Not: Bu yazı bayağı eski. Ece Temelkuran'ın son birkaç yıldaki tutarsızlıklarından önce yazıldı, o nedenle romanı beğenmeyip kendisini sevdiğimi söylesem de, artık pek geçerli değil.
Ece Temelkuran'ı severim; köşe
yazılarını, yayımladığı kitapları, genel olarak içimizi
acıtan gündem maddelerine karşı takındığı tavrı... Bu
nedenle ilk romanını çok merak ettim ve hemen okudum. Bu yazı geç
bile kaldı sayılır...
Bazı kitaplar vardır, okuduğunuzda
size yepyeni kapılar açar, günleriniz geceleriniz anlatılanları
araştırmakla, yazarın neyi nasıl anlattığını keşfetmeye
çalışmakla geçer... Örneğin Geceyarısı Çocukları'nı
okuduktan sonra rüyalarımda bile o gün okuduğum Hindistan
tarihinden parçalar görüyor, Perperık-a Söe'den
sonra ise Dersim katliamı hakkında tamamen ayrı bilgiler veren
tarihçilerin yazdıklarını okumaktan uyumaya vakit bulamıyordum.
Beyrut hakkında bir kitap da özellikle İsrail - Filistin - Suriye
meselelerini anlamaya – bilgilenmek demiyorum, sonuçta bir kurgu
metinden bahsediyoruz- oraya yakından bakmaya, bambaşka gözlerle,
bambaşka seslerle tanışmaya yarayacak diye sevindim öncelikle.
Romanın içeriğinden ve kurgusundan
bahsetmek gerekiyor sanırım, içine girebilmek için... Muz
Sesleri, üç kitaptan -Toz, Siz, Biz-
ve bu kitapları oluşturan bölümlerden oluşuyor. Toz, 3.
Kitap ve bir sayfalık bir metin, sonra hikâyeye bodoslama dalıyoruz
“Siz” kitabıyla.
Kitap üç şehre yayıldığı için
bölüm başındaki vinyetler kimin ya da kimlerin hikâyesini
okuyacağımızı en baştan belirtiyor.
Ana eksende Filipina var, doğduğu
topraklara geri dönmüş bir Filipinli, aslında Şatila Kampı'nda
Beyrutlu bir babadan, Filipinli bir anadan doğmuş, babasının
mektuplarında anlattıklarını anlamaya çalışmakta, belki de
hayatının izini sürmekte. Yanında çalıştığı 'madam'ı
Zeynab Hanım ve sahibi olduğu apartmanın sakinleri romanın Beyrut
kısmını oluşturmakta.
Bir de Oxford'da başlayıp Paris'e
uzanan Deniz'in hikâyesi var, uzamış, sıkıcı bir ilişki,
sıkıcı bir ülke, sıkıcı hayatlar ve alıp başını kendisini
Beyrut'a kadar yollayacak yeni bir ilişkinin içine düşmesi...
Bunlar sırasıyla Oxford ve Paris bölümleri.
En başta romanın gayet hareketli bir
kurgusu olduğunu, çokça karakterin yer aldığını, olayların
birbirini takip ettiğini belirtmek gerekir, yani normal bir okurun
birçok beklentisini karşılayabilecek bir roman. Normal olmayan bir
okuru ise -kendimi bu sınıfa sokabilirim belki- yoran, ayrıntılarla
boğan, okura az önce yukarıda bahsettiğim sevincin hayal
kırıklığını yaşatan bir roman.
Birinci Kitap “Siz”,
ağırlıklı olarak Doktor Hamza'nın kızı Filipina'ya yazdığı
mektuplardan, Deniz'in Oxford'daki sıkıntılarından ve apartman
sakinlerinin hayatlarından oluşuyor. Kitabın şöyle bir cümleyle
başlaması şanssızlık aslında: “Haziran güneşi Metn
Dağı'ndan görünüp İç Savaş'ın en kanlı günlerinde
ağlayarak şehre sırtını döndüğü, kısacık süren ateşkes
dönemlerinde ise gülümsediğine inanılan Harisa Tepesi'ndeki dev,
beyaz Meryem Ana heykelinin ellerinden kurtulup yükseldikçe
Beyrut'un gözleri kamaşıyordu.” Ece Temelkuran uzun
cümleleri, eylemsilerle birbirine bağlanıp detaylanan anlatımı
seviyor, ama daha en baştan Beyrut'u bozuk bir sözdizimiyle
anlatmaya başlaması kitap açısından bir dezavantaj oluşturuyor.
Bu kitap 277 sayfalık romanın
neredeyse 150 sayfasını oluşturmakta. Apartmanda yaşayan ve
birbirine bağlanan olaylarla hikâyeleri kurulan karakterler, ne
yazık ki tip olmaktan kurtulup karakter derinliğine ulaşamıyor,
her birinin merak edilecek birkaç noktası olsa da ve yazar
tarafından özellikle sonradan çözüleceği belli edilen
düğümlerle ilerlese de kitap, kurgunun dağınıklığından
dolayı doruk noktasına tam olarak erişemiyor. Deniz'in yaşadığı
sıkıcılığı okura da bulaştıran Oxford bölümleri ancak
aforizmalarla dolu mektuplar ve anılarla ilerliyor. Doğu ve Batı
ikilemi arasına sıkışmış Deniz, yaşadıkları, dinledikleriyle
ne yazık ki olması gereken ana karakteri dolduramıyor.
Ece Temelkuran'ın köşe yazılarını
ya da Ağrı'nın Derinliği kitabını okuyanlar
bilir, o gerçekten de olup bitenlerin arasına güzel sözler, ince,
duyarlı betimlemeler, benzetmeler yaymakta ustadır. Bu özlü ve
ince sözler, bir röportajın ya da günlük olayların arasına
serpiştirildiğinde, onca etkili, onca iç burkucu olabilmektedir.
Maalesef olay ağırlıklı bir metinde, kurgulanmış bir hikâyede,
bu sözler, bu benzetmeler fazla kaçıyor, okuru romandan
uzaklaştırıp, aforizmalar kitabı okuyormuş gibi hissettiriyor. O
nedenle kitapta durmaksızın araya sıkıştırılmış italik
cümleler, insanın kimliğini, bir şehrin öyküsünü durmaksızın
bir şeylere benzetmeler, romana hizmet etmiyor, tem tersine
birbirinden kopuk metinlere, bazen iç bunaltan mektuplara dönüşüyor.
Deniz'in iyice bunaldığı bir
bölümden alıntılar, hepsi aynı sayfadan: “Sonsuz bir
Bolero'nun sonsuz porteleri gibi ilerleyen kiremit duvarlar bir
noktada kesilmişti. Sol yanında bir yıkıntı, şehrin gövdesinde
bir yara izi gibi belirmişti. (...) Yıkılıp kırıldıkça
biçimsizleşen duvarlar, uzaktaki bir gezegenin tanıtım
broşüründen kesilip Woodstock Caddesi'ne yapıştırılmış gibi
duruyordu. Güçlü ve kusursuz görünen bütün binalar her gün
insanlara onlarsız da ayakta kalacaklarını söylerken, bu yıkıntı
şefkat bekler gibiydi.(...) Ayaklarının çok eskiden hatırladığı
engebeli zeminde, tam olarak hatırlamadığı, geriye sadece bir
duygu tülü olarak kalmış neşeli serüven ihtimalinin peşinden
gider gibi yürüdü.” Ve bölümün sonu Deniz'in kardeşine
yazdığı mektuptaki diğer cümleler gibi: “Kadında zaman
geçmez. Sakın günün birinde iyileşmek için zamana güvenme.”
Gerek Doktor Hamza'nın kızına
yazdığı, gerek Deniz'in kardeşine yazdığı mektuplarda, gerekse
Deniz'in tez danışmanı Bayan Trablousi'nin ettiği sözlerde hep
aynı ton bulunmakta. Güzel sözlerle süslü öğütler.
Deniz'in İngiltere'ye, Tunç'a olan
hırsında, Doktor Hamza'nın Beyrut'a duyduğu aşkta da buna benzer
bir ton var. Karakter derinliğini yaşantılarla kurmaktansa,
benzetmelerle hissettirmeye çalışmak Deniz'i, daha geniş çapta
ise bir şehri anlamaya yetmiyor. Evet, çok anlamlı, bir yere not
etmeden duramayacağımız birçok cümle var ama sonuçta
Ortadoğu'yu, Beyrut'u ve hatta kitabın arka kapak yazısında
belirtildiği gibi 'biz'i anlatmasını beklemiyor mu okur bu
romandan?
İşte tam da bu nedenle aslında
kitabın en başarılı yerleri, Beyrut'taki apartmanın anlatıldığı
bölümler... Gerçek hayatlar, gerçek sıkıntılar, gerçek
nefretler, bol diyalogla 'yaşayan' bir şehri anlatıyor. Ansızın
kapanan Ayşe'nin, Hizbullah'a katılmak isteyen Ermeni Setanik'in
hikâyeleri Deniz'in ve Filipina'nın yaşadıklarının arasında
eriyip kaybolmasaydı, asıl roman ve anlatılmak istenen Beyrut daha
tatmin edici olacaktı okur açısından.
