30 Ocak 2020 Perşembe

Hayvan Müzesi


Gerçek nerede biter? Kurmaca nerede başlar?
Hayvan Müzesi, Kosta Rikalı yazar ve akademisyen Carlos Fonseca’nın Türkçeye çevrilen ilk romanı. 1987 doğumlu yazarın böylesine görkemli bir romanı bu kadar genç yaşta yazabilmesi beni gerçekten şaşırttı. Kosta Rika’da doğup Porto Riko’da büyüyüp Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim görüp İngiltere’de yaşıyor ve çalışıyor olması belki de bu romanın bu denli evrensel ve kapsamlı olmasının sebebi. 
Roman adını bilmeyediğimiz anlatıcıya bir akşam gelen paketle başlıyor. İlk bölüm olan Doğa Tarihi’nde geçen gerçek zaman paketin gelmesi ve anlatıcının onu açıp açmayacağını uzunca bir süre düşündükten sonra açması ve içindekileri okuması arasındaki beş altı saat. Fakat bölüm boyunca anlatıcı zarfı gönderen Giovanna Luxembourg’la tanışmalarından son görüşmelerine kadar olan biten her şeyi anımsıyor. Ünlü modacı Luxembourg anlatıcının bir zamanlar yazdığı “Quincunx ve Tropikal Yankıları” makalesiyle ilgilenmiş ve ona ortak bir projede çalışmayı teklif etmiş. Bu ikiliyi bir araya getiren quincunx şekli roman boyunca karşımıza çıkacak. Projeyi kabul eden anlatıcıyla Giovanna iki yıl boyunca konuşur, çalışırlar. Her ikisinin de ortak noktaları hayvanların bilinmeyen doğası, kamuflaj yetenekleri, kendilerini var oldukları ortamda kaybedebilmeleri ki bu da roman boyunca tekrarlanacak. 
İki yılın sonunda proje ortaya çıkmadan görüşmeleri son bulur. Giovanna’yla ilgili iki şey kalır anlatıcının aklında. Biri modacının çocukluğuyla ilgili bir anıyı, onlu yaşlarının başında dönencelerde tropikal bir hastalığa yakalanıp aylarca hastanede yapayalnız kaldığını öğrendiğinde aklına takılan anne ve babanın nerede olduğu sorusu. Diğeri ise son görüşmelerinden birinde masanın üstünde gördüğü bir laboratuvar sonuç zarfı, o gün Giovanna’nın fazla zorlama neşesi ve yalanını saklama azmi anlatıcıyı meraklandırsa da konu açılmamış, sonra Giovanna yurt dışında yaşayacağını söylemiş ve projeyle beraber hayatından çıkmış gitmiş.
Daha ilk sayfada öğrendiğimiz bilgi var bu kez elimizde. O laboratuvar zarfının hangi kötü haberi ilettiği anlatıcıya paketin gönderilmesinden bir hafta önce anlaşılmıştır, gazetelerde “ Giovanna Luxembourg, modacı, 40 yaşında öldü.” haberleriyle. Ve işte o paketler, üç zarf, Giovanna’nın anlatıcıya mirasıdır. Bölümün sonunda anlatıcı artık zarfları açar, ilk zarftan eski birçok kadın fotoğrafı, madenci köyü fotoğrafları, ikinci zarftan Yoav Toledano imzalı fotoğraf üstüne beş makale, üçüncü zarftan ise bir madenci köyü yangınıyla ilgili gazeteden kesilmiş haber kupürleri çıkar.
