7 Mart 2013 Perşembe

Muz Sesleri

Not: Bu yazı bayağı eski. Ece Temelkuran'ın son birkaç yıldaki tutarsızlıklarından önce yazıldı, o nedenle romanı beğenmeyip kendisini sevdiğimi söylesem de, artık pek geçerli değil. 

Beyrut'u anlayabilmek...

Ece Temelkuran'ı severim; köşe yazılarını, yayımladığı kitapları, genel olarak içimizi acıtan gündem maddelerine karşı takındığı tavrı... Bu nedenle ilk romanını çok merak ettim ve hemen okudum. Bu yazı geç bile kaldı sayılır...
Bazı kitaplar vardır, okuduğunuzda size yepyeni kapılar açar, günleriniz geceleriniz anlatılanları araştırmakla, yazarın neyi nasıl anlattığını keşfetmeye çalışmakla geçer... Örneğin Geceyarısı Çocukları'nı okuduktan sonra rüyalarımda bile o gün okuduğum Hindistan tarihinden parçalar görüyor, Perperık-a Söe'den sonra ise Dersim katliamı hakkında tamamen ayrı bilgiler veren tarihçilerin yazdıklarını okumaktan uyumaya vakit bulamıyordum. Beyrut hakkında bir kitap da özellikle İsrail - Filistin - Suriye meselelerini anlamaya – bilgilenmek demiyorum, sonuçta bir kurgu metinden bahsediyoruz- oraya yakından bakmaya, bambaşka gözlerle, bambaşka seslerle tanışmaya yarayacak diye sevindim öncelikle.
Romanın içeriğinden ve kurgusundan bahsetmek gerekiyor sanırım, içine girebilmek için... Muz Sesleri, üç kitaptan -Toz, Siz, Biz- ve bu kitapları oluşturan bölümlerden oluşuyor. Toz, 3. Kitap ve bir sayfalık bir metin, sonra hikâyeye bodoslama dalıyoruz “Siz” kitabıyla.
Kitap üç şehre yayıldığı için bölüm başındaki vinyetler kimin ya da kimlerin hikâyesini okuyacağımızı en baştan belirtiyor.
Ana eksende Filipina var, doğduğu topraklara geri dönmüş bir Filipinli, aslında Şatila Kampı'nda Beyrutlu bir babadan, Filipinli bir anadan doğmuş, babasının mektuplarında anlattıklarını anlamaya çalışmakta, belki de hayatının izini sürmekte. Yanında çalıştığı 'madam'ı Zeynab Hanım ve sahibi olduğu apartmanın sakinleri romanın Beyrut kısmını oluşturmakta.
Bir de Oxford'da başlayıp Paris'e uzanan Deniz'in hikâyesi var, uzamış, sıkıcı bir ilişki, sıkıcı bir ülke, sıkıcı hayatlar ve alıp başını kendisini Beyrut'a kadar yollayacak yeni bir ilişkinin içine düşmesi... Bunlar sırasıyla Oxford ve Paris bölümleri.
En başta romanın gayet hareketli bir kurgusu olduğunu, çokça karakterin yer aldığını, olayların birbirini takip ettiğini belirtmek gerekir, yani normal bir okurun birçok beklentisini karşılayabilecek bir roman. Normal olmayan bir okuru ise -kendimi bu sınıfa sokabilirim belki- yoran, ayrıntılarla boğan, okura az önce yukarıda bahsettiğim sevincin hayal kırıklığını yaşatan bir roman.
Birinci Kitap “Siz”, ağırlıklı olarak Doktor Hamza'nın kızı Filipina'ya yazdığı mektuplardan, Deniz'in Oxford'daki sıkıntılarından ve apartman sakinlerinin hayatlarından oluşuyor. Kitabın şöyle bir cümleyle başlaması şanssızlık aslında: “Haziran güneşi Metn Dağı'ndan görünüp İç Savaş'ın en kanlı günlerinde ağlayarak şehre sırtını döndüğü, kısacık süren ateşkes dönemlerinde ise gülümsediğine inanılan Harisa Tepesi'ndeki dev, beyaz Meryem Ana heykelinin ellerinden kurtulup yükseldikçe Beyrut'un gözleri kamaşıyordu.” Ece Temelkuran uzun cümleleri, eylemsilerle birbirine bağlanıp detaylanan anlatımı seviyor, ama daha en baştan Beyrut'u bozuk bir sözdizimiyle anlatmaya başlaması kitap açısından bir dezavantaj oluşturuyor.
