Taşradan İstanbul'a insan manzaraları...
Amerikan Edebiyatında "Güney
Gotiği" olarak adlandırılan akımın yazarlarını çok
severim. Onların Amerika'nın Güney eyaletlerinin kendine haslığını
ve hastalıklarını ustalıklı bir biçimde anlatmaları gibi,
Türkiye'nin de taşrasını son derece iyi gözlemlerle anlatan
yazarları, hatta şehir edebiyatına göre bence daha başarılı
sayılabilecek bir taşra edebiyatı var.
Kopoy, her ne kadar
kendisine mekân olarak İstanbul'u seçse de, roman kahramanı
İstanbul'da yaşasa da, burası bildiğimiz İstanbul değil, roman
da genelde alışık olduğumuz üzere kentin merkezlerini ve
güzelliklerini kendisine fon edinen bir roman değil. Bu nedenle
karakterlerinin taşraya dair anlattıkları ve oradan taşıdıklarıyla
taşra romanı olarak anılmaya daha uygun. Kopoy,
Şirinevler'de bir handa geçiyor, İstanbul niyetine anlatılansa
birkaç sayfada geçen Eminönü ve Galata Köprüsü sadece. Yani
yine alışık olduğumuz üzere Suriçi'nden Pera tarafına bile yol
almamakta roman kahramanları. Beyoğlu'nun, Nişantaşı'nın, hatta
Boğaz'ın bile olmadığı bir İstanbul. Handan ve Şirinevler'den
çıkmamasına rağmen kahramanın romanın son satırlarında
İstanbul'a dair kurduğu cümleler ise başlı başına bir
araştırma konusu olabilir.
Adını avcı bir köpek cinsinden alan
romanın ana karakteri, bir akrabasının handaki dairesini yola
koyup kiraya verene kadar başında beklemek üzere Şarkikaraağaç'tan
Şirinevler'e gelen Osman. Roman, Osman'ın İstiklal Marşı
okunurken ağlamasıyla başlıyor, diyebiliriz ki bu ağlama,
aslında okura yazarın incelikli mizahının da ipuçlarını
vermekte. Anlatıda bol bol yer verilen bu ağlama, hatta öğretmeni,
sınıfı, tüm kasabayı ağlatma sahneleri Türkiye'de öğrenim
görmüş olan tüm okurlar için trajikomik bir hâl alıyor. Barış
Andırınlı komik hiçbir cümle kurmasa da yarattığı sahnelerle
okuru gülümsetmeyi başaran bir yazar.
Osman, çocukluk arkadaşı Kerem'le
yıllar sonra tekrar karşılaşır, onun handaki bir reklâm
ajansında çalışan sevgilisi Banu'yla tanışır ve onların
dengesiz ve sağlıksız ilişkilerine bir şekilde dahil olmasıyla
handa geçen tekdüze günleri değişir. Osman'ın Banu'ya âşık
olması ve bunu kendine bile itiraf edememesiyle çatışma doruk
noktasına ulaşır. İçindeki zalim kişilikle kavgalı olan Kerem
ve ondan bir türlü vazgeçmeyen Banu, Osman'ın yaşamını daha da
karmaşıklaştırırken, hanın kapıcısı Kamil Efendi ve hanın
üst katındaki konuşma bozukluğu kursuna torununu getiren teyze,
onun ruhuhu sağaltan iki kişi olurlar.
Kamil Efendi'nin ve teyzenin hikâyeleri
ise bambaşkadır...
Anlatılan yaşamların detaylarına
girmek gereksiz, romanı okuyanlar zaten uzun bir süre bu yaşamlarla
kuşatılacaklar ama belirtilmesi gereken şu ki Barış Andırınlı
insan ruhunu tüm yönleriyle anlatmakta son yıllarda okuduğum en
usta yazarlardan biri. Gerek tiyatro sevdalısı "dişleriyle
gülen" Kamil Efendi, gerek kekeme torununun yükünü sırtında
taşıyan teyze tüm derinlikleriyle beliriyor roman sayfalarında.
