Etgar Keret'le yedi yıllık
yolculuk...
Bazı yazarları çok seversiniz;
tarzınız olması gerekmez, hep tercih ettiğiniz gibi özel bir
biçeme sahip değildir, dili yeni baştan yaratmaz, şaşırtıcı
bir biçimde kendi yaşamını merkeze alır, sanatsal betimlemeler,
afili cümleler ve son dönemde çok yaygın olduğu üzere artistik
aforizmalarla hiç işi olmaz, ama her kitabıyla gönlünüzü
çalmayı, size “iyi ki edebiyat var” dedirtmeyi başarır.
İşte Etgar Keret benim için böyle
bir yazar. Yayımlanan ilk kitabından itibaren okuduğum,
bıkmadığım, sık sık kendime neden çok sevdiğimi sorduğum bir
yazar. Bu sorulara verdiğim cevaplar her kitabında değişiyor,
şimdiye kadar kısa ve keskin öykülerini zaman zaman absürtlükle
süslemesini severdim. Öyküleri gayet dertsiz tasasız ilerlerken
son cümlesiyle okuru can evinden vurmasını severdim. Askerlikle,
savaşla, ırkçılıkla derinden dalga geçmesini severdim. Siren
Yayınları'ndan geçen ay çıkan “Yedi Güzel Yıl”ı
okuduğumdan beri ise kendisini, ailesini ve babalığını sever
oldum.
“Yedi Güzel Yıl” diğer Keret
kitaplarından biraz farklı, her zaman kendi yaşamından yola
çıkarak kurduğu öyküleri bir yerden sonra gerçeküstülüğe
yol alırken, bu kitaptaki öyküler Keret'in yaşamının son yedi
yılını anlatıyor, bazıları okurken günlük ya da anı tadı
veriyor ve bu tat, kitabı bitirdikten sonra yakın bir arkadaşınızın
son yedi yılına tanıklık etmişsiniz gibi bir duygu yaratıyor.
Etgar Keret bu içtenliği her kitabında farklı farklı biçimlerde
yakalayabilen bir yazar.
Yedi yıl, yedi bölümde anlatılıyor
ve Keret'in yaşamındaki en büyük değişiklik ilk öyküde
karşımıza çıkıyor: Sonraki öykülerde neredeyse ana
karakterlerden biri olan oğlu Lev'in doğumu. İlk birkaç öykü
yeni baba olmasının heyecanıyla Lev odaklı, anne-baba olan
herkesin çocuklarından bahsettiği bilinirken, eski dost Keret'in
de oğlundan bahsetmek istemesinden daha doğal ne olabilir ki?
Etgar Keret'i sevmemin bir nedeni de
her ne kadar öyle olduğunu tahmin etmesek de İsraillilerle çok
benzememiz. Sanırım birçok Türk okur da Keret'i çok seviyor ki
geçen ay Robinson Kitabevi'ndeki imza gününde muazzam bir
kalabalık vardı. Gerçi öykülerin birinde kitaplarına en çok
ilgi gösteren ülkelerin trajikomik bir biçimde Polonya, Almanya ve
Fransa olduğunu söylüyor. Bu ülkeler aynı zamanda Keret'in
annesinin doğduğu, esir alındığı ve sonradan yollandığı
ülkeler. Bu ülkelere Türkiye'nin de eklenmesi bence olası. Etgar
Keret, Ortadoğu'nun göbeğinden bir yazar; aileler, geleneklere
bağlılık, bayramlar, dini seçip radikalleşenler, zorunlu
askerlik ve bu bölümdeki iki öyküde geçen hiç durmadan arayan
telefon ve televizyon şirketlerine verilen cevaplar çok tanıdık:
“Dün bağırmak için cep telefonu şirketini aradım. Önceki gün
arkadaşım onları arayıp biraz bağırdığını ve başka bir
operatöre geçmekle tehdit ettiğini söyledi bana. Aylık ücretini
elli şekel düşürmüşler.”
Nerede O Eski Savaşlar
öyküsünde bize oldukça tanıdık gelen bir duygudan
bahseder Keret: “Hayır, bu, biz İsraillilerin savaş, ölüm ya
da yas özlemi içinde olduğumuz anlamına gelmiyor, fakat taksi
şoförünün sözünü ettiği 'eski günlere' özlem duyuyoruz.
Siyah ile beyazın yitip sadece grinin kaldığı yorucu intifada
yıllarının yerini gerçek bir savaş alsın istiyoruz.(...) Bir
kez daha davamızın haklılığından eminiz ve neredeyse terk etmiş
olduğumuz milliyetçiliği ışık hızıyla tekrar bağrımıza
basıyoruz. Her gün sivil halkla savaşmak zorunda kalan işgalci
güç değil, etrafı düşmanlarla çevrili küçük bir ülkeyiz
şimdi.”
Yıllar ilerledikçe yazarın başka
ülkelere imza günleri için gidişlerine tanık oluruz, pek de
bilmediğimiz yazarlık hâllerinden bahsedilir, herkese uygun bir
ithaf cümlesi bulmanın zorluğundan, aylar öncesinden “evet”
denilen projelerin günü yaklaştıkça nasıl yük durumuna
geldiğinden, bilinçaltına attığı “Yahudi olma”nın
Almanya'da nasıl da birden bilinçüstüne çıktığından ya da
İsrail devletinin yaptıkları yüzünden insafsızca
suçlanışından... Günlük tutar gibi anlatılan bu ânlar yazarla
beraber okuru da yedi yıl süren bir yolculuğa çıkarıyor.
Bu yedi yılın sonuncusu galiba en
hüzünlü olanı çünkü hepimiz biliyoruz ki zaman insafsızca
akıp gidiyor, yaşamımızda en değer verdiğimiz insanlar yavaş
yavaş yaşlanıyor, hastalanıyor... Etgar Keret'e “hüzünlü
yazar” demek pek de uygun kaçmıyor ama özellikle birkaç öyküde
bu yolculuğun son yılında yaşanan tatsızlıklar, gözlerden yaş
gelmesine neden olabilir! Yazar, kitabın son öyküsü Pastırma'da
yine etkili bir salvoyla
okurun yolunu hüzünden mizaha çevirecek, okuru patlayan
bombalardan pastırmalı sandviç metoduyla korunan yedi yaşındaki
bir oğlan çocuğunun masum heyecanına ve sevincine ortak edecek.
Ortadoğu'daki en güçlü silahımız bu sanırım, yaşanan acılara
mizahla karşılık vermek ve Etgar Keret bunu çok iyi başarıyor.
Bizi yaşamına ortak eden Keret'e, bütün kitaplarını ustalıkla
çeviren Avi Pardo'ya ve özenli bir biçimde basan Siren
Yayınları'na teşekkür etmek gerekiyor.
Etgar Keret
Yedi Güzel Yıl
Siren Yayınları, Kasım 2013, 150 s.
*Bu yazı Agos Kirk'in Aralık 2013 sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder