28 Ekim 2019 Pazartesi

Sardalyanın Gizemi


Düğüm üstüne düğüm
Metis Yayınları’nın geçtiğimiz ay yayımladığı Sardalyanın Gizemi’ni okumaya başladığımda ne yazar ne de roman hakkında bilgim vardı. Kitabın ilk sayfasında Agatha Christie polisiyelerinden alışkın olduğum “Kim kimdir?” bölümünü görünce önce bir polisiye roman okuyacağımı düşündüm. Birkaç bölüm devam eden bu düşüncem bir süre sonra değişti çünkü aslında Sardalyanın Gizemi polisiye tatlar taşıyan ama hiçbir türe sokamayacağımız bir roman.
Romanın ilk bölümünde Bernard St. Austell’i tanıyoruz. Londra’daki apartman dairesinde her şeyden nefret ederek makaleler yazan, taşradaki evinde ise şiirler yazıp her şeyi seven bir adam, duyguları gibi yazılarını da aynı netlikte ikiye bölen St. Austell’in yaratıcılığının özü aslında nefretinde yatıyor. “Londra’daki dairesinde volta atarak doğru kelimeleri ararken nefret ettiği kişiler politikacılar ve devlet memurları, finans uzmanları ve sendikacılar, Marksistler ve kapitalistler, solcular ve sağcılar, zeki yabancılar ve aptal yerliler, inananlarla inanmayanlar ve -hepsinden öte- yazarlar ve okurlardı.” Bu ikiye bölünmüş hayatının dengesi oğlunun sorduğu bir soruyla bozulana dek tıkır tıkır işleyen bir nefret makinesi... Dengesi bir kez bozulunca ise duygular karışıyor, nefret ettiği ve sevdiği yerler, kişiler farklılaşıyor. Ve ne yazık ki bu garip dönem çok kısa sürüyor, Bernard St. Austell belki de dengesi bozulduğundan bu dünyadan aniden göçüyor.
Polisiye okuduğumu düşündüğüm için bu ölümden sonra “Zehirlendi mi acaba?” gibi sorular soruyordum ki olaylar hızla ve fevkalâde şaşırtıcı bir biçimde gelişmeye devam etti. Cenaze töreninin ardından birbiriyle tanışan merhumun karısı ve sekreteri birbirlerine âşık olup her şeyi satıp savıp Mallorca’ya taşınıyor mesela, pat diye. Hemen sonra felsefe okutmanı Tim Chesterton-Brown ve şair karısı Veronica’nın şiir üstüne düşüncelerine dalıyoruz. Bu arada bir önceki bölümde Bernard St. Austell’in şiiri üzerine tez yazarken aklına şairin göz rengi takılan ve üstadın şiirlerinin otobiyografik özellikler taşıyabileceğini düşünen Bay McPherson merhumun eşi ve sekreterine bu soruyu sormaya ta Mallorca’ya gidiyor. İronik bir biçimde ikisinin de göz rengini hatırlamamalarından sonra -diğer bölümde- Londra’ya dönmüş, üstadın arkadaşı Chesterton-Brown’a sorusunu yineliyorken siyah bir köpeğin boynuna bağlanan bombanın patlaması sonucu ölüyor. Chesterton-Brown’un da iki bacağını kaybettiği bu kaza sonrası ise ben artık polisiye okumadığımın bilincine varmış bir biçimde bu bambaşka kitabı bambaşka bir gözle okumaya başladım. 
Stefan Themerson’un tarzını bugüne dek okuduğum yazarlar arasında en çok Flann O’Brian’a benzettiğimi söyleyebilirim. Absürt olaylar, absürt bir mizah ve birbiriyle bağlantısız bazen gerçek üstüne de göz kırpan karakterler... Polonya’da daha yirmili yaşlarında çocuk kitapları yazarak ünlenen yazar, birlikte anıldığı karısı Francizska’yla da bu yaşlarda evlenmiş. Savaş sırasında Polonya ordusuna yazılan çift bir daha ancak 1944 yılında İngiltere’de bir araya gelmiş. Ünlü çift kurdukları yayınevi, yayımladıkları kitaplar, çektikleri avangard filmlerin dışında Russell, Queneau, Alfred Jarry gibi yazarlara yakınlıklarıyla da biliniyorlar. Yazar hakkında okuduğum bir diğer bilgiyse Raymond Chandler hayranı oluşu ki Sardalyanın Gizemi’nin polisiyeye benzerliği belki bu hayranlığa bağlanabilir. Yine romandaki felsefe okutmanı Tim Chesterton-Brown adı da ünlü yazar G.K. Chesterton’a ve onun dedektiflik yapan unutulmaz kahramanı Peder Brown’a gönderme olmalı. 
Olayların hepsini, karakterlerin her birini burada anmanın mümkünü yok çünkü hemen herkesi tek bir bölümde tanıyor ve geçiyoruz. Bunun istisnası tüm olaylarla bağlantılı olduğu düşünülen Leydi Cooper ama tabii ki bu bağlantıyı da öğrenemiyoruz. Aslında Themerson aynen bir polisiyede olduğu gibi düğümler ata ata ilerliyor ama polisiyede bu düğümler önünde sonunda çözülürken Sardalyanın Gizemi düğüm üstüne düğümle gidiyor ve bir süre sonra anlıyoruz ki yazarın yapmak istediği tam da bu, düğümlerin çözülmesiyle ilgilenmiyor. Yeni karakterler, yeni olaylar yaratmak ve bu karakterleri epey uzun konuşturmak asıl sevdikleri. Hemen her karakter ortaya çıktığı bölümde kendi yaşam felsefesini ortaya koyuyor, karakterler arası bol bol felsefi muhabbetten de bahsedebiliriz ki bunun da en absürtlerinden biri Doktor Goldfinger’ın otel odasına gelen üniversite öğrencisi fahişeyle