Roman, konusuyla olmasa da geçtiği
mekânlar açısından otobiyografik bir özellik taşıyor. Ece
Temelkuran'ın yazılarından Oxford ve Beyrut'ta dönem dönem
yaşadığını biliyoruz. Bu şehirler hakkında anlatmak istediği
çok şey var yazarın, çok şey biliyor ve tüm bildiklerini hemen
anlatmak istiyor. Sorun istenilenin tam da karşılığını
bulamamış olması aslında, çünkü okur bir romanda bir anda bu
kadar çok şey öğrenmek istemiyor. Beyrut'un tarihinden
bahsedilirken, araya taze zahterlerin, açılıp kapanan kafelerin,
sokakların ve tabelaların hikâyelerinin, denizdeki varillerin,
taksi ücretlerinin, birkaç kere tekrar edildiği gibi
özelleştirilmiş temizlik hizmetlerinin ve tüm bunlara dair
yorumların girmesini istemiyor. Belki de kurgu metin, bu kadar
aforizma ve benzetmeyi kaldırmadığı gibi, bu kadar ayrıntılı
gerçeği de kaldırmıyor.
Üçüncü kitap Biz, bir önceki
kitapta atılan düğümlerin çözülmesinin beklendiği bölüm.
Oysa bir de bakıyoruz ki okurun merakına terk edilen sorular
yeterince çok değilmiş gibi, bu kez postmodern unsurlar romana
karışıyor ve bir önceki kitaptan oldukça kopuk bir biçimde, her
şeyin aslında Zeynab Hanım'ın apartmanında yaşayan bir yazarın
kurgusu olduğunu öğreniyoruz.
Deniz'in kendini bulmak umuduyla
gittiği Paris'ta tanıştığı Ziad'la gelişen aşk hikâyesi,
Ziad'ın kurguladığı Beyrut hikâyesine karışıyor. Ve ikinci
kitapta Doğulu ve Batılı olmak üzerine öğütler veren
karakterlere, bu kez bol aforizmalı, benzetmeli ve kafası karışık
söylemleriyle Ziad katılıyor. Bu bölümdeki sahici kısım
Deniz'in ve Ziad'ın arasında ansızın gelişen aşk, Ece
Temelkuran, aşkı anlatmakta, özellikle de bir kadının
duygularını, işin içine iç organlarını bile katarak anlatmakta
usta. Ziad'ın sonu gelmez Beyrut söylevleri, romanını yazma
sebebini anlatma çabaları, bu aşkın arasında eriyip kayboluyor.
Ya da bu aşkın güzelliği Ziad'ın sözleri arasında kayboluyor.
Çözülmesi gereken düğümler ise
-Ayşe'nin örtünme sebebi, Setanik'in Hizbullah sevgisi, Marwan ve
Filipina'nın aşkı, Zeynab Hanım'ın ekmek ağacı gibi unsurlar-
fazlasıyla aceleye getirilerek çözülüyor. Yine bu nedenle ikinci
ve üçüncü kitabın arasında gerek tarz, gerek kurgu, gerekse
anlatım olarak organik bir bağın olmadığını söylemek mümkün.
Deniz'in uzayıp giden sıkıntılarının ve Doktor Hamza'nın
ayrıntılı mektuplarının ardından romanın bir anda kotarılıp
çözüme ilerlemeye çalışıldığı hissediliyor.
Romanın sonundaki kurgu ve gerçeğin
karışması ise bu acele nedeniyle beklenen etkileyiciliği
sağlamıyor. Onca özlü savaş sözünün, Şatila Kampı'ndan
Doktor Hamza'nın mektuplar boyu anlattıklarının, Ziad'ın
çocukluk anılarının sonrasında savaşın gerçekliği okurun
gözünde Hadi Bey'in bağırışlarıyla canlanıyor aslında.
Küçücük bir ayrıntı, bunamış bir adamın gözünde canlanan
korkuyu, savaş korkusunu hissetmesi okurun, söylenmiş sözlerden
çok daha değerli.
İlk romanın acemiliğine vermek
gerekirse her şeyi, Ece Temelkuran'dan gelecekte daha usta kurgulu,
daha az ayrıntılı, bilgiyi kurguya sıkıştırmayan romanlar
beklemeye hazır okurları.
Kitapta bolca rastlanan düzelti
hataları ve Filipina'nın doğum tarihiyle ilgili maddi hata için
Everest Yayınları'ndan daha özenli bir editoryal çalışma
beklediğimizi tekrarlayalım.
Banu Yıldıran
Genç
Ece Temelkuran, Muz
Sesleri, Everest Yayınları, 277 s.
* Bu yazı Notos'un 23. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder