24 Nisan 2014 Perşembe

Pala Hayriye

Bir kadının büyüme sancısı
Son yıllarda Türk edebiyatında “büyüme” hikâyeleri dikkat çeker oldu. Çocukluğun, ergenliğin ve ilkgençliğin sancılı günleri görünür olmaya, anlatılmaya başlandı. Bu fitili ateşleyen kitaplardan ilki Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler'iydi denebilir, İletişim Yayınları şansını iyi kullanarak Mahir Ünsal Eriş gibi yazarlarla aynı istikâmette ama farklı kulvarlarda bu yolda ilerlemeye devam etti. Bu kez karşımızda bir kadının büyümesi var. Figen Şakacı, çocukluğunu “Bitirgen” adlı uzun öyküde anlatmaya başladığı Hayriye'nin yaşamına “Pala Hayriye”yle devam ediyor.
Bu öykü ve romanlarda farklı olan bir yön de argonun, küfrün en çok kullanıldığı yaşları anlatması dolayısıyla sokak dilinin tüm doğallığıyla kendini göstermesiydi. Figen Şakacı kadınların küfretmediği ya da küfrün kadınlara yakışmadığı tabusunu yıkmayı başarmış. Hayriye, annesinden duyduğu sinkaflı atasözlerini de, günlük dilde sıkça kullandığımız organ adlarını da söylecek rahatlıkta. Bu doğal ve mizahi anlatımda Şakacı'nın bir dönem stand-up gösterisi yapmış olmasının da katkısı var elbet. Fakat birinci tekil kişili anlatıma ağır gelebilecek yoğunlukta duygusal cümleler, benzetmeler, hatta -yine son dönemde çok rastlanır biçimde- aforizma tadında sözlerin anlatımın bütünlüğünü bozduğunu belirtmek gerekir.
Hayriye zaman zaman fazla karikatürize edilse de, kendini rezil etmekte üstüne olmayan, dobra, patavatsız ve biraz bıyıklı bir kahraman.

Roman, Hayriye'nin bir sabah seher vakti evden kaçmasıyla başlıyor. 18'inde bir kız çocuğu niye evden kaçar, sorusu bu memlekette yaşayanların çok da yabancı olmadıkları bir soru olsa gerek. Hayriye de ağbilerinin, annesinin baskısından, şiddetinden bunalıp, kazandığı ve gönderilmediği üniversiteye kaçar, hâlâ pek çoğumuzun duyduğu, okuduğu, bildiği gibi.
Romanda zaman da bellidir, mekân da. 90'lı yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde Hayriye'nin hikâyesi artık bir çocuğun büyümesi değil, bir gencin olgunlaşmasıdır. Beyazıt'ın yerini bile zor bulurken kendisini attığı üniversite koridorları, evi; devrimciliği öğrenip ekmeğini paylaştığı arkadaşları, kardeşleri olacaktır artık.
Bu süreçte geçinebilmek adına çocuk bakıcılığından, kitapçılığa, gazeteciliğe her şeyi deneyecek, hiçbirinde dikiş tutturamayacaktır. Siyasetin s'sini bilmezken örgüt toplantılarına katılacak, ilk aşkı gözlerinin önünde dövüle dövüle gözaltına alınacaktır. Kardeş bellediği arkadaşlarından kazık yiye yiye akıllandığını sanacak ama kitabın sonunda gördüğümüz üzere yine de akıllanmayacaktır. Aslında Hayriye'nin hikâyesi büyükşehirde üniversite okuyan, o şehirde tutunmaya çalışan her kadının hikâyesi olabilir.
Özellikle 30'ların yarısını aşmış okurlar için anlatılanlar kendi gençliklerinden taşıyıp getirdiklerini anımsatacağı için bir nevi katarsis etkisi de yaratıyor denebilir. Hele bu satırların yazarı gibi 90'lı yıllar size de İstanbul Üniversitesi, Beyazıt, Vezneciler, Süleymaniye gibi yerleri anımsatıyorsa. Unutmak istediğimiz Ertürk Yöndem, Hortum Süleyman, haftalar süren gözaltılar, peş peşe sırra kadem basan Kürt arkadaşlar da var Hayriye'nin yaşamında; okurken aynı heyecanı tekrar yaşatan Beyoğlu'na ilk çıkış, Galata Köprüsü'nün altında içmek, anfi basmak gibi ayrıntılar da.
Yirmili yaşlarının başına kadar hakkında birçok detay öğrendiğimiz Hayriye işlere giriyor, işlerden çıkıyor, âşık oluyor, devrimci oluyor, evlere taşınıyor, evlerden ayrılıyor. Sonra bir anda romanla organik bağı bulunmayan iki bölümde karşımıza Metin Göktepe ve Hüseyin Toraman anısına yazılmış iki yazı çıkıyor. Kurguda Hayriye'nin arkadaşlarıymışçasına işlense de bu iki bölümün oldukça havada kaldığını belirtmeliyim.

Çocuk bakıcılığı yaparken bakıcı dünyasını tanıması, köprüaltında bir Fransız'la tanışması, eski arkadaşının travesti olduğunu anlaması gibi Hayriye'nin karakter derinliğini anlamamıza yardımcı olmayan, her biri ayrı öykü gibi okunabilecek bölümler romanın bütünlüğüne zarar veriyor.
Ailemi yeni arkadaşlarımdan kuracak, atanmışlarla değil seçilmişlerle mutlu mesut yaşayacaktım.” cümlesi 20'li yaşlarda hepimizin kurduğu bir cümle olabilirdi, arkadaşlık hele kızkardeşlik dünyanın en önemli kurumuydu, aile vız gelir tırıs giderdi. Bu güzel cümlenin yer aldığı bir romanda tek bir iyi kadın karakterin olmaması, Hayriye'nin istisnasız tüm kadın arkadaşlarından gerek maddi gerek manevi anlamda kazık yemesi, kadın arkadaşların birer erkek avcısına dönüşmesi, çıkar için evlenmeleri, süslenmeleri, cinsel cazibelerini göz önüne çıkarmaları ve tipleşmekten bir türlü kurtulamamaları açıkçası bir okur olarak beni şaşırttı.
Hayatı sürekli yanlışlarla dolu, baş aşağı ve mutsuz ilerleyen bir kadının, Gezi olayları ve gençliğe duyduğu heyecanla bir anda yeniden umut dolması her ne kadar aceleye getirilmiş bir son gibi gözükse de sanırım üçlemenin bir sonraki kitabında Hayriye'nin mutluluğu ve umudu ne denli bulduğunu öğrenebileceğiz.

Banu Yıldıran Genç

Figen Şakacı
Pala Hayriye

İletişim Yay. 2014, 175 s.

* Bu yazı Agos Kirk'in 65. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...