28 Aralık 2019 Cumartesi

Ülkenin Sonuna


Ülkenin Sonuna Geldik mi?

David Grossman 2017 senesinde Bir At Bara Girmiş romanıyla kazandığı Man Booker Uluslararası Ödülü sayesinde tanıdığımız bir yazar. Ödül alan bu kitabı Siren Yayınları tarafından hemen yayımlandı. Bu yaz ise yazarın daha eski bir romanını yayımladılar: Ülkenin Sonuna. Her iki kitabı da okumuş biri olarak bu müthiş yazarı bize tanıttıkları, ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen modern İsrail edebiyatından, Etgar Keret’ten bizi haberdar ettikleri ve bunu her biri birbirinden iyi çevirlerle yaptıkları için Siren Yayınları gerçekten de büyük bir teşekkürü hak ediyor.
Bir At Bara Girmiş’i okuyanlar bilecektir, Grossman’ın metnine uyum sağlamak, anlatılanların içine girmek çok da kolay olmuyor. Ülkenin Sonuna için de aynı şeyi söyleyebiliriz. İlk altmış sayfayı okurken anlatılanlar bir yere bağlanacak mı, gerçek dünyadan mı bahsediliyor yoksa bir distopya mı gibi sorular sorabilirsiniz. On altı yaşlarındaki üç gencin tanışma hikâyesi gerçek olamayacak denli trajik çünkü. Kurulduğu günden beri sayısız savaşın içinde olan İsrail’in ilk büyük savaşından biri 6 Gün Savaşı sırasında salgın hastalık nedeniyle karantinaya alınan, bulaştırma ihtimalleri yüzünden sığınağa sokulmayan, başlarında hiç durmadan ağlayan Arap hemşire dışında kimse olmayan terk edilmiş, kırk derece ateşli üç genç. Romanın üç kahramanı, Ora, Avram ve İlan.
Bu üç genç ölmek üzere oldukları hastanede tanışıp yıllar süren garip bir üçlü ilişkiye girecek. Romanın merkezinde Ora var, Avram’ı bir nebze kendi düşüncelerinden tanıyoruz, İlan’ı ise tamamen Ora’nın anlattıklarından. Bu üç gencin yaralarını, acılarını bilmek sonraki davranışlarını anlamlandırmamızı da kolaylaştırıyor. Grossman bu karakterleri derinleştirip kurarken bunu hiçbir biçimde dosdoğru açıklayarak yapmıyor, düz bir zaman çizgisinde ilerlemeyen romanda sürekli sıçrayarak çocukluğa, gençliğe ve bir sürü savaş anısına gidiyor, bu anılardan öğrendiklerimizle bugünün yaşantısını anlıyoruz. Bu nedenle aslında romanı bitirir bitirmez üstünden tekrar geçmek bayağı faydalı oluyor.
Üç arkadaş
Avram, grubun sanatçı ruhlusu, gevezesi, tutkulusu. Çocukken dayaklarıyla büyüdüğü babası Avram beş yaşındayken onları terk etmiş, bu dayaklardan sıklıkla nasibini alan annesiyle baş başa kalmışlar. Masmavi gözlü, kısa boylu, kendisini çirkin bulduğunu sıkça tekrar ediyor. İyileşip de okula geri döndüğünde Ora’ya yazdığı aşk mektuplarına karşılık olarak onun İlan’a âşık olduğunu öğrendiğinde okul bahçesindeki çam ağacına çıkıp herkese bedenini boşadığını söylemiş, yeni boşadığı alınyazısına kayıtsız kaldığını kanıtlamak için de hop diye ağaçtan aşağı atlayıp asfalta çakılmış. Avram hem başına gelenler, hem de kendisine yaptıklarıyla Ora’da olduğu gibi okurda da anaçlık uyandırıyor.
