22 Ekim 2020 Perşembe

Jean Stafford Toplu Öyküler 1

 

Yaşamın öyküye sızdığı anlar...

Tudem Yayınları’nın alt markası olan Delidolu Kitap sayesinde Amerikan öykücülüğünün önemli isimlerinden Jean Stafford’la biraz geç de olsa tanıştık. 1970 yılının Pulitzer Ödülü’nü almış Stafford’ın adı John Cheever, Flannery O’Connor gibi yazarlarla anılıyor. Pek çok türde eser vermesiyle ise bu yazarlardan ayrılıyor diyebiliriz. Kitabın kapağındaki Toplu Öyküleri-1 ibaresini görmekten çok memnun oldum çünkü Joyce Carol Oates’un yazdığı Sonsöz’de andığı öykülerin pek çoğu için diğer kitapları beklememiz gerekecek. En azından basılacağını biliyoruz.

Stafford, Yazarın Notu kısmında ailesi ve büyüdüğü Batı’dan, babasının ve kuzeninin yazdığı kitaplardan bahsediyor. İşin ilginç tarafı bu kitapların ikisini de okumamış olması, sanki bir mirası reddeder gibi. İlk fırsatta büyüdüğü yerden “sıvışıp” birçok yerde yaşadığını da ekliyor. Öykülerindeki insanların pek çoğu da öyle. Kitap iki bölüme ayrılmış ilk bölüm Gurbetteki Masumlar -ki aynı zamanda Mark Twain’in gezi yazılarını topladığı kitabın adıymış, Stafford büyük bir memnuniyetle bu isme el koyduğunu belirtiyor- Amerika’dan uzaktaki Amerikalıları anlatırken ikinci bölüm Bostonlılar ve Amerikan Sahnesinin Diğer Gösterileri Amerika’nın kendi içindeki göçebelerini ele alıyor.

İlk bölümün en etkileyici öyküsü Echo ve Nemesis yazarın da üniversite öğrenimini gördüğü Heidelberg’de geçiyor. “Sue Ledbetter ve Ramona Dunn haftada üç gün, öğleden sonraları gittikleri felsefe dersinde, sıradan bir rastlantı sonucu yan yana oturdukları için arkadaş oldular.” cümlesiyle etkileyici bir biçimde başlayan öykü daha ilk cümleyle Echo’yu da Nemesis’i de bize tanıtıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki son kışta tanışan bu iki Amerikalı öğrencinin öyküsü edebi olarak da psikolojik olarak da çok güçlü. Hatta duygusal yeme bozukluğuna dair okuduğum en iyi öykü diyebilirim. Ramona Dunn etkileyici bir obez karakter. Kasıntı, etimolojiyle ilgili, çirkin, uyumsuz ama çok pahalı kıyafetler giyen bir zengin çocuğu. Kimseyle ilgisi yokmuş ve umursamıyormuş gibi davranmasıyla da ayrıca dikkat çekici. “Daha yirmi bir yaşında, hayatının tüm savaşlarını vermiş ve ayakta kalmış gibi görünen, şimdi fildişi kulesinin sakinliğinin tadını çıkaran insanlardandı. Bu kadar tuhaf görünmeyi hiç umursamıyor gibiydi ve hırsla yanıp tutuşan, uyuşamamaktan bıkan Sue, onun bu kibirli soğukkanlılığına hayrandı.” 


Haftada bir yemek yemekle geçen bu arkadaşlığı duygusal boyuta sokan ilk olay restoranda Sol Majör Menuet çalması. Bale derslerini hatırlayan ve duygusallaşan Sue, Ramona’nın da aynı moda girmesine şaşırıyor. “Ah, bana bu minicik ezgiden daha nostaljik hissettiren bir şey bilmiyorum! Aklıma kardeşim Martha ölmeden önceki Valentine partilerini getiriyor.” Ölen kardeş Martha’nın anıları, erkek kardeşleri derken Ramona, Sue’yu sömestr tatili için İsviçre’ye davet ediyor, hatta kayak takımlarını, ayakkabılarını alıyor. Bu yakınlaştıkları dönemde Ramona’daki duygusal gelgitleri fark etmeye başlayan Sue, öykünün adındaki Echo’ya benzer bir biçimde Ramona’nın sadece yankısı olduğu bir dönem yaşıyor. Tabii Ramona’nın da niye Savaş Tanrıçası Nemesis olduğu öykünün sonunda anlaşılıyor. Öykü arkadaşlığın ilerlemesinden sonra gerilim kazanıp okurları Sue’nun tarafına alıyor ama tabii ki Joan Stafford bizi böyle bırakmayacak. Sonunda Ramona’nın geçmişiyle az da olsa yüzleşmesi ve yazarın son anda sezdirdiği cinsel tacizin ustalıkla havada bırakılması iyi öykünün o damakta kalan tadını veriyor. 

Ramona’nın duygusallaştığı bir an söylediği “Üzgünüm. Keyfim kaçtığında sakinleşmek için yemem gerekiyor. İğrencim! Bu kadar yediğim için kendimi öldürmeliyim.” cümlelerini ve sonda geçirdiği sinir krizini düşününce, Ağır Yaşamlar belgeselini izlemiş ve duygusal yeme bozukluğunun büyük oranda cinsel tacize bağlı olduğunu bilince, yazarın bu kadar erken bir dönemde böylesine usta bir psikolojik çözümleme yapmasına tekrar hayran kaldım diyebilirim.

Bir kitap hakkında yazarken yazarın hayatını ne derece bilmem gerektiği genellikle kafamı karıştırıyor. Jean Stafford’un öykülerini bitirip de Joyce Carol Oates’un Sonsöz’ünü okuduğumda bu kez yazarın hayatını bilmenin öyküler için önemli olduğunu gördüm ve uzun bir süre Stafford’u araştırıp tabii ki öyküleri yeniden okudum. Kitabın ikinci bölümündeki iki öykü yazarın kendi hayatından yola çıkılarak yazılmış ve her ikisi de oldukça etkileyici öyküler.