Bu kitap 277 sayfalık romanın neredeyse 150 sayfasını oluşturmakta. Apartmanda yaşayan ve birbirine bağlanan olaylarla hikâyeleri kurulan karakterler, ne yazık ki tip olmaktan kurtulup karakter derinliğine ulaşamıyor, her birinin merak edilecek birkaç noktası olsa da ve yazar tarafından özellikle sonradan çözüleceği belli edilen düğümlerle ilerlese de kitap, kurgunun dağınıklığından dolayı doruk noktasına tam olarak erişemiyor. Deniz'in yaşadığı sıkıcılığı okura da bulaştıran Oxford bölümleri ancak aforizmalarla dolu mektuplar ve anılarla ilerliyor. Doğu ve Batı ikilemi arasına sıkışmış Deniz, yaşadıkları, dinledikleriyle ne yazık ki olması gereken ana karakteri dolduramıyor.
Ece Temelkuran'ın köşe yazılarını ya da Ağrı'nın Derinliği kitabını okuyanlar bilir, o gerçekten de olup bitenlerin arasına güzel sözler, ince, duyarlı betimlemeler, benzetmeler yaymakta ustadır. Bu özlü ve ince sözler, bir röportajın ya da günlük olayların arasına serpiştirildiğinde, onca etkili, onca iç burkucu olabilmektedir. Maalesef olay ağırlıklı bir metinde, kurgulanmış bir hikâyede, bu sözler, bu benzetmeler fazla kaçıyor, okuru romandan uzaklaştırıp, aforizmalar kitabı okuyormuş gibi hissettiriyor. O nedenle kitapta durmaksızın araya sıkıştırılmış italik cümleler, insanın kimliğini, bir şehrin öyküsünü durmaksızın bir şeylere benzetmeler, romana hizmet etmiyor, tem tersine birbirinden kopuk metinlere, bazen iç bunaltan mektuplara dönüşüyor.
Deniz'in iyice bunaldığı bir bölümden alıntılar, hepsi aynı sayfadan: “Sonsuz bir Bolero'nun sonsuz porteleri gibi ilerleyen kiremit duvarlar bir noktada kesilmişti. Sol yanında bir yıkıntı, şehrin gövdesinde bir yara izi gibi belirmişti. (...) Yıkılıp kırıldıkça biçimsizleşen duvarlar, uzaktaki bir gezegenin tanıtım broşüründen kesilip Woodstock Caddesi'ne yapıştırılmış gibi duruyordu. Güçlü ve kusursuz görünen bütün binalar her gün insanlara onlarsız da ayakta kalacaklarını söylerken, bu yıkıntı şefkat bekler gibiydi.(...) Ayaklarının çok eskiden hatırladığı engebeli zeminde, tam olarak hatırlamadığı, geriye sadece bir duygu tülü olarak kalmış neşeli serüven ihtimalinin peşinden gider gibi yürüdü.” Ve bölümün sonu Deniz'in kardeşine yazdığı mektuptaki diğer cümleler gibi: “Kadında zaman geçmez. Sakın günün birinde iyileşmek için zamana güvenme.”
Gerek Doktor Hamza'nın kızına yazdığı, gerek Deniz'in kardeşine yazdığı mektuplarda, gerekse Deniz'in tez danışmanı Bayan Trablousi'nin ettiği sözlerde hep aynı ton bulunmakta. Güzel sözlerle süslü öğütler.
Deniz'in İngiltere'ye, Tunç'a olan hırsında, Doktor Hamza'nın Beyrut'a duyduğu aşkta da buna benzer bir ton var. Karakter derinliğini yaşantılarla kurmaktansa, benzetmelerle hissettirmeye çalışmak Deniz'i, daha geniş çapta ise bir şehri anlamaya yetmiyor. Evet, çok anlamlı, bir yere not etmeden duramayacağımız birçok cümle var ama sonuçta Ortadoğu'yu, Beyrut'u ve hatta kitabın arka kapak yazısında belirtildiği gibi 'biz'i anlatmasını beklemiyor mu okur bu romandan?
İşte tam da bu nedenle aslında kitabın en başarılı yerleri, Beyrut'taki apartmanın anlatıldığı bölümler... Gerçek hayatlar, gerçek sıkıntılar, gerçek nefretler, bol diyalogla 'yaşayan' bir şehri anlatıyor. Ansızın kapanan Ayşe'nin, Hizbullah'a katılmak isteyen Ermeni Setanik'in hikâyeleri Deniz'in ve Filipina'nın yaşadıklarının arasında eriyip kaybolmasaydı, asıl roman ve anlatılmak istenen Beyrut daha tatmin edici olacaktı okur açısından.