Romanda her bölümün sonunda farklı bir metin yer alıyor. Bu bölümün sonunda Giovanna’nın gerçek adını, neden adını değiştirip yeni bir kimlik yarattığını anlattığı, yayımlanmamış üç soruluk bir söyleşi var. Böylece anlatıcının zaten fotoğraflardaki benzerlikten anladığını artık biz de biliyoruz. Kendi seçtiği adıyla Giovanni Luxembourg, gerçek adıyla Carolyn Toledano, 1977 yılında Latin Amerika’ya yolculuğa çıkıp kendilerinden bir daha haber alınamayan fotoğrafçı Yoav Toledano ve manken Virginia McCallister’ın kızı. İkinci bölüm sonunda ise anlatıcıya yazılmış ama gönderilmemiş bir mektup var ve niye bu mirasın gönderildiğini bu sayede anlıyoruz: “Bu mektubun sana asla ulaşmayacağının ve onu bir şekilde sezmenin sana kalacağının da bilincindeyim. Miras böyle bir şey: şimdiki zamana asla ulaşmayan, geçmişte yazılmış bir mektup. Senin görevin bu eksik diyaloğu kurmak.”
Latin Amerika edebiyatı çok uzun yıllar büyülü gerçeklikle anıldıktan sonra genç yazarların artık bambaşka anlatım biçimlerine dümen kırdıkları çok net. Bu biçimin öncülerinden biri Bolaño ama son yıllarda Zambra, Bellatin, Luiselli gibi yazarlar kurmaca ve gerçeğin sınırlarını, sanatın formlarını bambaşka biçimde aradıkları eserlerle ortaya çıktılar. Bazen çağdaş sanat sergileri, bazen performanslar bu arayışlara dahil oldu. İşte Carlos Fonseca da romanında asıl olarak bunu irdeliyor ve bu nedenle gerçek hikâyelerin bu denli dahil olduğu bir kurmaca bizi zaman zaman zorluyor. Fonseca’nın bölüm sonlarına yerleştirdiği farklı metin türleri de sanki okuru azıcık rahatlatmak için, bölüm boyunca kafamızda oluşan soru işaretlerini biraz olsun cevaplıyor. Üçüncü ve en kafa karıştırıcı bölümün sonunda anlatıcının arkadaşı Tancredo’nun düşünceleri aslında bu yeni Latin Amerika romanını betimliyor sanki “Bu hikâyede bağlantısız ipuçları çok fazla, öksüz anlatılar çok fazla. (...) Her anlatı tanımı gereği eksikti, her hikâyeyi sonunda bir sır örtüyordu.” 
Romanın ikinci bölümü Enkaz Koleksiyoncusu’nda bir yıl sonraya gidiyoruz, anlatıcı Giovanna’nın mirasının ona getirdiği sorumluluğu anlamış ve Yoev Toledano’yu bulup hikâyesini dinlemek üzere bir yangınla mahvolup terk edilen madenci köyüne gitmiş. Yoev’in yolculuğu 1960’larda Tel Aviv’den ayrılmasıyla başlıyor, önce kökenlerini aramak için Toledo’ya uğruyor, fotoğrafa iyice merak sarıyor, sonrasında ise uzun bir gemi yolculuğuyla Amerika’ya gidip bir şekilde önce gazeteci sonra moda fotoğrafçısı oluyor. Anlatıcı Yoev’den tüm hikâyeyi dinliyor, Virginia McCallister’la tanışmaları, evlenip mesleklerinde parlamaları, uyuşturucu, halüsinasyonlar, sonrasında McCarthy döneminin baskısıyla özellikle Virginia’nın kendini kaptırdığı ezoterik kuramlar, Carolyn’in doğması, Virginia’nın sanrılarının ve çılgınlıklarının iyice artması, yine uyuşturucuya dönmesi, Latin Amerika’nın derinliklerinde, Ateş Topraklarında kıyamet gününü bildiği söylenen kâhin çocuk ve onu bulmaya gitmek için 1977’nin 23 Kasım’ında çıktıkları yolculuk... Bu yolculuğun sonucunda bir daha haber alınamayan bir aile, birbirinden ayrılmış ve kopmuş anne, baba ve kızları.
Kitapta sanat kuramlarını alt üst eden, kurmaca ve gerçek arasındaki ince çizgiyi didikleyen üçüncü bölüm Sanat Yargılanıyor’a geldiğimizde bir yıl daha geçmiş. Bir gün anlatıcının önüne bir manşet düşüyor: “Kayıp Eski Manken Hayatta, Birçok Suçla İtham ediliyor.” Virginia McCallister ya da yeni adıyla Viviana Luxembourg’un otuz yılda üç bini aşkın sahte olay üretip borsanın milyonlarca dolar kaybetmesine sebep olduğu söyleniyor. Sanığın savunması ise bambaşka. “Suçunu kabul edip etmediği sorulduğunda sanık en ufak bir suçluluk duymadığını, çünkü onun düşüncesine göre bütün bunların sanatının bir parçası olduğunu, sanatın ise, Greklerden beri bilindiği gibi, iyiliğin ve kötülüğün fevkinde, ahlakın ve adli yargılanmanın fevkinde egemen bir sistem olduğunu söylemişti.” 
İşte Vivian’ın bu yargı süreci bize roman içinde roman okutuyor diyebilirim. Anlatıcı bu kez olaylara dahil değil, gazeteci arkadaşı Tancredo mahkemeyi izlemeye Arjantin’e gitmiş ve bize olan biteni Tanrı anlatıcı aktarıyor. Merkezde Vivian ve Tancredo’dan başka polis memuru Alexis Burgos, avukat Luis Gerardo Esquilín gibi kahramanlar var. Olayı çözmeye çalışan, yüzlerce defterle boğuşup sanat kuramlarında boğulan avukatın çabalarına, işin içine girdikçe kaybolan, en sonunda kaçıp giden bir polise ve Vivian’ın mektup yazarak mahkemesine dahil olmaya çağırdığı birçok aykırı sanatçıya tanık oluyoruz. Vivian kendini kamufle edebilmiş, kayboluşu eserin kendisine dönüştürmüş sanatçıların peşinde. Bu nedenle bu bölümde Kafka’dan, Dante’ye, yazılan defterler nedeniyle Gramsci’den hayatıyla ilgili her şey müphem olan B. Traven’a kadar pek çok isme rastlanıyor. Fonseca bu bölümde onlarca hikâye anlatıyor ve bunların gerçekliğini sürekli sorgulamak, gerçekse bilgilenmek gerekiyor. Yazarın yaşı nedeniyle şaşkınlığımın sebebi asıl bu bölüm diyebilirim. “Sanat nerede başlar, nerede biter?” sorusu iliklerimize işliyor. 2002’de Moskova’da bir tiyatroya yapılan Çeçen terör saldırısının “bile” sanattan esinlenmiş olabileceğini okumak, bu bölümün en çarpıcı savıydı bence.
Dördüncü bölüm Güneye Yürüyüş, sonu nasıl bittiği bilinen o hac yolculuğunun iç yüzünü, bir çocuk kâhin uğruna yola çıkan ve aslında yolun yarısında onlara önderlik eden havarinin de bu yolculuğun da sahtekârlık olduğunu anlayan ama bunu kendilerine bile itiraf edemeyen kandırılmış müritleri anlatıyor. Tüketim toplumundan ve mutsuzluktan kaçtıkları Amerika’nın da, her şeyini üç kuruşa satabilen Ateş Toprakları’nın da özünde aynı olduğunun anlaşıldığı bölümde Yoev’in ve Virginia’nın tepkilerinin farklılığı ise işte romanın karakter derinliğini kurduğu yer.
Son bölüm Sondan Sonra’da artık 2014 yılına geliyoruz. Porto Riko’da Giovanna’nın bir sergisinin açılacağı haberini okuyan anlatıcıya hemen ardından modacıdan imzalı davetiye geliyor. Ölümünden seneler sonrayı bile planlamış Giovanna’nin mirası ne durumda, anlatıcı diyaloğu tamamlayabilmiş mi, bu bölümde ortaya çıkıyor. Sebald’vari bir biçimde fotoğraflarla süslenmiş bu bölüm bir son mu? İşte ondan emin değilim.
Hayvan Müzesi kolay okunmayan ama içinde kayboldukça çıkmak istemeyeceğiniz çok katmanlı bir roman. Günümüzdeki sahte haberleri düşününce özellikle önemli bir roman, zaten yazar da “Teşekkür” bölümünde Donald Trump’ı bu vesileyle anıyor. Latin Amerika’nın yeni romancılarını sevenlere, Roza Hakmen’in mükemmel çevirisiyle...