seks öncesi diyaloğu olabilir: “- Benim okuduğum dilbilim ne tarihsel ne de artzamanlı. Bilakis eşzamanlı. Yapısal. Ve Fransızca. Saussure’le başlayıp Roland Barthes’la bitiyor. Pan onun hakkında bir şeyler duydu mu? - Biraz. - Ne kadar? - Semantokrasinin canı cehenneme! dedi Dr. Goldfinger. - Anlamla Hâkimiyetin canı cehenneme! dedi kız kıkırdayarak. - İşaretler çok yaşasın! dedi Dr. Goldfinger. - İşaretler kendileri konuşsun! dedi kız. - Satır aralarını okumak yok! dedi Dr. Goldfinger. - Çok yaşasın Edebiyatın Cebiri! dedi kız. - Ya Chomsky? diye sordu Dr. Goldfinger. - Hayır. Kesinlikle hayır. Chomsky siyasi olaylara fazla karışıyor. Buradaki herkese göre öyle.”
Romanda birçok filozofun, fizikçinin, matematikçinin adı geçiyor ki aslında üniversitede hem fizik hem mimari okuyan hem de felsefeye, özellikle semantiğe ilgi duyan Themerson kendi yarattığı bir oyunda kendi sevdiği konularla eğleniyor gibi. Bacaklarını kaybetmiş pozitivist felsefe hocasının onu kiliseye davet edip ruh, ahlâk ve vicdan üzerine nutuk çeken rahibe söylediği insanların ölü bedenlerin kokusunu sevmemeleri yüzünden bazı kuralları olduğu fikri ve bunu uzun uzun açıklaması biz okurlarda da şaşkınlık yaratacak denli aykırı. Yine son bölümlerden birinde tanıdığımız Leydi Cooper’ın oğlu Perceval da bize fikirlerini ve kafa karışıklıklarını açıyor, düşünüyor, düşünüyor ve bölüm bitiyor. “‘İyiliğinden sual olunmayan’ Tanrı. Ama ‘iyi Tanrı’ da başka bir oksimoron değil miydi? Bütün evrende Tanrı’dan daha az iyi biri var mıydı? Tanrı organik kimyasını tam da zulüm ve adaletsizlik üzerine üzerine kurmamış mıydı? Sonra da bütün suçu bize yüklemişti...”
Tüm bu alıntılara baktığımızda karşımızdakinin oldukça karamsar tablo çizen bir yazar olduğu sanılmasın, bu felsefi düşüncelere absürt durumlar da eşlik ediyor. Bazı söz oyunları, Polonyalılar ya da İngilizler hakkında komik anektodlar tüm bu felsefi düşüncelerin, monolog ve diyalogların aslında romana hiç rahatsız etmeden, okuru sıkmadan katıldığını gösteriyor. Zaten tüm bu düşüncelerle beraber sürekli bir olaylar zinciri var, birileri birilerine âşık oluyor ya da ölüyor.
Yazarın katıldığı savaşı, ülkesinden göç etmesini, ardında bıraktığı ülkesinin yıllar boyu bocalamasını da düşününce 1980’lerde yazılmış bu romanın Polonya’yla da çok ilgili olduğunu anlayabiliyoruz. Polonyalıların kahramanlığa ve canlarını vermeye bu kadar düşkün olmaları, romantik ruhları Savaş ve Barış'tan uzun bir alıntıyla tescilleniyor. Ülkenin her yerini kaplayan at heykelleriyle ayrı olarak dalga geçiliyor. Ve asıl olarak komünizm ve dindarlık arasına bu kadar sıkışıp kalmış bir halk sorgulanıyor. “‘Komünistlerin nasıl öyle dindar olabileceğine aklım ermiyor,’ dedi diğer memur. ‘Eh, oluyor bir şekilde,’ dedi Leydi Cooper. ‘Evet,’ dedi ilk memur. Biraz düşündükten sonra da ekledi: ‘Belki gençler komünist yaşlılar dindardır.’ ‘Veya tam tersi,’ dedi Leydi Cooper.” 
Romanın en trajik kahramanı 12 yaşındaki dahi Ian Prentice’in sevdiği kıza yazdığı mektubun başlığı romanın Lehçe basımlarındaki adı olmuş: Öklit Budalanın Tekiydi. Matematikten çok anlamam ama bu kitabı okuyacak okurlar için bu mektubun hayatlarında okuyacakları en romantik matematiksel mektup olacağını söyleyebilirim. “Sevgili müstakbel eşim Emma’ya / O ki bilmez, bir lemma dilemmayı çözdüğünde / Artık ihtiyacımız kalmadığını lemmaya.” ithafıyla başlayan mektup Ian’ın başına gelenleri de düşününce gerçekten yürek burkuyor.
Romanın adındaki sardalyaya gelirsek bunun da Stefan Themerson’un oyunlarından biri olduğu ortaya çıkıyor. Roman boyunca Mallorca’da görünen ve hayatında ilk kez işçi sınıfından birilerini görebilmek uğruna sardalya konservesi fabrikası arayan kahverengi takım elbiseli adam, düğümün asıl kahramanı diyebilirim çünkü her sorduğunda Mallorca’da sardalya fabrikası olmadığı, bunun için Portekiz’e gitmesi gerektiği cevabını aldığı halde, yıllarca -tamı tamına yetmiş dört yıl- aynı soruyu sormaya devam ediyor. Neyse ki yazar burada biz okurlara acıyor da sardalyanın gizemini biraz da olsa çözebiliyoruz.
Sardalyanın Gizemi çok farklı bir roman. Okuması kolay gibi gözükse de aslında alt metninde birçok düşünce barındırıyor. Özde Duygu Gürkan’ın bu zor metni ustalıkla çevirdiğini de eklemem gerekir. Themerson bu kitabında geçen renkli karakterlerin bazıları hakkında daha önce de roman yazmış. General Pięść ve Kardinal Pölätüo hakkında yazılmış bu kitapları da umarım Metis Yayınları bizlerle buluşturur.

Banu Yıldıran Genç

Stefan Themerson
çev: Özde Duygu Gürken
Metis Yayınları, Mayıs 2019, 225 s.

* Bu yazı Agos Kirk'in Haziran 2019 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

11 Ekim 2019 Cuma

Belleğin Girdapları

Hatıralar, yalnızlık ve kaçış: Belleğin Girdapları

Hiç unutamadığım bir anım var yalnızlığa dair... Yalnızlık da değil aslında kendimi hiç tanımamama dair mi desem... Hatırlayınca film sahnesi gibi geliyor, abartıyor muyum, olduğundan farklı mı hayal ediyorum bilemiyorum bazen. Belleğin girdaplarında kaybolmak böyle bir şey olsa gerek. On sekiz yaşımda bir bayram tatiliydi, ilkbaharın sonlarına denk gelmişti. İstanbul’dan çok gidesim vardı, insanlardan bıkmıştım -on sekiz yaşında!-, yalnız kalmak istiyordum. Sanırım yine dokuz günlük tatillerden biriydi, ailem Çanakkale’deki yazlık evimize ancak bayrama gelebilecekti, sıkılmışlığımı, ısrarlarımı ve gitme isteğimi görünce beni babamın çok eski arkadaşı yaşlı bir çiftle beraber gönderdiler, onlar tatil başlamadan gidiyordu. Ben bayram gelene dek, şimdi tam bilemiyorum ama belki üç dört gün boyunca, bu yaşlı karı kocanın torunuymuş gibi üst katta yaşadım, yemeğe çağrılınca indim yedim, yürüyüş yaptım ve geceleri üniversitede ödev olarak seçtiğim Tehlikeli Oyunlar’ı okudum. Oğuz Atay bir yandan, romandaki yalnızlık duygusu bir yandan, benim günlerce “Elinize sağlık”ın ötesinde bir cümle kurmamam bir yandan... üç günün sonunda arife gecesi sabaha kadar camın önünde oturup siteye giren arabaları izledim. Ailemin yolunu gözledim. İlk o zaman aslında “düşündüğüm kişi” olmadığımı hissetmiştim. Lise yıllarımdan kalan aykırılık, insanlardan kaçmak, kimseyi sevmemek, aileye başkaldırmak, üniversiteye uyum sağlayamamak... bütün hepsi geçti gitti, bana sabah uzaktan geldiğini gördüğüm arabamızı koşa koşa karşılamak kaldı. Aradan yirmi yıldan fazla geçtiği halde Tehlikeli Oyunlar’ı yeni bitirmiş hıçkıra hıçkıra ağladığım, alacakaranlıkta pencere önüne oturup farlardan kimin geldiğini anlamaya çalıştığım o gece Belleğin Girdapları’nı okur okumaz zihnimden fırlayıp bir film sahnesi gibi gözümün önüne yerleşti sanki. 
Behçet Çelik’in son romanı Belleğin Girdapları’ndaki adsız anlatıcı orta yaşlarında, hayatındaki pek çok şeyden kaçabilmek adına çalıştığı reklam ajansındaki işini bırakıp şehrin çok uzak bir noktasına, varoş tabir edilen bir mahalleye taşınıyor. Kendisinin Serpmetepe adını verdiği bir mahalle burası. “Dedemle gittiğimiz köyle askerlik yaptığım kasabayı bir çuvala koyup karıştırmışlar, bir ölçek de şehir -camekânların bazısının kıyısında köşesinde, günün ilk ışıkları altında iyice solgunlaşmış da olsalar neşeliymişçesine pır pır eden, kırmızılı yeşilli led lambalarıyla polis merkezinin yepyeni, parlak binası ve önündeki devasa araç mesela- ekledikten sonra bu tepeye serpmişler.” 