İlan’ı ilk başta Avram’ın sınıfında kimseyle muhatap olmayan burnu havada bir tip olarak tanıyoruz. Asker babasıyla Tel Aviv’de yaşamış olması bile bu hava için yeterli İsrail’de. Hastanede en ağır durumda olan o. Anne babası boşandığında eve sık sık erkek getiren annesiyle yapamayıp babasıyla yaşamaya başlamış, habire istemediği ortamlarda bulunmak zorunda kaldığından kendisini uzak tutmayı, olanlardan etkilenmemeyi öğrenmiş. Uzun boylu, yakışıklı. Mantık timsali olmasıyla da bir süre sonra Avram’ın onu tamamlayan en yakın arkadaşı oluyor. Ve evet, Avram kendini ağaçtan atınca öğreniyoruz ki Ora, İlan’ı seçiyor.
Ora, ateş, kızgınlık anlamına gelen ismiyle müsemma, kızıl kıvırcık saçlı, koca gözlü, uzun ince bir kız. Annesiyle hiçbir zaman aşamadığı soğukluğun arkasında bir başka trajedi yatıyor. Bir gün anne babasının odasındaki gardroba saklanan Ora, annesinin nöbet geçirdiğine şahit olmuş. “Annesinin çabucak odaya girip kapıyı kilitlediğini, sonra da sessizce kendine vurmaya başladığını görmüştü, karnını, göğsünü tırmalıyordu, arkasından kısık bir sesle çığlıklar atmaya koyuldu: ‘Pislik, pislik, Hitler bile seni istemedi.’ O an kararını vermişti Ora, kendine harika bir aile kuracaktı.” İkinci bölümde otuz iki yıl sonraya atlayınca görüyoruz ki Ora toplama kampından kurtulmanın sevincini tadamayan annesinin tersine harika bir aile kurmuş.
Yürüyerek azalan acılar
2000 yılına geldiğimizde yine gündemde savaş var, bu kez İkinci İntifada. (Bu arada tüm bu savaşları okuyarak öğrendiğimi eklemeliyim, romanda her İsraillinin bileceği bu savaşların adları verilmiyor. Yıllar önce Edebiyattan Tarih Öğrenilir mi? başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu roman sayesinde tarih bilgime İsrail savaşları da eklendi.) Ora yirmi beş yıllık kocası İlan’la bir sene önce ayrılmış. İlan’dan da Avram’dan da birer oğlu var: Adam ve Ofer. Her ikisi de İlan’ı baba olarak biliyorlar, Avram sonradan öğreneceğimiz ve hak vereceğimiz sebeplerle babalık rolünü reddetmiş. Ora’nın koşturmacası, hayal kırıklığı ve korkusuyla başlayan bölümde öğreniyoruz ki Ofer üç yıllık askerlik hizmetini bitirmiş ve döner dönmez seferberliğe gönüllü olarak katılacağını beyan etmiş, tam da Ora rahat bir nefes almışken. İki oğlan büyütmüş, zorunlu askerlik hizmetlerinde onları üçer yıldan altı yıl yüreği ağzında beklemiş Ora bu haberle yıkılıyor ve Ofer’i yolcular yolculamaz bir totem yapıyor. “Yürekten pagan olan Ora küçük tanrılara, günlük ikonalara, ufak tefek mucizelere bel bağlardı. Eğer trafikte peş peşe üç yeşil ışığı yakalarsa, eğer yağmur başlamadan çamaşırları toplamaya vakti olursa, eğer kuru temizleyici ceketinde unuttuğu yüz şakellik banknotu bulmazsa, işte o zaman...” Böylelikle Ora, Ofer’le birlikte planladıkları Celile gezisine yalnız gitmeye karar veriyor. Yirmi sekiz günlük seferberlik emri boyunca eve dönmeyecek, dönmeyecek ki kötü haber vermeye gelenler onu bulmasın, o evde olmayınca kötü haber de olmayacak, gelemeyecek. İsrail kadar olmasa da yıllarını savaş ortamında geçiren bizler de bu duyguyu o kadar iyi anlıyoruz ki. Ora bir ara Ofer doğduğunda İlan’la eve gelişlerini hatırlıyor: “‘İşte al sana sevgilim, İsrail Savunma Kuvvetleri’ne bir asker daha doğurdum.’ İlan gereken cevabı vermekte gecikmemiş, Ofer büyüyene kadar barış olacağını dile getirmişti bir solukta. Peki hangimiz haklı çıktık?” Şu an on sekiz yaşındaki oğlumun doğumunda ben de o kadar emin bir biçimde söylemiştim ki bunu. Mantık yürüten İlan değil, duygularını sonuna kadar dinleyen Ora haklı çıktı.