Banu Yıldıran Genç

Hayvan Müzesi, Carlos Fonseca
çev: Roza Hakmen
Metis Yayınları, Ekim 2019, 376 s.
* Bu yazı Agos Kirk'te yayımlanmıştır.

11 Ocak 2020 Cumartesi

Eskiden, çok Eskiden


Sürgünün ayıramadığı iki dost: Yorgo ve Fehmi

Petros Markaris, Heybeliada doğumlu bir yazar. Asıl adı Bedros Markarian. Ermeni bir babadan ve Rum bir anneden doğma. Yani Ermenilerle de Rumlarla da Türklerle de sorun yaşayacağı bir kimliğe sahip. 1954’te Atina’ya yerleşen ailesine rağmen memleketi Türkiye’de yaşamaya çalışsa da olmamış, 1964’te kendisi gibi Yunanistan pasaportlu on beş bin kişiyle beraber tehcire uğramış. Markaris, pek çok Theo Angelopaulos filminin senaristi, aynı zamanda Komiser Haritos polisiyelerinin yazarı. Bu polisiyeler ne şanslıyız ki hemen Türkçeye çevrilip burada da yayımlandı. Ve Türk yayıncılığının klasik özelliği olarak baskıları bitti, öylece kaldı. Sonra Can Yayınları ilk üç Haritos macerasını yeniden yayımlayınca sevindik ama bu kez de o üç kitabın devamını bekliyoruz. 

Eskiden, Çok Eskiden Komiser Haritos serisinin beşinci kitabı, Turkuvaz Kitap tarafından 2009’da yayımlandı, şu an yok. Türkiye’den göçüp gitmek zorunda kalan bir kadının memleketine İntikam Tanrıçası Nemesis misali dönmesini anlatıyor. İstanbul’a tatile gelen Haritos mecburen bu intikamların peşine düşüyor, böylece Komiser Murat’la Türkiye’nin utanç tarihine yolculuk yapıyorlar. Bu utanç ta Pontus Rumlarından başlıyor, Giresun’dan... Sonrası tarih kitaplarında birer satırla geçiştirilen şeyler, 1924 mübadelesi, 1955 pogromu, 1964 tehciri. Her cinayet bu utancı tekrar yaşatıyor. Bir yandan da İstanbul’a turla gezmeye gelmiş kafilenin, çoğu yıllar sonra memleketlerine dönmüş insanların duyguları var. Petros Markaris sık sık mizahla bu duygu yoğunluğunu azaltmaya çalışmış ama yok, olmuyor, anlatılanların ağırlığı mizahı bile silip atıyor. Gözlerim dolu dolu okuduğum kitaptaki bir cümle beni zaman makinesi misali geçmişe götürüyor: “Eskiden rakıyı da aynı şekilde içerlerdi. Viski içer gibi buzla değil; önce saf rakıdan bir yudum alınırdı, arkasından da bir yudum su. Eskiden İstanbullu Rumlar da Türkler de aynı şekilde önce özgün tadı alırlardı...” 