Roman, konusuyla olmasa da geçtiği mekânlar açısından otobiyografik bir özellik taşıyor. Ece Temelkuran'ın yazılarından Oxford ve Beyrut'ta dönem dönem yaşadığını biliyoruz. Bu şehirler hakkında anlatmak istediği çok şey var yazarın, çok şey biliyor ve tüm bildiklerini hemen anlatmak istiyor. Sorun istenilenin tam da karşılığını bulamamış olması aslında, çünkü okur bir romanda bir anda bu kadar çok şey öğrenmek istemiyor. Beyrut'un tarihinden bahsedilirken, araya taze zahterlerin, açılıp kapanan kafelerin, sokakların ve tabelaların hikâyelerinin, denizdeki varillerin, taksi ücretlerinin, birkaç kere tekrar edildiği gibi özelleştirilmiş temizlik hizmetlerinin ve tüm bunlara dair yorumların girmesini istemiyor. Belki de kurgu metin, bu kadar aforizma ve benzetmeyi kaldırmadığı gibi, bu kadar ayrıntılı gerçeği de kaldırmıyor.
Üçüncü kitap Biz, bir önceki kitapta atılan düğümlerin çözülmesinin beklendiği bölüm. Oysa bir de bakıyoruz ki okurun merakına terk edilen sorular yeterince çok değilmiş gibi, bu kez postmodern unsurlar romana karışıyor ve bir önceki kitaptan oldukça kopuk bir biçimde, her şeyin aslında Zeynab Hanım'ın apartmanında yaşayan bir yazarın kurgusu olduğunu öğreniyoruz.
Deniz'in kendini bulmak umuduyla gittiği Paris'ta tanıştığı Ziad'la gelişen aşk hikâyesi, Ziad'ın kurguladığı Beyrut hikâyesine karışıyor. Ve ikinci kitapta Doğulu ve Batılı olmak üzerine öğütler veren karakterlere, bu kez bol aforizmalı, benzetmeli ve kafası karışık söylemleriyle Ziad katılıyor. Bu bölümdeki sahici kısım Deniz'in ve Ziad'ın arasında ansızın gelişen aşk, Ece Temelkuran, aşkı anlatmakta, özellikle de bir kadının duygularını, işin içine iç organlarını bile katarak anlatmakta usta. Ziad'ın sonu gelmez Beyrut söylevleri, romanını yazma sebebini anlatma çabaları, bu aşkın arasında eriyip kayboluyor. Ya da bu aşkın güzelliği Ziad'ın sözleri arasında kayboluyor.
Çözülmesi gereken düğümler ise -Ayşe'nin örtünme sebebi, Setanik'in Hizbullah sevgisi, Marwan ve Filipina'nın aşkı, Zeynab Hanım'ın ekmek ağacı gibi unsurlar- fazlasıyla aceleye getirilerek çözülüyor. Yine bu nedenle ikinci ve üçüncü kitabın arasında gerek tarz, gerek kurgu, gerekse anlatım olarak organik bir bağın olmadığını söylemek mümkün. Deniz'in uzayıp giden sıkıntılarının ve Doktor Hamza'nın ayrıntılı mektuplarının ardından romanın bir anda kotarılıp çözüme ilerlemeye çalışıldığı hissediliyor.
Romanın sonundaki kurgu ve gerçeğin karışması ise bu acele nedeniyle beklenen etkileyiciliği sağlamıyor. Onca özlü savaş sözünün, Şatila Kampı'ndan Doktor Hamza'nın mektuplar boyu anlattıklarının, Ziad'ın çocukluk anılarının sonrasında savaşın gerçekliği okurun gözünde Hadi Bey'in bağırışlarıyla canlanıyor aslında. Küçücük bir ayrıntı, bunamış bir adamın gözünde canlanan korkuyu, savaş korkusunu hissetmesi okurun, söylenmiş sözlerden çok daha değerli.
İlk romanın acemiliğine vermek gerekirse her şeyi, Ece Temelkuran'dan gelecekte daha usta kurgulu, daha az ayrıntılı, bilgiyi kurguya sıkıştırmayan romanlar beklemeye hazır okurları.
Kitapta bolca rastlanan düzelti hataları ve Filipina'nın doğum tarihiyle ilgili maddi hata için Everest Yayınları'ndan daha özenli bir editoryal çalışma beklediğimizi tekrarlayalım.
Banu Yıldıran Genç
Ece Temelkuran, Muz Sesleri, Everest Yayınları, 277 s.
* Bu yazı Notos'un 23. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...