanarak mı yoksa gururla mı söylüyor, anlayamamıştım.” Kendisini ve yaşamını okura bu denli içtenlikle açan Watkins’in bu girizgâhı pek çok öyküde göreceğimiz izleğin de başlangıcı: İntihar eden anneler. Öykünün bir yerinde “et bıçağı saplanmış bilekleri”yle betimlenen anne bir gün bunu gerçekten başaracak ve kızının öykülerinin leitmotif’i olacak. 
Man-O-War öyküsü yine olabilecek en garip yerlerden birinde geçiyor. Issız, kimsenin olmadığı ve aslında girişin tamamen yasak olduğu iki buçuk milyon dönümlük bir havza, Nevada’daki Black Rock çölü. Bu çölü aslında sağ olsunlar son dönem zenginlerimizin gittiği Burning Man festivalinden biliyormuşuz. Claire Vaye Watkins’in en büyük başarısı bence coğrafyayı öykülerin en önemli parçası hâline getirebilmek. Öykü bu bölgede yaşayan emekli madenci Harris’in 5 Temmuz sabahı Bağımsızlık Günü kutlamalarının sarhoşluğu sırasında havai fişeklerini, patlayıcılarını unutanların ardından keşfe çıkıp bulduklarını toplamasıyla başlıyor. Hatta adını da bu patlayıcılardan birinden alıyor: “... bir tane de artık neredeyse hiç bulunmayan, Man-O-War marka, profesyonel havai fişek bataryası... Kızılderili bir oğlan 1999 yılında kardeşinin suratını bu bataryayla parçaladığından beri Paiute topraklarında bile kullanılması yasaklanmıştı.” Keşif turunu tamamlayıp eve dönmeye çalışan Harris’in kurduğu tüm düzen, köpeği yaşlı ve sakat Milo’nun çölün ortasında yatan genç kızı bulmasıyla bozulacak. Kızın yaşadığını anlayıp eve getirmesiyle münzevi hayatının da detaylarını öğreneceğiz. Baygın kıza yaşaması için tek çare olan suyu bol bol içirirken en fazla on beş on altı yaşında gösteren yüzündeki aşırı makyajı, süslü kıyafetleri ve göbeğindeki kocaman morluk dikkatini çekecek Harris’in. Ertesi gün ayılan ve eve gitmek istemeyen, artık adını da öğrendiğimiz Magda’yla Harris bambaşka bir bağ kuracak. Magda’nın bir şey yemediğini görünce kilerden tuzlu kraker getirmesi ise öykünün tepe noktalarından biri: “‘Eski karım bunlardan kutu kutu yerdi.’ ‘Ne mutlu ona,’ dedi Magda. ‘Bilhassa hamileyken,’ diye ekledi. ‘Sanırım bulantısını biraz olsun bastıran tek şey buydu. Her yere bunlardan koyardı. Komodinin üstüne, ilaç dolabına, kamyonetin torpido gözüne.’ Magda karnına dokundu, sonra elini hızla kaldırdı. Tuzlu krakerlere şöyle bir baktı, sonra paketi açtı. Bir kraker çıkardı, tuzlu tarafını diline bastırdı. ‘Anlaşılıyor mu?’ diye sordu, ağzı doluyken.” Bu detayla öğrendiğimiz hamilelik, Harris’in karısı hamileyken kaybettikleri bebeği anımsamasına yol açıyor. Sonrasında ise Magda bebeğin babasını söyleyecek kadar değilse de karnındaki morluğun sebebini açıklayacak kadar güveniyor Harris’e. 
Yaşlı adam nedense hayır diyemediği bu kızı evine götürmeyi geciktirdikçe geciktiriyor, yüzmesi için termal su kaynaklarına götürüyor, izlemesi için havai fişek patlatıyor. Ve ertesi gece onu uyurken izlerken bağlandığını hissediyor birden. “Kızın bebek arabasına ihtiyacı olacak diye düşündü. Araba koltuğuna... Kısırların doğurganlara nasıl bağlandığını düşündü. Bizim, dedi içinden, beşiğe ihtiyacımız olacak.” Öyküde Harris’in iyi kalbine şahidiz, sabah onda havanın 41 dereceyi bulduğu, toprağın üstünde ısı dalgalarının salındığı çölün ortasında bulduğu bu kıza ve bebeğine dair kurduğu hayallere, umutlarına da... Sabah Magda’nın babası kızını almaya geldiğinde Harris’in hissettikleri, büyük bir kavga, şiddet beklentisi uyandırıyor, Magda gitmeyecek sanıyoruz ama öyle olmuyor, teslimiyetle biten bu sonda asıl yumruğu yiyen yine biz oluyoruz. “Magda babasının kamyonetine döndü. Castaneda kızın elini tutarak arabaya binmesine yardım etti. Kapıyı kapatmadan önce kızına gülümsedi ve ensesini okşadı. Çok kısa sürmüştü -bir an sadece- ama Harris adamın kıza dokunuşundan her şeyi anladı.” İşte Watkins’in bu hiçbir şey söylemeden her şeyi sezdirerek yarattığı son, edebiyatımızda en çok eksikliğini hissettiğim şey diyebilirim.
