11 Ocak 2020 Cumartesi

Eskiden, çok Eskiden


Sürgünün ayıramadığı iki dost: Yorgo ve Fehmi

Petros Markaris, Heybeliada doğumlu bir yazar. Asıl adı Bedros Markarian. Ermeni bir babadan ve Rum bir anneden doğma. Yani Ermenilerle de Rumlarla da Türklerle de sorun yaşayacağı bir kimliğe sahip. 1954’te Atina’ya yerleşen ailesine rağmen memleketi Türkiye’de yaşamaya çalışsa da olmamış, 1964’te kendisi gibi Yunanistan pasaportlu on beş bin kişiyle beraber tehcire uğramış. Markaris, pek çok Theo Angelopaulos filminin senaristi, aynı zamanda Komiser Haritos polisiyelerinin yazarı. Bu polisiyeler ne şanslıyız ki hemen Türkçeye çevrilip burada da yayımlandı. Ve Türk yayıncılığının klasik özelliği olarak baskıları bitti, öylece kaldı. Sonra Can Yayınları ilk üç Haritos macerasını yeniden yayımlayınca sevindik ama bu kez de o üç kitabın devamını bekliyoruz. 

Eskiden, Çok Eskiden Komiser Haritos serisinin beşinci kitabı, Turkuvaz Kitap tarafından 2009’da yayımlandı, şu an yok. Türkiye’den göçüp gitmek zorunda kalan bir kadının memleketine İntikam Tanrıçası Nemesis misali dönmesini anlatıyor. İstanbul’a tatile gelen Haritos mecburen bu intikamların peşine düşüyor, böylece Komiser Murat’la Türkiye’nin utanç tarihine yolculuk yapıyorlar. Bu utanç ta Pontus Rumlarından başlıyor, Giresun’dan... Sonrası tarih kitaplarında birer satırla geçiştirilen şeyler, 1924 mübadelesi, 1955 pogromu, 1964 tehciri. Her cinayet bu utancı tekrar yaşatıyor. Bir yandan da İstanbul’a turla gezmeye gelmiş kafilenin, çoğu yıllar sonra memleketlerine dönmüş insanların duyguları var. Petros Markaris sık sık mizahla bu duygu yoğunluğunu azaltmaya çalışmış ama yok, olmuyor, anlatılanların ağırlığı mizahı bile silip atıyor. Gözlerim dolu dolu okuduğum kitaptaki bir cümle beni zaman makinesi misali geçmişe götürüyor: “Eskiden rakıyı da aynı şekilde içerlerdi. Viski içer gibi buzla değil; önce saf rakıdan bir yudum alınırdı, arkasından da bir yudum su. Eskiden İstanbullu Rumlar da Türkler de aynı şekilde önce özgün tadı alırlardı...” 