Sadece onlar da değil, birkaç sayfada adı geçen diğer
karakterler de en can alıcı özellikleriyle anlatıldığından
veya en doğal diyaloglarıyla verildiğinden bir "Türkiye'deki
insanlar resmigeçiti" yaşanıyor. Türkiye manzarası
taşrasıyla, şehriyle, insanlarıyla yavaş yavaş beliriveriyor
okurun gözü önünde. Yazar bunu o denli mütevazı, o denli
kendini öne çıkarmadan yapıyor ki kurduğu cümleler özellikle
bunu kanıtlar nitelikte. Uzun sanatsal benzetmelere, paragraf
uzunluğundaki ruhsal betimlemelere ve farklı olmak adına yapısı
bozulan bir dile o kadar alışmışız ki, kısa kısa cümlelerle,
doğal ve gündelik bir dille toplumun yaralarını, insanların
umutlarını, umutsuzluklarını anlatabilmenin ustaca kotarıldığını
görmek bana unuttuğum bir edebiyat coşkusu yaşattı.
Yazarın birincil başarısı roman
diline getirdiği yenilik, aslında buna tam olarak yenilik dememek
gerekir, kitabın arka kapağında Selim İleri'nin de belirttiği
gibi Memduh Şevket Esendal'da, yine benim görüşümce Sait Faik'te
olan ama sonradan yitirilmiş bir doğallık, içtenlik bu. Barış
Andırınlı'nın bu samimiyeti tekrardan var etmesi gözden
kaçmamalı.
Karakterlerin ustaca çizilmesi ve
yerliliği, bize haslığı ise Barış Andırınlı'nın ikinci
başarısı. Gerek ana karakter Osman olsun, Banu, Kerem veya kitabın
en komik diyaloglarının yaratıcısı çiçekçi amca olsun, hiç
fark etmiyor, her biri Yusuf Atılgan karakterleri kadar aykırı ama
akrabalarımız kadar tanıdık. Bu tanıdıklığı sağlayan şey
ise hiç şüphesiz Barış Andırınlı'nın doğal dili, kısa ama
etkili cümleleri ve genç yaşına rağmen gözlemlediği insanların
birikiminin görkemli verimi.
Osman'ın Karaağaç'tan ayrıldığı
geceyi anımsaması dildeki ustalığın en güzel örneklerinden
biri: "Karaağaç'a muzaffer döneceğim. Gömleğimi bir bayrak
gibi giyeceğim. Annemin elini gururla öpeceğim. Yanı başımdan
soğanlı kokular geldi. Çantamdı. Pijamalarımla bir çift donu
kaldırdım. Altından gazete kâğıdına sarılı yarım ekmek
çıktı. Şaşırdım. Demek içindeki köfteler soğukta gizlenmiş.
Sıcakta kendini ele vermiş. Demek annem kapısına gidişimi,
girmeden dönüşümü, evden kaçar gibi çıkışımı izlemiş.
Ben yokken ekmeği çantama sıkıştırmış. Ekmeği yüzüme
yasladım. Kaç yılımı birden ağladım. Gören olsa ayıplamaz.
Az önce fena bakıyordu. Ağladı, zehrini akıttı derler."
Bilmem daha fazla söze gerek var mı,
"Kaç yılımı birden ağladım." cümlesi kitabı okuyalı
aylar geçmesine rağmen hâlâ aklımda. Sanıyorum bir romanın
başarısı biraz da okurda bıraktıklarıyla ilgili.
Kopoy,
gözden kaçmaması gereken, farklı ve güzel bir roman.
Banu Yıldıran Genç
Barış
Andırınlı, Kopoy,
Hayykitap, 280 s.
* Bu yazı Notos'un 34. sayısında yayımlanmıştır.
* Bu yazı Notos'un 34. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder