Ruhunu şeytana satmış bir ulus...
Faust, Almanya'nın en eski
efsanelerinden biri. İlk olarak 1500'lü yıllarda kitap olarak
basılmış ve bu tarihten sonra çeşitli dillere çevrilmiş,
Avrupa'da yaygınlaşmış. Dünyadaki bütün bilgi ve zevk uğruna
ruhunu şeytana satan teolog Doktor Faust'un anlatıldığı bu
efsane bugüne kadar onlarca romana, tiyatro oyununa, operaya konu
olmuş, çeşitli biçimlerde işlenilmiş.
Bunlardan en çok bilineni tabii ki
Goethe'nin Faust'u, bu romanın sonunda Goethe efsanenin orijinaline
sadık kalmaz ve kahramanını günahlarından arındırır.
Goethe'den yüz elli yıl sonra 20. yüzyılın en büyük Alman
edebiyatçılarından sayılan Thomas Mann efsaneyi tekrar ele alır,
fakat bu tarih oldukça anlamlıdır çünkü İkinci Dünya
Savaşı'nın hezimeti tüm Almanya'nın sırtındayken efsane farklı
bir biçimde ortaya çıkar.
Mann, Goethe'den farklı olarak
efsaneye bire bir uyar, anlatıcı Severus Zeitblom ruhunu şeytana
satan arkadaşı Adrian Leverkühn'ün ölümünün ardından onun
yaşamını anlatmak amacıyla elimizdeki romanı yazmaya başlar.
İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılan romana başlarken
Zeitblom edebiyatçı olmadığını, acemi olduğunu, kusurları
olacağını söyler ki her uzun -ve bazen sıkıcı olabilen-
bölümün ardından okurun neler hissettiğini bilirmiş gibi
“Geriye dönüp bakasım gelmiyor, bir önceki bölümün başına
koyduğum numara ile şimdiki arasına kaç sayfa yığdığımı
saymaya çekiniyorum.” içerikli cümleler yazar, ki bu tabii
ki romanını son derece detaylı bir planla kurgulayan Thomas
Mann'ın ustalığıdır.
Zeitblom, anlatısının bir yerinde üç
ayrı zamanı anlattığından bahseder, gerçekten de Doktor Faustus
romanı üç katmanlıdır. Birinci katman 20. yüzyılın başından
itibaren anlatıcı ve Leverkühn'ün çocukluğundan başlayarak
1940'lara kadar sürer. Bu katmanda öncelikle Adrian Leverkühn'ün
tipik Alman kentsoylusunu temsil eden ailesini, kişiliğini, almaya
karar verdiği ve sonra yarıda bıraktığı teoloji eğitimini
öğreniriz, bu bölüm asıl efsaneyle bire bir uyuşur. Teolojiden
vazgeçip çocukluğundan beri iç içe olduğu müziğe ağırlık
vermeyi kararlaştıran ve Leipzig'e taşınan Adrian'ın başına,
şehirdeki ilk gününde garip bir olay gelir ve kendini genelevde
bulur. Bu macerası onun genelevde tanıdığı Esmeralda'yla
birlikte olup frengi mikrobu kapmasına yol açacaktır ki bilim ve
tıbbın geliştiği bir yüzyılda yazılan bu romanda biz aslında
“ruhunu şeytana satma” gibi bir olayın olmadığını, yaşanan
iniş ve çıkışların frenginin beyni de etkileyen bir türünden
kaynaklandığını Zeitblom'un yorumlarından biliriz.
Romanın içinde bir bölüm Adrian'ın
günlüğünden oluşmakta ve İtalya'nın küçük bir kasabasında
ruhunu şeytana nasıl sattığını histerik bir biçimde
anlatmaktadır. Böylelikle yine orijinal efsanede de yer alan süre
işlemeye başlar, bu süre yirmi dört yıldır, bu yıllar içinde
Leverkühn'ün yaratıcılığı sınır tanımayacak ama öldükten
sonra ruhu şeytanın olacaktır.
Romanın ikinci katmanı anlatıcının
romanı yazdığı yıllar olan 1940-1945 arasını kapsıyor. Thomas
Mann, Zeitblom'ın gözünden bu yılları anlattığı bölümlerde
Alman ulusunun yaşadığı değişimi ustalıklı bir biçimde
okurun gözü önüne seriyor. Zeitblom, Birinci Dünya Savaşı'nı
destekler, hatta o dönem için umutludur ama yaşanan kayıpları ve
hemen ardından Almanların değişmeye başlamasını, ince Hümanizm
görüşünün ırkçılığa evrilmesini korkuyla izler. Bunlar
biraz da Thomas Mann'ın yaşamından izler taşır çünkü yazar da
ilk savaşı desteklemiş, sonra pişman olmuştur. Daha romanın
başındaki şu satırlar umutsuzluğu okuyucuya imler: “Durup
dinlenmeden gelen resmî açıklamalar, Almanların nihai
yenilgisinin doğurabileceği sonuçların ne denli ezici
olabileceğini hepimizin bilincinin derinliklerin kazımış durumda;
öyle ki, dünyada başka hiçbir şey, bizi bundan daha fazla
korkutamaz. Yine de, kimilerinin içinde bir suçluluk duygusuyla
karışık olmak üzere anlık, kimilerinde ise dürüstçe ve kalıcı
biçimde daha büyük bir korku yaratan bir şey var ki, o da
Almanların yenilmesi değil, galip gelmesi fikri.”