Eskidendi, çok eskiden
Yıllardır sağlık sebebiyle rakı içemeyen babam aynen böyle içerdi rakıyı. Su katmaz, buz atmaz. Yaşadığımız zamandan geçmişe baktığımızda “vay be ne günlermiş” diye hasretle anılan çocukluk geçirmek hayattaki en büyük şanslarımdan biriydi. Beş kişilik çekirdek ailemizin dışında sürekli görüştüğümüz kuzenler, amcalar, halalar, aile dostları vardı. Haftanın en az bir gecesini hep beraber geçirir, ayda birkaç kez de yirmi-otuz kişinin olduğu sofralarda toplanırdık.
Yılda bir, genellikle de yazları evi bir heyecan kaplardı. “Yorgo geliyor!” Bu haber biz çocukları daha da sevindirirdi çünkü Yorgo geliyorsa eğer gezme tozma günleri yakın demekti. Yorgo gelir, biz de tüm gençliğini birlikte geçirmiş, rakıyı susuz içmeyi birbirinden öğrenmiş babamla Yorgo’nun peşine takılırdık. Gülhane Parkı’ndan başlar, Kurtuluş’ta Madam Despina’da,  Arnavutköy Neşe Tavernası’nda feneri söndürürdük. 
Yorgo Fotiadis, babamın Beyoğlu’nda çalışmaya başladığı zamanlardan arkadaşı. Daha on dört yaşında Bolu’dan İstanbul’a göçüp pastanelerde çıraklık yapmaya başlayan babamın yolu Yorgo’yla kesişmiş, kendi imalathanesinde çörekler, çikolatalar yapan Yorgo ne biliyorsa babama da öğretmiş. Beyaz tenli, uzun boylu, yusyuvarlak kafalı (çocukken en çok bu dikkatimi çekerdi) Yorgo’yla, kara kaşlı kara gözlü Fehmi’nin gençliği nasıl geçmiş, neler yaşanmış çok da bilmiyoruz aslında. Babam bekâr odalarında arkadaşlarıyla kalır, şarap içip şişmanlamaya çalışırken Yorgo yaşlı annesiyle Tarlabaşı’ndaki evinde yaşarmış. Memleketimizde güzel şeyler kısa sürer, biliyorsunuz, bu arkadaşlık da on yıl sonra bir trajediyle sonlanmış. İstanbullu Rumlar 1924’ü, 1955’i sineye çekebilmişler belki ama 1964’te ellerinde yirmi kiloluk bavul, ceplerinde yirmi dolar, bir gün içinde memleketlerini terk etmeleri emredilmiş büyük yerden.**
Yunan tebaasından olduğu için evinden, işinden olan Yorgo, Türk vatandaşlığına geçmeyi göze alamamış çünkü o yaşta hem de astım hastası olduğu halde hemen askere alınması gerekiyormuş. Hazırlıklarını yapmış, babama “Evimi sen al.” demiş. Babamın cevabı olumsuz olmuş. “Sahibi kaçmış yuvada öteki kuş barınamaz.”* O dönem Beyoğlu’ndaki birçok pastaneye çalışan imalathanenin kapanmasına ikisinin de gönlü razı olmamış, babam devralmış. Sonra aradan yıllar geçmiş, babam annemle evlenmiş, birer birer kızları doğmuş, en yakın arkadaşı bunların çoğuna şahit olamamış ama yine de ara ara buluşmuşlar. Ve işte böylece iki arkadaşın bundan sonraki buluşmaları bizim de katıldığımız coşkulu bir gezme, yeme, içme ritüeline dönüşmüş.

Aklımda parça parça bir sürü görüntü var, Neşe Taverna’sında ortadaki süs havuzunun etrafında dans etmek, Despina’da masada yarı Rumca yarı Türkçe konuşmalardan sıkılıp birleştirilmiş iki sandalyede uykuya yatmak, yıllar sonra ilk yazlığımızı aldığımızda Yorgo’nun hemen davet edilmesi ve siesta’larında ses etmeden uyanmasını beklemek, hep birlikte Çanakkale’ye gitmemiz, Truva atındaki pozlarımız... 
Anıların benim için son bulduğu yer, işte o yaz, Çanakkale gezimiz. Sonrasında Yorgo astımının artması sebebiyle bir daha Türkiye’ye gelemedi. 1990’lı yılların ortasına geldiğimizde Beyoğlu bambaşka bir yer olmuş, pastaneler bir bir kapanmış, babamın Yorgo’dan devraldığı imalat sayesinde kurduğu pastane de bu sondan nasiplenmişti. O ara nasıl oldu bilmiyorum babam eski arkadaşlarından Yorgo’nun durumunun ağırlaştığını haber alıp atlayıp Atina’ya gitti. Hayatta hiçbir yerde kalmayı sevmeyen, rahat edemeyen babam ‘64’te göç eden arkadaşlarında kaldı günlerce, Atina’nın güneşli balkonlarında kurulan sofralarda hasret giderdi, akşamları tavernalarda yedi içti, en önemlisi Yorgo’yla hastanede hasret giderdi, helalleşti ve yanında koca bir sandıkla döndü.