Yazarın bambaşka tekniklerle yazdığı diğer bir öykü Arşivci. Adını bilmediğimiz kadın anlatıcı kendisini pek de sevmeyen Ezra’dan ayrılmasının acısını yaşıyor. Kız kardeşi Carly’nin desteğine, yeni doğmuş yeğeni Mucize’ye ve hatta Ezra’nın uğruna terk ettiği eski erkek arkadaşı iyi kalpli Sam’in yardımlarına rağmen içinde bulunduğu boşluktan çıkamıyor. Güzel sanatlar okumuş anlatıcı sık sık eşyalarına bakıp Ezra’yı hatırlıyor ve bir Yitik Aşklar Müzesi kurmayı tasarlıyor, bir ayakkabı, ön kapı ve yataktan oluşan sergi nesnelerini düşünüyor, hatta içten içe etiketlerini yazıyor. (Bu kısımlar bana Masumiyet Müzesi’ni hatırlattı aslında.) Bir süre sonra hamile olduğunu anlıyor ve Sam’le birlikteyken olduğu kürtajı anımsıyor. Kürtajı anımsadığı bölüm öyle bir teknikle yazılmış ki hem okur hem de anlatıcı olayların trajikliğinden minimum düzeyde etkileniyor diyebilirim. Her şey klinikte anlatıcının şahit olduğu bir telefon konuşmasıyla aktarılıyor, bir kadın telefonda arkadaşına neler yaptıklarını, doldurduğu formları, seçmesi gereken anestezi yöntemlerini, sonrasında onları neler beklediğini uzun uzun anlatıyor. Biz de yaşanan her şeyi bu kadının aracılığıyla öğreniyoruz. Bu kez bebekle ne yapacağına karar veremeyen anlatıcının asıl trajedisi ise öykünün başında geçiştirdiği “Annemiz dünya güzeliydi ve alkolikti.” cümlesine dayanıyor. Anne ölümü bu öykünün de en önemli parçası. Zihnindeki müzesini düşünüyor yine: “Yitik Aşklar Müzesi’nde bir Anne Kanadı olabilir.” Sonra bu kanadı dolduracağı nesneleri, duyguları tartıyor ve şöyle bitiriyor cümlesini: “Ama Anne Kanadı büyük ihtimalle tamamen boş olur.” Öykünün sonunda Carly’e patlayıp bağırması, sonrasında ağlaması ve hem itiraf eder hem de yardım istercesine “İçimde annemden çok var, varlığını hissedebiliyorum.” demesi ise tüm korkularını anlamamızı sağlıyor.
Bahsetmek istediğim son öykünün adı Kazı Yerleri. Yüzbaşı John Sutter’a ithaf edilmiş. Öykü bir dönemi, o kadar büyük bir gerçekçilikle anlatıyor ki kimmiş bu John Sutter diye araştırırken kendimi Amerika’nın “Altına Hücum” yılları içinde kaybettim. Watkins bir dönemi olanca gerçeği ve detayıyla kurmacaya aktarmış. İki kardeşin Ohio’dan kalkıp altın bulma umuduyla Kaliforniya’ya gelmesi, yolculukta yaşadıkları zorluklar, her şeylerini kaybetmeleri, zar zor kazı yerine varınca bölge sahibi İsveçli -muhtemelen Sutter’ın oğlu- tarafından kazıklanmaları, kazıya dünyanın öbür ucundan gelmiş Çinliler, onların uğradığı ayrımcılık, açlıktan ve pislikten bir süre sonra hastalanmaları gibi olayların dışında, altın bulmaya yarayan tüm aletleri olanca detayıyla betimlemesi, eğlence için yapılan bir boğa ve ayı dövüşünü tüm vahşetiyle anlatılması (film izlerken olduğu gibi gözümü kapadım birkaç yerinde) sanki bir yazarın çalışarak nasıl tarihi bir öykü hatta novella -toplam elli iki sayfa- yazabileceğini gösteriyor. 
Amerika’nın üzerinde kurulduğu topraklara ve o toprakların yerlisi insanlara ihaneti pek çok öyküde hissediliyor. Belki de o yüzden lanetlenmiş topraklar konusunda çok benzediğimizi düşündüm. Öyküler hem çok sert hem de çok insana dair. Zeynep Baransel’in usta çevirisiyle Nevada’yı kaçırmayın.