Ora tam yola çıkacağı sırada yıllardır haber almadığı Avram arayıp terhis olan Ofer’i soruyor. Bu telefonla Ora’nın yolculuğuna Avram da -emrivaki de olsa- katılıyor. Roman böylelikle aradaki kayıp yılları, kritik olayları öğreneceğimiz bir yol romanına dönüşüyor. Gidilecek yol belli, ülkenin sonu. Patikaların, çiçeklerin, derelerin, göllerin, köpeklerin, arada bir başka insanların dahil olduğu bu yolda hiç durmadan konuşacak Ora. Oğlunu anlatacak Avram’a, o oğlunu tanıdıkça oğlu yaşayacak. Anlatılanların ağırlığını doğa betimlemeleri hafifletiyor. Savaş eşiğinde, doğa içinde, destan gibi bir roman. David Grossman’ın kolay okunur bir yazar olmadığını söylemiştim, bu romanda da baştan itibaren hangi cümleyi kimin söylediğini takip etmek gerekiyor. Konuşma çizgisi günümüzde zaten kullanılmıyor ama Ülkenin Sonuna’da “dedi Ora” ya da “dedi Avram” gibi okurun işini kolaylaştıracak cümlelere pek yer verilmiyor. Tanrı anlatıcı bazen Ora’nın bazen Avram’ın zihninde geziniyor, İlan’la Adam’ın kişiliğini, cümlelerini anlatıcının aktardıkları sayesinde kavrıyoruz ki her ikisi de ana karakterler kadar önemli neredeyse. 
Olayların ve karakterlerin çok derinlikli, çok ustaca çizildiğini belirtmeliyim, bu sayede okur kapılıp gidiyor zaten. Zamanlar, olaylar arasında sıçrayarak yazarın büyük bir titizlikle önümüze bıraktığı düğümleri yavaş yavaş, neredeyse son sayfaya dek çözüyoruz. Romanın sonuna geldiğimizde artık Adam’ı, Ofer’i doğumlarından itibaren; Ora, Avram ve İlan’ı ise on altı yaşlarından beri tanıyor ve her şeyi biliyoruz. Ora’nın yakın arkadaş olan iki erkekle de bir ara kesişen ilişkisi, Avram’ın 1973 Arap – İsrail Savaşı’nda yaşadıkları ve Ofer’in varlığını bir bakıma bu yaşadıklarına borçlu olması, İlan’ın Ofer’i kendi çocuğu gibi sahiplenmesi, çekirdek aile olarak geçirilen yıllar ve İlan’la Ora’nın ayrılığı...
Sonsuz bir ağıt
Son olarak bu romanın aslında baştan sona bir ağıt duygusu verdiğini söylemeliyim. Barış yanlısı David Grossman’ın 2006 yılında İsrail - Lübnan Savaşı’na karşı çıkarak hükümeti protesto etmesinden tam iki gün sonra küçük oğlu Uri askerde ölmüş. Yıllardır üzerinde çalıştığı romanı Ülkenin Sonuna’yı Uri yakından biliyormuş, roman daha bitmemiş ve Uri de aynı Ofer gibi zırhlı birliklerdeymiş. Grossman yas sürecinde romanı tamamlamış. İşte bu yaşanan olayın acısı sanki tüm romanda, Ora’nın tüm duygularında sezdiriyor kendini. Oğlunun ölümünden iki ay sonra David Grossman yüz binlerce İsrailliyle birlikte hükümete seslenmiş: “Tabii ki yas tutuyorum ama acım öfkemden daha büyük. Bu ülkeye yaptıklarınız için, bu ülke için acı çekiyorum.”