Kahramanın kaçtıklarını, kaçıp da geride bıraktıklarını biliyoruz bilmesine ama bir yerde sayfalar boyunca duraklamadan, soluksuz okuduğumuz çok iyi bir döküm yapmış Behçet Çelik. İşin acı tarafı o kadar tanıdık geliyor ki, şehirde, istemediğimiz bağlarla bir biçimde içinde olduklarımız, görüştüklerimiz, görüşmek istemediklerimiz, iş hatırına, dostluk hatırına, bambaşka şeyler hatırına çekmek zorunda kaldıklarımız bir bir çarpıyor suratımıza. “...söylediklerini, önerdiklerini, dikte ettiklerini, kafalara kaktıklarını yapmayanlardan sürekli şikâyet edenler, yapmadığımız şeylerin ne sonuçlar doğurduğundan da haberdar olmadığımız şekvasını en üst perdeden dile getirenler, artık dillerinde tüy bittiğinden dem vurup bir daha bunları söylemeyeceklerini, bıktıklarını, umutlarını yitirdiklerini, karanlığa çekildiklerini iddia ederken nedense susmayıp konuşmayı sürdürenler... bir derdinizi açtığınızda -baş ağrısından ekonomik sıkıntıya, gece uyuyamamaktan patron zulmüne- o derdin katmerlisinin onda da olduğunu söylemeden duramayanlar, duramamak ne kelime, insana sorunlarını unutturacak kadar uzun uzadıya kendi sorunlarını anında sayıp döküverenler..” Cümleler uzadıkça her virgülüne katıldığımız, kimlerle niçin bir arada olduğumuzu sorgulatan satırları okumak herkese bir kaçma isteği veriyor.
Oysa benim yukarıda anlattığım kaçışımın sonrası üç günde geldiğim kırılma noktasına gelecek kahramanımız da. Normal olan da bu belki. On sekiz yaşında olmayınca o noktaya gelmek üç gün gibi kısa ve komik bir sürede gerçekleşmiyor elbet. Daha ilk haftalarda geçirilen ateşli bir grip bulmaya çalıştığı ya da bulmayı amaçladığı dengesini sarsıyor. Bir melankoli, bir kimsesizlik duygusu peyda oluyor hastalandığımızda çoğumuza olduğu gibi. Neyse ki grip bu, çabuk geçiyor. Bir sonraki denge şaşması ise gittiği mahalle kahvesinde oluyor. Bir garip mahalle Serpmetepe, kimse kimseyle ilgilenmiyor gibi. Kahveye bir yabancı gelip oturuyor ve filmlerde, romanlarda olanın aksine kimse hal hatır sorulmuyor. Vebalı ya da kaçak gibi hissediyor kendini anlatıcı. Yok ya da yok hükmünde. Kendi sözcükleriyle içinde bulunduğu durumu böyle tarif ederken hem bu duruma düşmesine hem de canının bu kadar sıkılmasına takıyor kafayı bu kez de. “Halimin hatırımın sorulmasına bile ihtiyacım vardı o anda, yapmadılar. Bana ilişmemelerini istediğimi zanneder, bir yakınlık, göz aşinalığı olmasın diye üst üste aynı bakkaldan, manavdan alışveriş yapmamaya özen gösterirken derinden derine ilgilerini beklediğimi fark etmek -bu kendini bilmezlik- ayrı bir bozgundu, başka bozgunlarla yer değiştiremezdi üstelik, bozgunlar matrisine bir satır olarak eklenebilirdi.”
Bu satırlar nedeniyle belki de yirmi yıl önceki bozgunum geldi benim de aklıma. Belki de ömrümüz boyunca kendimizle ilgili varıp varacağımız nokta “bu kendini bilmezlik”.