Banu Yıldıran Genç

Nevada
Claire Vaye Watkins
çev: Zeynep Baransel
Yüz Kitap, Şubat 2020, 255 s.


* Bu yazı Agos Kirk'in Mart 2020 sayısında yayımlanmıştır.

22 Nisan 2020 Çarşamba

Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı


Yalnızlık Ömür Boyu
Çiyil Kurtuluş uzun süredir öykülerini takip ettiğim bir yazar. Öykülerinde tanık olduğum yaşamlardan kesitler görmek ve bu kesitlerin detaylı ve incelikli anlatımı dikkatimi çekmişti diyebilirim. Bu ayın başında ikinci öykü kitabı Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı, Notos Kitap tarafından yayımlandı. Kitapta yirmi altı öykü yer alıyor, uzun yazmayan, sözcükleri ekonomik kullanan bir yazar Çiyil Kurtuluş.
Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı, adıyla okuru tavlayan kitaplardan. Geçtiğimiz günlerde bir söyleşide bu ada dair söyledikleri aslında tam olarak öykülerin ruhunu da aktarıyor bize: “Gel, diyorum okura, aramızda bir bahçe var, o kadar yakınım sana. Kaçma benden, kendinden. Bende ne varsa aynısından sende de var. İnsan insana benzer. Acılarımız, dertlerimiz, sevinçlerimiz ortak. O yüzden yakınlaşır ve yine o yüzden uzun zaman yan yana durmakta zorlanırız.” 
Öykülerde pek çok kez aile kavramı kurguya dahil ediliyor, biz bu kavramın ne denli sahte ve çıkarcı olduğunu biliyoruz aslında, okuyoruz, okurken bileniyoruz ama Çiyil Kurtuluş tek bir cümleyle bizi yükseldiğimiz yerden durgun sulara geri çekip başka duyguları anımsatıyor, sevgi gibi, şefkat gibi... O nedenle Biz Bir Aileyiz öyküsünde tekne tatilinde bir araya gelmiş kalabalık bir aile tablosu çizilirken, son akşamın gerginliği, küçük hesaplaşmalar, anlatıcı ablayla kız kardeşin eski günlerin hatırına yaptıkları kaçamak ve bu kaçamağın yılların hesaplaşmasına dönüşmesi bize çok tanıdık geliyor. Tanıdık olmayan şey ise şefkat duygusu. Küslük ve kızgınlıkla biten bir gecenin iki kardeş tarafından ortaklaşa, doğallıkla, küçük sürprizlerle güneşli bir sabaha dönüştürülmesi, Çiyil Kurtuluş’un son dokunuşu işte.
Aynı dokunuşu kitabın en politik öyküsü Basit Bir Hesaplaşma’da da görüyoruz. Yıllar sonra bir otelde işkencecisi albayla karşılaşan bir avukat bu kez öykünün ana karakteri. Terasta kahvaltı ederken albayı izledikçe intikam hayalleri kuran bir mağdur. Yıllarca belki de bu karşılaşma ânını düşünen avukatın terası terk ederken tek yaptığı bastonunu düşürüp de alamayan albayın bastonunu yerden kaldırmak oluyor. Verdiği yegâne ceza ise uzanıp koluna girecek gibi yapan eli boşta bırakıp çekip gitmek. “Neredeyse babası yaşındaydı. Bastonu sandalyesine dimdik dayadı, oradan hızla uzaklaşırken bir tabutun içinden albayın teşekkür eden sesi geliyordu.”
Yeni tanıştığı bir adamla birlikte yaşamaya karar vermiş annesiyle anlayışsız bir kocanın arasında kalan bir kadının annesinden taraf çıkması, ondan duyacağı tek bir sevecen cümleye bakıyor. Yıllar sonra bir tatilde bir araya gelmiş anne kızın, başka bir dille büyütülen torun üzerine münakaşaları küçücük bir kazayla sonlanıveriyor, herkes kendi kızının saçını okşamaya başlıyor birden, atsan atamayacağın satsan satamayacağın bir sevgi işte. 
Bu sevginin en yalın ve acı anlatımı ise bence Kim Yalnız öyküsünde yer alıyor. Uzun bir süredir hasta bir babaya bakmak durumunda kalan Pelin, uzakta ve biraz da rahat bir kardeş Tolga, yorgunluk, uykusuzluk derken tüm gerçekçiliğiyle öyküye dahil olan kan, kusmuk, dışkı, ölüm bizi bir anda tokatlıyor. Ardından gelen, iki kardeşin hesaplaşması ve Pelin’in neredeyse dokunacağımız bir gerçeklikle hissettirilen onulmaz acısı. 
Hemen hemen tüm öykülerde bir yalnızlık duygusu olsa da bundan yakınmayan ve bir biçimde gücünün farkında olan karakterleri var Kurtuluş’un. Bekâr ve yalnız kadınlar, evli ve yalnız kadınlar, arkadaşları tarafından yalnız bırakılmış erkekler, ailede yalnız kalmışlar... hemen hepsi öykülerde kendilerine yer buluyor. Öyküler daha çok üst orta sınıfı ve beyaz yakalıları konu alırken aslında yaşamımızın çokça içinde olan başka detayları da yakalıyor yazar, başka ülkelere göç etmiş çocuklar, ana dili farklı torunlar, ortalıkta dolanan bakıcılar... Tiyatro oyunu da yazan Çiyil Kurtuluş’un içe dönük, sayıklamalı öykülerindense diyalogla ilerleyenleri daha çok sevdim çünkü yaşamdan herhangi bir kesiti alıp onu doğal, karaktere uyan konuşmalarla bambaşka yerlere götürebiliyor. 
Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı okurken kendimle hesaplaştığım kitaplardan oldu. Son yıllarda yaşadığımız haksızlıklar, içine düştüğümüz çarpıklıklar bir biçimde beni intikam beklediğim bir ruh haline itmiş ve çok yorulmuşum, bunu öyküleri okudukça fark ettim. Oysa belki de ihtiyacımız olan gerçekten de merhameti kaybetmemek. Bizi yoran, yıpratan duyguların yerine bir biçimde yan yana durabilmek. O hiç değişmeyen yerde, bahçemizde.