Eskidendi, çok eskiden
Yıllardır sağlık sebebiyle rakı içemeyen babam aynen böyle içerdi rakıyı. Su katmaz, buz atmaz. Yaşadığımız zamandan geçmişe baktığımızda “vay be ne günlermiş” diye hasretle anılan çocukluk geçirmek hayattaki en büyük şanslarımdan biriydi. Beş kişilik çekirdek ailemizin dışında sürekli görüştüğümüz kuzenler, amcalar, halalar, aile dostları vardı. Haftanın en az bir gecesini hep beraber geçirir, ayda birkaç kez de yirmi-otuz kişinin olduğu sofralarda toplanırdık.
Yılda bir, genellikle de yazları evi bir heyecan kaplardı. “Yorgo geliyor!” Bu haber biz çocukları daha da sevindirirdi çünkü Yorgo geliyorsa eğer gezme tozma günleri yakın demekti. Yorgo gelir, biz de tüm gençliğini birlikte geçirmiş, rakıyı susuz içmeyi birbirinden öğrenmiş babamla Yorgo’nun peşine takılırdık. Gülhane Parkı’ndan başlar, Kurtuluş’ta Madam Despina’da,  Arnavutköy Neşe Tavernası’nda feneri söndürürdük. 
Yorgo Fotiadis, babamın Beyoğlu’nda çalışmaya başladığı zamanlardan arkadaşı. Daha on dört yaşında Bolu’dan İstanbul’a göçüp pastanelerde çıraklık yapmaya başlayan babamın yolu Yorgo’yla kesişmiş, kendi imalathanesinde çörekler, çikolatalar yapan Yorgo ne biliyorsa babama da öğretmiş. Beyaz tenli, uzun boylu, yusyuvarlak kafalı (çocukken en çok bu dikkatimi çekerdi) Yorgo’yla, kara kaşlı kara gözlü Fehmi’nin gençliği nasıl geçmiş, neler yaşanmış çok da bilmiyoruz aslında. Babam bekâr odalarında arkadaşlarıyla kalır, şarap içip şişmanlamaya çalışırken Yorgo yaşlı annesiyle Tarlabaşı’ndaki evinde yaşarmış. Memleketimizde güzel şeyler kısa sürer, biliyorsunuz, bu arkadaşlık da on yıl sonra bir trajediyle sonlanmış. İstanbullu Rumlar 1924’ü, 1955’i sineye çekebilmişler belki ama 1964’te ellerinde yirmi kiloluk bavul, ceplerinde yirmi dolar, bir gün içinde memleketlerini terk etmeleri emredilmiş büyük yerden.**
Yunan tebaasından olduğu için evinden, işinden olan Yorgo, Türk vatandaşlığına geçmeyi göze alamamış çünkü o yaşta hem de astım hastası olduğu halde hemen askere alınması gerekiyormuş. Hazırlıklarını yapmış, babama “Evimi sen al.” demiş. Babamın cevabı olumsuz olmuş. “Sahibi kaçmış yuvada öteki kuş barınamaz.”* O dönem Beyoğlu’ndaki birçok pastaneye çalışan imalathanenin kapanmasına ikisinin de gönlü razı olmamış, babam devralmış. Sonra aradan yıllar geçmiş, babam annemle evlenmiş, birer birer kızları doğmuş, en yakın arkadaşı bunların çoğuna şahit olamamış ama yine de ara ara buluşmuşlar. Ve işte böylece iki arkadaşın bundan sonraki buluşmaları bizim de katıldığımız coşkulu bir gezme, yeme, içme ritüeline dönüşmüş.

Aklımda parça parça bir sürü görüntü var, Neşe Taverna’sında ortadaki süs havuzunun etrafında dans etmek, Despina’da masada yarı Rumca yarı Türkçe konuşmalardan sıkılıp birleştirilmiş iki sandalyede uykuya yatmak, yıllar sonra ilk yazlığımızı aldığımızda Yorgo’nun hemen davet edilmesi ve siesta’larında ses etmeden uyanmasını beklemek, hep birlikte Çanakkale’ye gitmemiz, Truva atındaki pozlarımız... 
Anıların benim için son bulduğu yer, işte o yaz, Çanakkale gezimiz. Sonrasında Yorgo astımının artması sebebiyle bir daha Türkiye’ye gelemedi. 1990’lı yılların ortasına geldiğimizde Beyoğlu bambaşka bir yer olmuş, pastaneler bir bir kapanmış, babamın Yorgo’dan devraldığı imalat sayesinde kurduğu pastane de bu sondan nasiplenmişti. O ara nasıl oldu bilmiyorum babam eski arkadaşlarından Yorgo’nun durumunun ağırlaştığını haber alıp atlayıp Atina’ya gitti. Hayatta hiçbir yerde kalmayı sevmeyen, rahat edemeyen babam ‘64’te göç eden arkadaşlarında kaldı günlerce, Atina’nın güneşli balkonlarında kurulan sofralarda hasret giderdi, akşamları tavernalarda yedi içti, en önemlisi Yorgo’yla hastanede hasret giderdi, helalleşti ve yanında koca bir sandıkla döndü.


