6 Ocak 2019 Pazar

Kendine Tapan Kadın


Hırsında kaybolan bir kadın: Sârâ
Suat Derviş benim kuşağımdakiler için kitaplarını son beş yıldır bulabildiğimiz, adını pek de duymadığımız bir yazar. Bunun nasıl bir devlet politikası olduğunu, sol siyasetten gelmiş, kadınlara dair söyleyecek sözü olan güçlü bir kadının nasıl yok sayılabildiğini, biyografisinden, anılarından okuyabilir; yıllardır bir parçası olduğum Milli Eğitim’de müfredata dahi alınmadığını yaşayarak öğrenebiliriz.
İthaki Yayınları ulaşabildiği tüm Suat Derviş eserlerini özenli bir çalışma ve editörlükle yayımlamaya başlayalı epey oldu. Bu sayede Suat Derviş külliyatı sanırım Ekim 2018 itibariyle on dört esere ulaştı. Ulaşılabilen tüm Suat Derviş eserleri diyorum çünkü biyografisinde de okuduğumuz üzere kendisi bile romanlarının sayısını şaşırmış durumda. Zorlu bir hayatı olan yazar yaşayabilmek için yazmak, hep yazmak zorunda. Gazetelerde, dergilerde yapılan tefrikalar, o hıza yetişmek, okurun ilgisini çekebilmek ama bir yandan kendisine dert ettiği şeylerden de bahsetmek Suat Derviş’in edebi hayatının bir özeti niteliğinde.
Serdar Soydan gerek araştırmacılığı, yayıma hazırlayışı, gerekse hazırladığı kronolojik biyografisiyle bu başarının en önemli isimlerinden biri, yine Ayla Duru da yayım sorumlusu olarak Suat Derviş eserleri için özel bir çaba harcıyor. İşte geçtiğimiz ay bu iki isim dört Suat Derviş eserini birden kitap fuarına yetiştirdiler. Ben öncelikle 1947’de Gece Postası gazetesinde tefrika edildikten sonra ilk kez kitaplaştırılan Kendine Tapan Kadın’ı okumayı seçtim.
Suat Derviş yazarlığını ikiye ayırıyor, gazetecilik yapmaya başladıktan sonra toplumcu gerçekçi bir çizgiye kaydığından önceki gotik sayılabilecek eserlerini “oyuncak bebekler” diye nitelendirerek birazcık küçümsüyor. İşte Kendine Tapan Kadın da bu nedenle Kara Kitap’tan, Bir Kış Gecesi’nden farklı, aşkı merkeze alırken arka planda tüm gerçekçiliğiyle sınıfsal farkı, eşitsizliği sorguluyor.
Oldukça hacimli bir roman Kendine Tapan Kadın. Fakirliğe ve sınıf atlamak isteyen hırslı karakterine yer açmak isterken farklı okurları da göz önünde bulundurması gerektiğinden aşk, tutku, cinsellik, hatta yer yer Beyaz Dizi tarzı romanları anımsatan betimlemelere yer vermiş. Yine zamana karşı yarışarak yazıldığından bazen fazlaca tekrarlı, bazen cümle düşüklüğüne, anlatım bozukluklarına rastlanıyor. Ama bunların hiçbiri bugün Suat Derviş’e ya da romanlarına gölge düşürmüyor. 
Roman Vahdet ve Nazan’ın Suadiye’da bir otelde dans etmeleriyle başlıyor. Romanda kendine tapan iki karakterimiz var, bunlardan biri Vahdet. Son on yılda “ıssız adam” diye bilinen bir tipleme var hayatımızda, işte Vahdet o. Orta yaşlara yaklaşmış, Sorbonne mezunu, arada dergilere felsefe yazıları yazan ve bu sayede çok saygı gören, çapkın, zengin, aslında herkesin isteyeceği hayatı süren bir kişi Vahdet. Neredeyse en uzun ilişkisini Nazan’la yaşadığını birkaç kere tekrarlıyor, uzun dediğimiz ise altı ay. Kendisiyle neredeyse gurur duyarak kadınları üzdüğünü ve bu sayede kaçtıklarını düşünüyor. Nazan ise romanın en etkisiz kişisi diyebilirim, Suat Derviş bu romanında her ne kadar Nazan’ın tarafındaysa da olmuyor, romanın “kötü” kişisi Sârâ, Türk filmlerinde hayran olduğumuz Neriman Köksal misali devleşiyor ve unutulmaz bir karakter haline geliyor.
Nazan’ın ne kadar pasif bir karakter olduğunu hayatından da öğrenebiliyoruz, lisede âşık olduğu orta yaşlı edebiyat öğretmeniyle evlenmiş -ortada bariz bir istismar durumu var ama çağın gereği diyelim-, kocasının daha bir yıllık evliyken hayatını kaybetmesiyle ortada kalakalmış, vefat eden zengin bir amcadan kalan parayla çalışmadan, hatta herhangi bir şey yapmadan, Şişli’de hizmetçisiyle bir apartmanda yaşayan bir kadın. Hayatında ikinci kez âşık oluyor ama maalesef bu kez -de- yanlış birine. Vahdet’in karakterini anlamamız için daha ilk bölümde Nazan’ı kırmak, ağlatmak sonra da oturup izlemek amacıyla söylediği cümlelerden örnek vermek yeterli olacaktır: “‘Bu kadar güzel ve harikulade güzel olduğun halde neden kendini bana sevdiremediğini, neden sana çılgınca âşık olamadığımı düşündüm.’ (...) ‘Seni benden ayrılman ve beni artık rahat bırakman için az mı kırdım? Fakat sen bir türlü beni anlamak ve bana darılmak istemiyorsun.’”