Banu Yıldıran Genç

Çiyil Kurtuluş
Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı
Notos Kitap, Şubat 2020, 148 s.


* Bu yazı Agos Kirk'in Şubat 2020 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

23 Mart 2020 Pazartesi

Bir Küçük Delilik


Hayatla baş etme yöntemi olarak küçük delilik anları
Arzu Uçar ilk kitabı Dış Kapının Mandalı’yla 2015 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazanmış. İkinci öykü kitabı Bir Küçük Delilik ise geçtiğimiz aylarda İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabını oyunlar oynamasını söyleyen Mehmet Erte’ye ithaf etmiş ki gerçekten de oyunlar ve adının çağrıştırdığı gibi küçük küçük delirmeler tüm öykülerde görülen ortak motiflerden.
Modern hayatın getirdiği zorluklara, beyaz yakalı ya da üst orta sınıfın yaşadığı anlamsız çelişkilere odaklanan, aileyi didikleyen öyküler özellikle dikkat çekici. Sanırım bir yazarın yazmaya en iyi bildiği şeyden başlaması başarının anahtarlarından biri. Arzu Uçar birkaç öyküde taşraya değinse de asıl olarak şehir hayatında yaşananların gözden kaçan yönlerini ortaya çıkarması, ilişkilerin alt metnini kendine has yorumlamasıyla öne çıkıyor.
İlk öykü kitapla aynı adı taşıyor. Evde oturan, sıkılan, sıkıldıkça belli ki obsesif kompulsüf özellikler geliştiren, adını bilmediğimiz bir kadın, anlatıcı olarak seçilmiş. Daha en baştan “Bugün gelecek, dedi kadın. İçinden. O sırada tel süzgeci duruluyordu akan suda. İki tarafını da iki kere.” cümlesiyle hem takıntı meselesine değiniliyor hem de öykünün mesafeli bir anlatımı tercih edeceği imleniyor. Öykü boyunca içinden/dışından vurgusu yapılıyor çünkü kadın karakterin kafası o kadar karışık ki bazen içinden söylemesi gereken şeyi dışından da söyleyiveriyor. İçinden/dışından diye okurla beraber kendisine de hatırlatması gerekiyor. Kafası niye karışık kadının, bilmiyoruz, sadece tahminlerimiz var. Beklediği, merak ettiği kişinin eve gelen adam olmadığı birkaç cümlede okura sezdiriliyor. Sıkça vurgulandığı üzere evde temizlik yapmaktan oturup kitap okumaya vakit bulamayan, tüm işleri sıraya koymuş, o sıra bozuldu mu dengesi şaşan bir kadın. İçinde bulunduğu kısır döngüden ve onu eve hapseden -kendi yarattığı- sorumluluklardan delirmek üzere. Bazı küçük delirme anlarında kendini lodosta bir türlü toplayamadığı çarşafla gökyüzünde uçarken görüyor mesela, sahile gidiyor. Sonra tabii gerçeklik baskın çıkıyor, yeryüzüne geri dönüyor. Hepimizin bir biçimde tanıdık olduğu bu hayatı anlatırken Arzu Uçar’ın başarısı bence pek çok yazarın yaptığının tersine bize hiçbir şeyi açıklamayışında yatıyor. Kimin beklendiğini, hatta bu bekleyişin gerçek olup olmadığını, kadının niye çalışmadığını bilmiyoruz. 
Şehrin ve son on küsur yıldır hayatımızın bir başka unsuru çocuklu yaşam baskısının bambaşka bir biçimde ele alındığı dikkati çeken diğer bir öykü Ophelia’nın Beklenen Doğumu. “Parkta oynuyor Ophelia.” cümlesiyle başlayan öykü, ilk paragrafın sonunda “Bu kız Ophelia olabilir işte. Tam olması gerektiği gibi narin ve sağlıklı bedeni, etrafına sevgiyle bakan parlak gözleri ve aşırıya kaçmayan hareketliliği. Tam Nina’nın hayal ettiği gibi.” cümleleriyle biterken yazar bilerek ve isteyerek kafamızı karıştırıyor. Daha sonra anlıyoruz ki tiyatrocu çift Hüseyin ve Nina bir Ophelia’larının olması için her şeyi hazır etmişler, güvenlikli, tel örgülü, hatta kuşlar rahatsızlık vermesin diye ağla çevrelenmiş şehir dışındaki bir siteye taşınmışlar, iki günde bir spermler daha hareketli oluyor diye sabahları sevişip bekleyip duruyorlar. Şehir dışına yayılan bu steril yaşamın zorlukları, son yıllarda hem muhafazakâr hem modern kesimden gelen çocuk sahibi olma gerekliliğinin baskısı bir yandan Nina da Hüseyin de yaşamlarına neşe katacak bu olayı neredeyse kabusa çevirmiş durumdalar. Bu öyküde de ilk öyküdeki gibi bir delilik hâli var, Nina gözüne Ophelia olarak kestirdiği bilumum çocukla konuşurken buluyor kendini, sonra bir panikle anne ve babasının duyup duymadığını kontrol ediyor. İçinden/dışından ayrımı ve delilik öykülerde ustalıkla tekrarlanmış. Bu öyküde tiyatro repliklerinin de metne hem anlam hem biçim olarak zenginlik kattığını eklemeliyim.
Başka bir tür deliliği Diyelim ki Ben Madonna’yım öyküsünde okuyoruz ama bu kez kendini başka dünyalarla, insanlarla özdeşleştirerek iyileşmeye çalışan kişi bir çocuk olduğu için hazmetmesi daha zor. Annesi ve babası ölmüş, ergenlik çağındaki bir kızın hayaller, gerçekler içinde hayatına devam etmesine tanık oluyoruz. Popstar olduğuna inanan kızın evde söz dinleyen uslu çocuk rolüyle okulda cinselliğini ön plana çıkaran şuh şarkıcı rolünün çatıştığı yerler yine iç konuşmalarda, delirme anlarında belli oluyor. Bu öykü kutsal aile, torununa bakan fedakâr anneanne mitini de yerle bir ediyor aslında. “Dayım konuyu değiştiriyor. ‘Cezalarını çekecekler, devlet vermezse ben kendi elimle vereceğim.’ Anneannemi bekliyor; onun cesaretine, erkekliğine saygı duysun ve yapabileceklerinden korksun. Sütüyle tehdit ederek başına açacağı belalardan vazgeçirsin onu. Sabiha Hanım ‘Sakın ha oğlum,’ diye başlıyor. ‘Geçen rüyamda seni kötü gördüm zaten, başında kapkara bir bulut vardı. Bak benim rüyalarımı biliyorsun. Tedirgin etme beni.’ Sahnesini tamamladığı için dayımdan ses çıkmıyor.” Arzu Uçar’ın her şeyi açıklamaması, mesela bu öyküde anne-babaya ne olduğunu, dayının kime ceza vereceğini bilmememiz bence yine öykü adına verilmiş güzel bir karar. Bu öyküde yalnızca küçük bir kızın söyleyemeyeceğini düşündüğüm cümleler rahatsız etti beni. “Hayat benden bir drama queen yaratmak için elinden geleni yapar bu arada.” gibi. Onun dışında özellikle İzmir Marşı detayı bu zor öyküde bile beni güldürdü, Uçar’ın absürt durumlar yaratmadaki becerisini belirtmek gerek.
Kitabın son öyküsü A Noktasından Yusuf’un Kuyusuna adını taşıyor. Egosu şişkin, orta yaşlı, sinemacı bir erkeğin anlatıcı olduğu öyküde uzun bir ilişkiyi takip ederken erkeğin kendini Tanrı sanmasının gerekçelerini de öğreniyoruz. Hem sürekli kendini okura açıklaması hem de upuzun bir sürece yayılmış bir ilişkiyi kısa bir öyküde anlatması bence bu öyküyü kitabın en zayıf öyküsü hâline getirmiş. “Anlattığı bu mutlu anıları sorularla derinleştirip onu daha yakından tanımamı beklemesi normaldi. Ama ben bunları hızlıca geçerdim. Çünkü yaşam mücadelemi anlaması önemliydi.” alıntısında olduğu gibi anlatıcı aslında orada var olmayan okura hiç durmadan açıklama yapıyor. Güncel bir konu olarak kendini Tanrı sanan sanatçı bir erkeğin ilişkisi olduğu genç kadını, Leyla’yı ezmesi anlatılıyor, hem de erkeğin gözünden, fikir olarak gayet iyi. Ama dokuz sayfalık öyküde artık bitmiş bir ilişkinin nasıl başladığı, ilerlediği, kadını aşağılamaları, sevişmeleri, evlenmeleri ve evlendikten sonra onu bir ömür kafese tıktığını düşünen erkeğin yanılması, Leyla’nın değişmesi ve gitmesi anlatılıyor. Doğal olarak bunca yaşanan şey, bunca duygu ve olay öyküye fazla gelmiş. Oynat tuşuna iki üç kere basılıp hızlandırılmış bir film izler gibi okuyoruz neredeyse. Bu nedenle Leyla karakterinin temizlik ve her şeyi yıkama takıntısı, yani bizi ilk öyküdeki isimsiz karaktere bağlayacak ve kitabın daireselliğini tamamlayacak detay da geçip gidiyor, iyi düşünülmüş ama arada kaynamış bir fikir olarak kalıyor.
Arzu Uçar detaylardaki ustaca gözlemi, okura açık uç bırakan kurguları, en olmadık anlarda insanı gülümseten mizahıyla yolu açık bir yazar. Oyunlar oynaması gerçekten iyi bir tercih olmuş.


Banu Yıldıran Genç

Arzu Uçar, Bir Küçük Delilik, İthaki Yayınları, Eylül 2019, 91 s.

* Bu yazı Notos'un 80. sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...