Bu büyük yazarı, uzun yıllardır bir erkek tarafından yazılmış en iyi kadın karakter olarak tanımlayabileceğim Ora’yı tanıdığım için çok mutluyum. David Grossman tüm yaşadıklarına karşın bir umut abidesi gibi dikiliyor insanlığın karşısında. Yedi yüz sayfalık bu romanı hiç tökezlemeden çeviren, birçok kelime oyununun altından ustalıkla kalkan çevirmen Dilek Şendil’in de romana katkısını unutmamak gerek.

Banu Yıldıran Genç

Ülkenin Sonuna
David Grossman
çev: Dilek Şendil
Siren Yayınları, Ağustos 2019, 709 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Eylül sayısında yayımlanmıştır.

13 Aralık 2019 Cuma

Beterotu


Plaza’lardan Toki’lere bir Türkiye manzarası
Pınar Öğünç’ün ilk öykü kitabı Aksi Gibi’yi tanıttığım yazıyı Notos’un 51. sayısına yazmıştım. Öğünç, gözlem gücünün ilginç bakış açısıyla birleştiği öykülerle dolu yeni kitabı Beterotu’yla yine bizi bize anlatmaya devam ediyor.
İnsanlarda kimsenin görmediği ya da dikkat etmediği davranışlar, hiç farkında olmadan yapıverdiği jestler ve mimikler, ne anlama geldiğini çok da fark etmeden çıkardığı sesler belki de Öğünç’ün uzmanlık alanı çünkü aynı dikkati, gözlemi haber dilinde de ustalıkla kullanıyor. Bir mahkeme gününün anlatıldığı habere eğer Pınar Öğünç dahil oluyorsa biz mahkemedeki insanlarla, dışarıda bekleyenlerle, havasıyla, doğasıyla, ortamıyla tüm atmosferi hissedebiliyoruz. Böyle büyülü bir dokunuşu var. Beterotu da öyle bir öyküler toplamı olmuş ki ileride bir gün, dünya denen yer hâlâ var olursa bu kitabı okuyanlar 2020’li yıllara doğru Türkiye denen ülkede neler oluyormuş neredeyse hepsini öğrenecekler: Şehirlerin en uzak noktalarına kondurulmuş toplu konutlar, definecilik belası, Ermeni gömüleri, beyaz yakalıların mutsuzluğu, kentsel dönüşüm, işçi cinayetleri, inşaatlar sebebiyle yerinden yurdundan edilen yaban domuzları, whatsapp denen ayrı dünya ve herkesin bir şekilde terörist olduğu bir sistem... Hepsi bazen satır aralarında bazen göz önünde Türkiye Cumhuriyeti’nin anlatılmayan gizli tarihi olageliyor sanki.
Orhan Koçak’ın Pınar Öğünç öyküleri üzerine yazdığı yazıda söylediği gibi: İnsanın ‘içini ısıtan’ öyküler değil bunlar, ama artık kim tam ‘Sait Faik’ gibi yazma gücünü kendinde buluyor ki. Öğünç içinde bulunduğumuz hayata bakıyor ve orada genellikle balçık görüyor, ancak ‘faziletsiz mağduriyet’ gibi bir deyimle tanımlanabilecek bir toplumsal manzara. Herhangi bir kurtarıcı bakışa cevap vermeyen kaskatı sefillik.*” Gündemden ve gerçekten hiçbir biçimde kopamadığımız bu coğrafyada İskandinav ülkelerindeki gibi öyküler, romanlar yazılması, bir Erlend Loe nahifliği, mizahı hakikaten imkânsız geliyor artık bana. O yüzden Öğünç’ünki gibi toplumsal gerçekçiliği yeni ve bambaşka bir boyuta taşıyan öyküleri seviyorum.
Bu yazıda bahsedeceğim üç öykü de bir biçimde inşaatla ilişkili, bazısı doğrudan, bazısı dolaylı. İnsan inşaatın edebiyatta ve tabii ki hayatımızda bu kadar büyük yankısı olmasına şaşırıyor ister istemez. Dikkat çekici öykülerden ilki Bir İleri İki Geri. Allah’ın unuttuğu bir yerdeki toplu konutlarda çocukları sayesinde tanışan iki ailenin hikâyesi gibi başlasa da çocukların sokakta oynarken bulduğu kırık bir parçanın tarihi esere benzemesiyle bambaşka bir Türkiye hikâyesine dönüşüyor. Büyükşehir belediyesinde çalışan muhafazakâr Ender’le ocakbaşı ustası Hüseyin’in yaşadıkları site ve tatil günlerini geçirdikleri AVM dışında pek de ortak noktaları yok. Hatta Hüseyin’in çalıştığı lokantaya gidip de alkollü olduğunu fark eden Ender’in aldığı önlemler öykünün gülümseten bölümünden. Giriştikleri definecilik macerasının ikisi için de anlamı aynı: Hayatta bir kez olsun kazanmak. Hüseyin daha arka planda kalsa da Ender hinliği ve kendisini “daha” akıllı sanmasıyla günümüz Türkiye insanının prototipi aslında. Hak ettiklerini alamamış, kaderin sillesini yemiş, oysa her şey onun hakkı. Bulduğu parçayı soruştururken köydeki akrabasına söylediği “Hem Ermeni işi daha kolay oluyor diye ben hep duydum zamanında köydeki arkadaşlardan, onların yalancısıyım yani, hani hızla çıktıkları için evden, onlarınkiler daha yakına gömülü oluyor şeklinde.” cümlesi ise içerdiği gizli anlamla ısrarla reddettiğimizin aslında ne kadar aleni bir bilgi olduğunu yine yüzümüze çarpıyor. 
Çimento öyküsünün merkezinde bu kez toplu konut değil kentsel dönüşüm var. Tam olarak semt adı verilmese de Saliha Hanım’ın büyüdüğü köşkten, bahçeden ve durmaksızın kentsel dönüşüme giren apartmanlardan bahsedilmesi Bağdat Caddesi’ni akla getiriyor. Bu kez Öğünç’ün keskin gözlemi Beyaz addedilen Türkler üzerinde. Saliha Hanım’ın yaşadığı köşk, önce üç katlı, sonrasında ise altı katlı kocaman bir apartmana dönüşüyor. Bunamaya başlayan Saliha Hanım’ın kesik kesik anıları da, kitaba adını veren Beterotu ve köşkün bahçesinde bir zamanlar yetişmiş başka birçok bitki de  parçalı bir biçimde ilerleyen öykünün önemli katmanları. Kentsel dönüşümün üzerinden bir sene geçmiş, Erinç ailesinin her ferdi modern ve yeni dairelerine yerleşmiş, yaşlılara, çocuklulara, çalışanlara yardımcı tutulan Özbek kadınlarla hayat kolay ve sorunsuz ilerliyor. Ta ki müteahhitin kendine ayırdığı dairelerden birine taşınan kiracı, genç ve meraklı Esra Tanol kurcalanmaması gereken bazı şeyleri kurcalayana kadar... Ucu işçi cinayetlerine uzanan bu şeyler sayesinde aile denen yapı bir kez daha gözlerimizin önüne seriliyor. Çıkarların en ön planda olduğu bu kutsal yapı böylesi bir sallantıyı hasarsızca atlatabilir mi? Tabii ki atlatabilir, “ailemizin huzuru için” cümlesi aynen vatan, millet söz konusu olduğundaki gibi, her şeyi halı altına süpürebilir.
Kitabın son öyküsü Ceylan ile Kâmuran en azından öyküde yer alan aileyle, Ceylan ve babası Himmet’le içimizi bir nebze olsun aydınlatıyor. Ceylan’ın güçlü karakteri, ne istediğini bilen genç bir kadın oluşu ve vicdanı bataklığın içinde açan bir çiçek misali sevindiriyor insanı. İnşaat motifi bu kez öyküyü bambaşka bir yerden sarıyor. Üçüncü köprü inşaatının Kuzey Ormanları’nda yerinden yurdundan ettiği, kimselerin sevmediği bir hayvancık Ceylan’la birlikte hayata tutunurken, yıkılacak apartmanları boşaltıp moloza çeviren Himmet’in elde kalan kapıları, pvc pencereleri, boruları köydeki evine taşıdığı külüstür kamyoneti sayesinde yeni memleketi Nevşehir’e gidiyor. Himmet’in yaptığı işin anlatıldığı şu paragrafı okuduğumda bugüne dek şahit olduğum yıkımlar  geldi gözlerimin önüne ve yine düşündüm: Biz niye bir binanın nasıl yıkılıp boşaltıldığını bu kadar iyi biliyoruz? “Yüzlerini hiç görmedikleri insanların mutfaklarında nar lekeli sağlam fayansları ayıklar, bir gün karşılarına hiç çıkmayacak çocukların karaladığı duvarlara bakarlardı. Eski pasodan diskete, yün bereden lastik terliğe, bir sonraki eve taşınmaya değer görülmemişlerden bir hikâye uydurmaya vakit kalmadan çalışırlardı. Aplikler, borular, kablolar, prizler... Dev bir kemirgenin evi sarışı gibi hızla, her bir oda hani dolgusu düşmüş diş gibi kalıncaya dek sökerlerdi. Üçüncü kattan aşağı atılan kırık sandalyeler ve göçük yatak bazaları ve eski bisikletler ve eprimiş halılar, varsa ancak kıyamet günü yağabilecek tuhaf bir yağmur gibi uzaktan bakanı ürkütürdü.”
Pınar Öğünç geçen günlerimize şahitlik etmeye, bunları kendi gözünden ve sözcüklerinden süzüp öyküleştirmeye devam ettikçe yazının başında söylediğim gibi alternatif bir Türkiye tarihi ortaya çıkacak. Bu derece iyi gözlemlenmiş öykülerin daha etkili olmasının bir yolu Öğünç’ün öyküye bazen fazla gelen kişilerden, olaylardan vazgeçmesi olabilir. İlk kitabındaki öyküler daha kısa olduğundan fazlalıklar çok göze çarpmıyordu. Bu kitapta öyküler uzamış ve bu nedenle Çimento öyküsünün vurucu yanını Erinç ailesinin her birini tanıtan paragrafları okurken kaçırıyoruz, Bir İleri İki Geri’de Ender’i yeterince tanıyacağımız hâlde gereksiz bir biçimde beyzbol sopalarının üstüne yazılanları okuyoruz, öykünün merkezindeki erkeklerin eşleri Ayla ve Selma’nın geçmişteki iş hayatlarını bilmemiz de bize bir şey katmıyor. Tek bir fazla sözcüğün bile göze batabildiği öykü türünü teknik olarak bozan bilgiler bunlar. Daha çok o anla ilgilenirken geçmişi ya da etraftakileri bilmemiz gerekmiyor. Öğünç’ün öyküleri bunlardan arındırılsa çok daha vurucu, güçlü olacak. 

* Orhan Koçak, Pınar Öğünç’ün Öyküleri (I): Kanıksanmış Alarm, Birikim dergisi sitesi.
Banu Yıldıran Genç
Pınar Öğünç, Beterotu, İletişim Yayınları, 2019, 122 s.
* Bu yazı Notos'un 78. sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...