 Babamın sandığı
Evinden ilk kez bu kadar uzak kalan babamı kapıda koca bir sandıkla gördüğümüzdeki şaşkınlığımızı hatırlıyorum en çok. Sonra babam anlatmaya başladı. Gözleri dolu dolu. Yorgo hastane odasından arkadaşlarını organize etmiş, “Fehmi hangi mağazaları geziyor, hangi vitrinlere bakıyor, nelerin fiyatını soruyor” diye. Babam da bir zamanlar iki ablama Bavyera yemek takımı alıp bana almamasının vicdan azabını yıllardır çektiğinden vitrinlerde hep Bavyera yemek takımlarına bakıyormuş. Bir modeli beğenip fiyatını sormuş bir gün. Sonra Atina’da otobüse binecekken arkadaşları çıkarıvermişler sandığıyla beraber yemek takımını “Yorgo’dan” diyerek. Kendimi bildim bileli sulu gözlü bir insan olduğumdan son cümlede gözyaşları içinde odama kaçtığımı hatırlıyorum. Böylelikle babamın en küçük kızının en değerli çeyizi Bavyera yemek takımı, en yakın arkadaşından hatıra oldu. 

Sonra bir akşam eve geldiğimde annem kapıyı açtı, bir garip baktı bana. Aynı romanlarda denildiği gibi, soru soran gözlerle baktım. “Yorgo...” dedi. Anladım. Babama baş sağlığı diledim, dokunmaktan hoşlanmayan bir aile olduğumuz için sarılıp ağlayamadık, ayrı ayrı odalarda sessizce ağlamayı tercih ettik. İşte Yorgo’nun hikâyesi bugün Tatavla’da evimin salonunda, gözüm gibi baktığım yemek takımında devam ediyor. 

Haritos’un çaresizliği 
Her acı biricik, yarıştırmak mümkün değil diye düşünsem de Eskiden, Çok Eskiden’i okuduğumda Yorgo’yla babamın hikâyesinin ayrılığa rağmen güzel olduğunu düşündüm. Başlarına gelen onca felaketten sonra burada kalan Rumların dertleri bambaşka, çekip gidenlerinki bambaşka. Kitapta İstanbul’da kalan Rumlardan Bayan Kurtidu bir yerde öyle bir patlıyor ki Atinalı Haritos’a, devletlerin vatandaşlarını aslında yeri geldiğinde tehdit unsuru olarak kullanılacak piyon yerine saydığı apaçık gözümüzün önüne seriliyor: “Kıbrıs krizi yüzünden hemen hemen bütün doktorlar, mühendisler, bilimadamları gittiler. Sadece avukatlar kaldı burada, İstanbullu Rumların malvarlığından biraz daha kazanabilirler de ondan. Biz perişan olmak üzereyken siz Yunanlılar kulaklarınızı tıkayıp gözlerinizi kapattınız. Kıbrıs Yunandır diye bağırıp bizi Türklerle karşı karşıya getirdiniz. Elinize ne geçti peki? Yarım bir ada. Bari tamamı olsaydı içim yanmazdı. Neye inanıyorum biliyor musunuz komiser bey? Sizin biz İstanbullu Rumlara hiç aldırmadığınızı Türkler bilselerdi, saçımızın teline bile dokunmazlardı.” Komiser Haritos’un bu cümlelere verecek bir cevabı yok, karşısındaki kadının aslında ona bağırmadığını biliyor. Bugün de pazarlık konusu yapılan insanlara dair neler neler duyuyoruz, savaştan kaçıp gelenler adına utancımızdan yerin dibine giriyoruz ama galiba devlet nezdinde hiçbir şey değişmiyor.
Petros Markaris Eskiden, Çok Eskiden’i yazarak geçmişiyle, gençliğiyle, geride bıraktıklarıyla hesaplaşmış. Haberi olmasa da yıllardır anlatmak istediğim, benim için çok özel bir hikâyeyi aktarmama vesile oldu. Keşke Can Yayınları telifini aldığı bu yazarın kitaplarını sırasıyla basmaya devam etse de Komiser Haritos polisiyelerini eksiksiz olarak okuyabilsek. Daha kim bilir ne hikâyeler var anlatacak...

Banu Yıldıran Genç

* Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu

** Konuyla ilgili daha fazla bilgiyi aşağıdaki link’lerde bulabilirsiniz.



* Bu yazı daha önce Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...