Geçmişi mi anmak geleceği mi kurmak?

Aslında isimsiz anlatıcının kaçıp geldiği ısınmayan, köhne giriş kat dairesinde önündeki hayata dair tek bir beklentisi var: Yazabilmek. Yazının belleğini bileyebileceği düşüncesi, yazdıkça hatıraların canlanıp parıldaması umudu var içinde. Mahallede oturduğu sürece yazma konusunda çok başarılı olmasa da geçmiş günlere dalacak, sürekli iki isim etrafında dolanacak hatırladıkları: Serhat ve Nuray. Hatıralarının peşine düştüğünde ne çocukluğunun ne de ilk gençliğinin dehlizlerinde dolaşıyor. Aklına ilk düşen Serhat. Üniversiteden ev arkadaşı, yoldaşı, nasıl koptuklarını kendisinin bile bilmediği, bir gün ansızın kimselerin gitmek istemediği o bölgeye gazetecilik yapmaya gittiğini söyleyen, hayatından çıkıp giden Serhat. Anlatıcı hatıralarını didikledikçe aslında Serhat’a, kopuşlarına, gidişine değil -yine- kendisine kızdığını görüyoruz. Zaten roman boyunca belleğin girdaplarında dönen anlatıcının dolaşıp geleceği yer burası: Kendisinin bir şeyleri değiştirmek uğruna herhangi bir çaba göstermemesi, her şeyi -anlamasa bile- kabullenmesi. Serhat kadar kendini yakın hissettiği başka bir arkadaşı olmamasına rağmen onu arayıp sormaması, hayatından çıkarması. Yine üniversite yıllarındaki aşkı, onca sevdiği Nuray’a kendisini bırakıp giderken “Neden?” diyememesi. Nuray’la tanışmaları, yakınlaşmaları, sevdaları roman ilerledikçe burunda tüten hatıralar oluyor ama onu da unutuluşa terk etmiş, hemen vazgeçmiş. Belleğin Girdapları’nın ana karakteri bu davranış biçimiyle aslında Yusuf Atılgan’ın, Ayhan Geçgin’in kahramanlarına benziyor. Yabancı’yı içinde taşımaktan bir an olsun vazgeçmeyen karakterler. 
Anlatıcımız gün geçtikçe Nuray’ı ve Serhat’ı daha çok hatırlarken kentten kaçarken tek umudu olan yazmayı başaramıyor. Bir süre sonra bir bakıyoruz bu konuda da kendisini deliler gibi didiklemeye başlıyor. Yazı yazmanın zorluklarını düşünürken bin bir düşünce geçiyor aklından... Ya belleği ona oyun oynarsa, anılarını kendi zaman çizgilerinden söktüğünde ya süreklilikleri kırılırsa, yapay olursa her şey... Behçet Çelik aslında anlatıcının belleğinde ve yazma tedirginliğinde gezerken herhangi bir yazarın yaşayabileceği tüm bilinmezleri seriyor gözler önüne. 