Taşrada Aşk Hikayesi beş yıldır evli olan May ve Daniel’ın zor bir hastalık süreci sonrası taşraya taşınmalarını konu alıyor. Buldukları müstakil evi, özellikle de avluda duran antika kızağı çok seviyorlar. Yazı ve sonbaharı taşra ve doğa manzarası izleye izleye geçiriyorlar ama kış geldiğinde Daniel’ın hastalanma korkusu yavaş yavaş evliliklerinin üzerinde kara bulut gibi dolaşmaya başlıyor. Bir yıl senatoryumda tedavi gördükten sonra doktorunun tavsiyesiyle üniversite hocalığını bırakıp temiz Kuzey havası almaya taşınması tavsiye edilen Daniel’a ve isteklerine göre kurulan hayat, yirmi yaş küçük karısı May’in sadece kocası için çabalaması ve tüm bunlara rağmen bazen içinden çıkılamayan tek taraflı kavgalar taşrada bambaşka bir aşk hikâyesi doğmasına neden oluyor. “Bütün gün, üç öğün yemek yapma, sonbahar sisinde biraz yürüyüş, kedileri sevme ve Daniel’ın çalışma odasından aşağı inip onunla konuşma dışında hiçbir şey yapmayan” May yalnızlığından ve sıkıntısından bahsettiği Daniel’dan şöyle bir cevap alıyor: “Sana bunları yaşattığım için özür dilerim, tatlım, ama hasta olmamın benim hatam olmadığını da kabul etmen lazım.” Hastalık kartı her oynandığında vicdan azabı duyan May özür dilediğinde ise “Çocuk gibi davranmayı bırak, May. Birbirimizi rahat bırakalım.” diye tersleniyor. Yapayalnız, anlayışsız ve bencil kocasıyla baş başa kalan May’in ruhunu kurtarabilmek için belki de son çaresi hayali bir sevgili yaratmak oluyor. Karısına psikolojik baskı yapan, onu neredeyse delirtip bir de bunun için suçlayan Daniel karakterine esin veren kişinin Joan Stafford’ın ilk kocası Robert Lowell olduğunu öğrendim. Lowell çok parlak bir şairken dengesiz davranışlarıyla Stafford’a hayatı cehenneme çevirmiş, duygusal ve fiziksel birçok yarayla bırakmış biri.

Kitabın son öyküsü İç Kale’de takside kaza geçirip haftalarca hastanede kalan, onlarca ameliyat geçiren Pansy Vanneman karakteri de yine yazarın kendi hayatından iz taşıyor. Lowell’ın kullandığı arabayla kaza geçiren, üstelik Lowell’a hiçbir şey olmadığı halde aylarca tedavi görmek durumunda kalan Stafford hastanede yaşadığı zorlu günleri içtenlikle bu öyküye çevirmiş. Öyküde taksi şoförü ölmüş, Pansy yaralanmış ama yaşadığı için sevinç göstermediğinden hemşireler ve doktorlar sürekli şükretmesini, taksi şoförünün yerinde kendisinin olabileceğini, yaşadığı için sevinmesi gerektiğini tekrarlayıp duruyorlar. Pansy ise sanki kendisini yukarıdan gözleyen bir karakter gibi. Uzak, duygularını göstermiyor, içinde yaşadığı fırtınalardan bahsetmiyor. Gelen ziyaretçisi yok, yapayalnız, pek konuşkan değil, hemşireler onu tepeden bakmakla suçluyor oysa Pansy yalnızca çok yorgun, belli ki pek çok şeyden dolayı, ama bunu öyküde öğrenemeyeceğiz. “Bazen hemşirelerin sorularına bile cevap vermiyordu; onlar alkolle sırtını ovup durmadan bir şeylerden bahsederken o, kilometrelerce ötedeymiş gibi onlardan uzaktı. Hemşire ve doktorlardan daha yüksek bir seviyede olduğunu düşünmüyordu, ama farklı bir seviyedeydi ve tam da bu zamanda, bu keşif ve alışma zamanında, kendini onlara tanıtacak kadar fazladan gücü yoktu.” Öykünün sonunda son bir burun ameliyatı için yarı uyuşturulan Pansy’nin iç kalesinde, beyninde yaşadıkları aslında onun sevgi ihtiyacının, arada tüm renkleriyle aklına gelen gençliğinin kendisi için nasıl acı verici olduğunu ve yalnızlığını betimler nitelikte.

Jean Stafford’un yaşadığı zorlukların öykülerine böylesine yansımış olması yazarın hayatının nerede durması gerektiğine dair aklımdaki tüm düşünceleri yine alt üst etti diyebilirim. Joyce Carol Oates, Sonsöz’de pek çok öyküyle yazarı ustaca tahlil ediyor. Kitapta andıklarımdan başka Genç Kız, Makul Bir Öneri, Sorumluluk Alıcıya Aittir ve Kanayan Kalpler adlı öyküleri sevdim. Umarım bu önemli yazarın diğer öykülerini de Delidolu Kitap’tan bir an önce okuruz. Çevirmen Gökçe Yavaş seçtiği sözcükler ve kurduğu cümlelerle bize bu yazarın inceliğini, kırılganlığını tam anlamıyla hissettirecek denli yetkin. Umarım Jean Stafford hak ettiği ilgiyi görür.



Banu Yıldıran Genç



Jean Stafford, Toplu Öyküler 1, Delidolu Kitap, Ekim 2019, 283 s.

* Bu yazı Notos'un 82. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...