Vahdet ve Nazan’ın dans ettiği otelin balo salonunda İstanbul sosyetesinin konuştuğu büyük bir düğün var, meşhur et tüccarı Nurullah Yurdakul ve Etyemezli fakir Sârâ’nın (müthiş bir tezat yaratmış burada Derviş) muhteşem düğünü.
Suat Derviş Tanrı anlatıcı kullanıyorsa da romanda her karaktere uzun uzun kendi hayatını, geçmişini ben diliyle anlatma fırsatı tanıyor. Bu nedenle romanın diğer “kendine tapan” kişisi Sârâ’nın çocukluğundan itibaren yaşamını, ne istediğini kendi bakış açısından öğrenme fırsatımız oluyor. Sârâ müthiş güzel ama hırslı ve duygusuz bir karakter olarak çiziliyor.
Sârâ çocukluğundan itibaren fakir ana babasından utanan, bir biçimde sınıf atlamak isteyen değişik biri. Okulda bile kendinden iyi durumda olanlara hasetlenmesinden eğitimini yarıda bırakmış, güzelliğinin farkında ve bunu “akıllıca” kullanmaya çalışıyor. “Sen kimseyi sevmez misin?” sorusuna verdiği cevap aslında onu en net tanıdığımız yerlerden biri: “‘Kimi seveyim? Annemle babamı mı? Niçin? Beni dünyaya getirdikleri için mi? Dünyaya gelmeden evvel ben onları anamla babam olsunlar diye intihap etmedim ya! Ve eminim, onlar da beni hiç an düşünmeden -çünkü tanımazlardı- beni hiç özlemeden dünyaya getirdiler. Bunun için onları sevmek için en ufak bir sebep bulamıyorum.’” 
Kimseye duygusal yakınlık duymayan Sârâ’nın her hareketi, Demir’le ilişkisi, evliliği, amaçladığı yere kavuşmak içindir. Doğru adım atması önemlidir. Birlikte sinema dergilerine baktığı, Beyoğlu vitrinlerini seyrettiği arkadaşı Gülsüm mahalleden kaçmış ve kendini daha rezil bir durumda bulmuştur. Füruzan’ın Benim Sinemalarım’ını anımsatan bu bölümde arkadaşını Yüksekkaldırım’da polis eşliğinde hastaneye götürülürken gören Sârâ, planlarını bu yanlışa düşmemek üzerine yapar. 
Sonuç olarak roman ilerledikçe bize ıssız adam Vahdet ve üzdüğü Nazan, istediği zenginliğe kavuşan Sârâ ve üzdüğü Demir ve Suat Derviş’in her fırsatta neredeyse hakaretamiz bir biçimde betimlediği -ayı, öküz, deniz canavarı, goril, benzetildiği hayvanlardan bazıları- Nurullah Bey kalıyor. 
Suat Derviş’in incelikle kurduğu romanda kimin tarafında olduğu çok belli; savaşta belirsiz bir biçimde para kazanan et tüccarı Nurullah, narsistik kişilik bozukluğundan mustarip Vahdet ve duygusuz, soğuk, tek derdi para olan görmemiş Sârâ, empati kurmamız istenmeyen kişiler. Derviş’in gözdeleri sabır timsali Nazan ve toy âşık Demir ise romanın kazananı olacak, önceki zayıf kişiliklerinden, mağdur olmaktan kurtulacaklar.
Romanın sonunda yalısında verdiği davette kimseyle konuşacak bir şey bulamayan, genel kültürü, genel bilgisi, eğitimi buna müsaade etmeyen Sârâ, hiçbir zaman tam anlamıyla sınıf atlayamayacağını idrak ettiği an, okurun unutamayacağı karakterler arasına giriyor. Ne yazık ki içindeki boşluk hiç dolmayacak, her tarafına takıp takıştırdığı mücevherlerine, günde beş kere değiştirdiği kıyafetlerine rağmen hep Etyemezli Sârâ olarak kalacak.
Suat Derviş, Kendine Tapan Kadın’da üst sınıfa dair bir roman yazmışsa da bence en çok alt sınıfları anlattığı yerlerde yazar olarak devleşiyor. Sârâ’nın annesi Mahmure Hanım’ın yemek yaptığı, kedi beslediği, kızına yaranabilmek için didinmesinin betimlendiği bölümler olsun, babası Bay Mahmut’un bir şişe rakı uğruna yaptıklarının aktarılışı olsun, Demir’in Sârâ’yı unutmak için sık sık gittiği Beyoğlu genelevlerinde fahişelerin söyledikleri olsun, hem daha canlı, hem daha gerçek... Zaten Fosforlu Cevriye’den argoyu ve sokak dilini mükemmel kullandığını bildiğimiz Derviş, bu romanda da bence Etyemez’de ve Beyoğlu’nun arka sokaklarında parlıyor.


Banu Yıldıran Genç

Suat Derviş, Kendine Tapan Kadın, İthaki Yayınları, Ekim 2018, 361 s.
* Bu yazı Notos'un 73. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...