 Babamın sandığı
Evinden ilk kez bu kadar uzak kalan babamı kapıda koca bir sandıkla gördüğümüzdeki şaşkınlığımızı hatırlıyorum en çok. Sonra babam anlatmaya başladı. Gözleri dolu dolu. Yorgo hastane odasından arkadaşlarını organize etmiş, “Fehmi hangi mağazaları geziyor, hangi vitrinlere bakıyor, nelerin fiyatını soruyor” diye. Babam da bir zamanlar iki ablama Bavyera yemek takımı alıp bana almamasının vicdan azabını yıllardır çektiğinden vitrinlerde hep Bavyera yemek takımlarına bakıyormuş. Bir modeli beğenip fiyatını sormuş bir gün. Sonra Atina’da otobüse binecekken arkadaşları çıkarıvermişler sandığıyla beraber yemek takımını “Yorgo’dan” diyerek. Kendimi bildim bileli sulu gözlü bir insan olduğumdan son cümlede gözyaşları içinde odama kaçtığımı hatırlıyorum. Böylelikle babamın en küçük kızının en değerli çeyizi Bavyera yemek takımı, en yakın arkadaşından hatıra oldu. 

Sonra bir akşam eve geldiğimde annem kapıyı açtı, bir garip baktı bana. Aynı romanlarda denildiği gibi, soru soran gözlerle baktım. “Yorgo...” dedi. Anladım. Babama baş sağlığı diledim, dokunmaktan hoşlanmayan bir aile olduğumuz için sarılıp ağlayamadık, ayrı ayrı odalarda sessizce ağlamayı tercih ettik. İşte Yorgo’nun hikâyesi bugün Tatavla’da evimin salonunda, gözüm gibi baktığım yemek takımında devam ediyor. 

Haritos’un çaresizliği 
Her acı biricik, yarıştırmak mümkün değil diye düşünsem de Eskiden, Çok Eskiden’i okuduğumda Yorgo’yla babamın hikâyesinin ayrılığa rağmen güzel olduğunu düşündüm. Başlarına gelen onca felaketten sonra burada kalan Rumların dertleri bambaşka, çekip gidenlerinki bambaşka. Kitapta İstanbul’da kalan Rumlardan Bayan Kurtidu bir yerde öyle bir patlıyor ki Atinalı Haritos’a, devletlerin vatandaşlarını aslında yeri geldiğinde tehdit unsuru olarak kullanılacak piyon yerine saydığı apaçık gözümüzün önüne seriliyor: “Kıbrıs krizi yüzünden hemen hemen bütün doktorlar, mühendisler, bilimadamları gittiler. Sadece avukatlar kaldı burada, İstanbullu Rumların malvarlığından biraz daha kazanabilirler de ondan. Biz perişan olmak üzereyken siz Yunanlılar kulaklarınızı tıkayıp gözlerinizi kapattınız. Kıbrıs Yunandır diye bağırıp bizi Türklerle karşı karşıya getirdiniz. Elinize ne geçti peki? Yarım bir ada. Bari tamamı olsaydı içim yanmazdı. Neye inanıyorum biliyor musunuz komiser bey? Sizin biz İstanbullu Rumlara hiç aldırmadığınızı Türkler bilselerdi, saçımızın teline bile dokunmazlardı.” Komiser Haritos’un bu cümlelere verecek bir cevabı yok, karşısındaki kadının aslında ona bağırmadığını biliyor. Bugün de pazarlık konusu yapılan insanlara dair neler neler duyuyoruz, savaştan kaçıp gelenler adına utancımızdan yerin dibine giriyoruz ama galiba devlet nezdinde hiçbir şey değişmiyor.
Petros Markaris Eskiden, Çok Eskiden’i yazarak geçmişiyle, gençliğiyle, geride bıraktıklarıyla hesaplaşmış. Haberi olmasa da yıllardır anlatmak istediğim, benim için çok özel bir hikâyeyi aktarmama vesile oldu. Keşke Can Yayınları telifini aldığı bu yazarın kitaplarını sırasıyla basmaya devam etse de Komiser Haritos polisiyelerini eksiksiz olarak okuyabilsek. Daha kim bilir ne hikâyeler var anlatacak...

Banu Yıldıran Genç

* Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu

** Konuyla ilgili daha fazla bilgiyi aşağıdaki link’lerde bulabilirsiniz.



* Bu yazı daha önce Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.

1 yorum:

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...