Yeni insanlar, yeni korkular

Şehirden, o hayattan, yeni bitmiş bir ilişkiden kaçarak uzaklaşmış biri ne yapar? İnsanlarla tanışmak için fırsat mı arar? Üst kat komşusunun kızını beğenip çocuk gibi onunla karşılaşma planları mı yapar? Karşımızda derinliği olmayan bir karakter olsaydı, mantıklı çıkarımları, mantıklı davranışları, tıkır tıkır işleyen bir hayatı olan ideal bir insan olsaydı cevabımız “Hayır.” olurdu. Oysa Behçet Çelik’in tüm yaraları, tutarsızlıkları, saçmalamalarıyla gözümüzün önünde canlandırdığı kahramanının yaşamının özeti kendini bilmezlik. Önce yazdıklarını beğenmediği için yırtıp yırtıp bitirdiği defterleri aldığı kırtasiyeciyle monologdan diyaloğa dönüşen garip ilişkisi, sonra üst kattaki komşusu Tahir Bey’in kızı Nazlı’yı bir saplantı haline getirmesi günbegün ilerlerken bizim kadar kendisi de farkında dengesizliklerinin. Nazlı’nın üst kattan duyduğu terlik sesine bile genç bir delikanlı gibi heyecanlanması, sabahları karşılaşabilmek uğruna yaptığı planlar, hayallerinde yakıştırdığı diyaloglar aslında romanın trajikomik bölümleri. Sona doğru yaklaşırken aldığı, korkuyla almak zorunda kaldığı kararda bile Nazlı’yla kurulan hayali diyaloglar rol oynuyor. 
Yalnızlık, bellek ve yazı hakkında dipsiz bir kuyuya benzer sorgulamalar içeren bir roman Belleğin Girdapları. Kahramanı son dönemde sıkça rastladığımız pek çok şeyden, en çok da kendinden kaçan erkek kahramanlara benziyor aslında. Bu romanı benzerlerinden ve o sıkıcı bunalımlı erkek hallerinden ayıran özellik kendini didikleyen kahramanın dürüstlüğü ve içtenliği diyebilirim. Çünkü her şeyi hatırlar, kaçtıklarını bir bir sayarken kendini de ayrı tutmuyor. Son sevgilisi Eylül’e karşı hatalı davranışlarının, uzaklığının farkında ve belleğinde dolaştıkça bu anlamsız tavırlarından da pişmanlık duyuyor. Hele içki masasında egosunun yükseldiği durumlardaki saçmalıklarını, sahtekârca muhabbetlerini, herkesi huzursuz edip sessizliğe boğduğu ortamları anlattığı bir bölüm var ki hem bunca tanıdık bir sahne olması insanın canını sıkıyor hem de o baskın ve yıkıcı erkeğin de aslında yaptıklarının farkında olması, kendinden de kaçmak istemesi bir nebze olsun rahatlatıyor. 
Behçet Çelik oldukça deneyimli ve iyi bir yazar. Belleğin Girdapları başlarda sadece insanın içine odaklanan bir roman gibi görünse de geçmişte yaşananları yavaş yavaş açan kurgusu, üniversite günlerini hatırladıkça sezdirilen politik tarihi ve sonunun aslında bu politik tarihe ustaca bağlanmasıyla okudukça farklı katmanlara çekiyor okuru. Açmazları ve çıkmazlarıyla unutulmayacak bir karakter yaratılmış. Bu karakter sayesinde ben de yirmi küsur yıl önceki hatıramı bugün gibi hatırladım, neyse ki kendimi bilmez hallerim adsız kahramanımız kadar uzun sürmedi. Yalnızlığı sevsem, tanımadıklarıma soğuk gibi gözüksem de gayet sosyal bir varlık olduğumu kabullendim, kendimle barıştım. Şimdilik. 
Romanda her bölümün ilk cümlesinden birkaç sözcüğün o bölümün başlığı olması ilk başta garip geldiyse de sonradan bölümleri hatırlamada çok büyük kolaylık sağladığını düşündüm. Yine tek bir cümlede Gezi’ye çakılan selam da İki Şehrin Hikâyesi’nin başlangıç cümlesine yapılan atıf da gülümsememi sağladı, bunu da ekleyeyim. Bu küçük selamlar okurla yazar arasında gizli bir bağ mı kuruyor nedir...


Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı Temmuz 2019'da oggito.com'da yayınlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...