Sanat eğitimini her şeyden çok
önemseyen, çalışkan, birbirine saygılı kentsoylu Almanlar
gitmiş, yerine şiddetin toplum iradesi adı altında
meşrulaştırıldığı, kan ve soyun öne çıkarıldığı bir
toplum gelmiştir. Bu değişimi birinci katmanda tüm detaylarıyla
görürüz, 1930'lara yaklaşıldığında anlatıcı ilk kez gelecek
günlerin korkunçluğundan dem vurur. Bu korkunç günler kısa bir
sürede gelecek, anlatıcının iki oğlu da yeni liderlerinin peşine
takılacaklardır.
Romanın üçüncü katmanı biz
okurların okuduğu zamanı oluşturuyor ki Türkiyeli okurlar olarak
Mann'ın son başyapıtı olan bu eseri okumakta geç kaldığımızı
söyleyebiliriz. Romanın zamansızlığı ve evrenselliği
yazıldıktan neredeyse yetmiş yol sonra da okusak bizi etkilmeyi
başaracak: “Gözleri körleşmiş büyük kitlelerin arasında
durumu bilen tek tük kişinin de ağızlarının mühürlü kalması
daha da tekinsiz bir şeydi – bana öyle geliyor ki korku, aslında
herkesin bildiği hakikati, insanın kendinden bile saklamaya
kalkıştığı ya da diğerlerinin korkulu bakışlarından okuduğu
halde kendini susmaya mahkûm hissettiği anda tam anlamıyla
olgunlaşmış olur.”
Romanda net bir biçimde bahsedilmese
de incelikli bir biçimde okura hissettirilen, Faust efsanesinin boş
yere kullanılmadığıdır. Thomas Mann o kadar usta bir romancı ki
kurduğu katmanlar, anlattığı hikâyeler, gözümünüzün önünde
canlanan karakterlerin yanı sıra alegoriyi de ihmal etmiyor. Roman
sona yaklaşıp da Zeitblom'un yüreğinde ulusu, vatanı için
hissettiği acıyı paylaştıkça okuyucu Faust'un aslında neyi
temsil ettiğini de bir anda seziveriyor. Tahmin edilebileceği
üzerine aslında güç ve toprak uğruna ruhunu şeytana satan,
korkunç şeyler yapan, pişmanlıklarla bocalayan Alman ulusunun ta
kendisidir. Şeytanın kimi sembolize ettiğini ise sanırım hepimiz
biliyoruz.
Yazar İkinci Dünya Savaşı öncesi
ailesiyle kaçtığı Amerika'da, McCarthy döneminde komünist
olduğu gerekçesiyle fişlendikten sonra yazdığı bu son romanında
öyle bir yapı oluşturmuş ki neredeyse dille müziği inşa etmiş
diyebiliriz. Leverkühn'ün besteleri, armonisi uzun uzun anlatılmış,
müzikle çok ilgilenmeyen bir okur için bazen sıkıcı olabiliyor
ama Mann'ın yakın arkadaşı müzisyen Arnold Schönberg'den
esinlenilen bu karakter, devasa bir roman kahramanı oluşturmuş.
Eserde metinlerarası ilişkiler oldukça fazla, Dostoyevski'ye,
Nietzsche'ye, Marlowe'a açık göndermelerde bulunmuş Thomas Mann.
Okuru zorlayan ama bitirdikten sonra bir saray gibi uğraşılmış
inşasıyla kendine hayran bırakan bu roman, başyapıt nedir
sorusunun yanıtını veriyor. Yetkin dipnotları ve çok uğraşıldığı
belli olan başarılı çevirisi için Zehra Kurttekin'i de kutlamak
gerekiyor.
Thomas Mann ölmeden hemen önce
yazdığı Doktor Faustus'da kaçıp gitmek zorunda kaldığı
vatanıyla, ulusuyla, pişmanlıklarıyla hesaplaşmış. Edebiyat,
sanat ruhun sağaltılması için en önemli yollardan biri. Bu
pişmanlıkları, satır aralarına sızan “gerçek” duyguları
okudukça insan, kendi edebiyatı için umutlanıyor. Ne de olsa
arkamızda pişman olabilecek birçok şey bırakmışız, bırakmaya
devam ediyoruz. Umarım bir gün Türkiye edebiyatında da bu kadar
samimi bir hesaplaşmayı, bu kadar ustaca yazılmış bir biçimde
okuyabiliriz.
Banu Yıldıran Genç
Thomas Mann, Doktor Faustus, Can
Yayınları, 739 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır.
twitter'da agos kirk diye arama yapınca buldum sizi, merhabalar.
YanıtlaSilşubat sayısında bir ihsan oktay anar değerlendirmem olacaktı, bastılar mı acaba, meraklardayım. almak mümkün olmadı bi. :)
selamlar, sevgiler..
evet, bir ihsan oktay anar yazısı var, sanırım sizinkidir :)
Silbenden de selamlar...
teşekkür ederim. :)
Sil