Hürriyet Yaşar bir önceki çalışması
Bir Tersine Yürüyüş’de 12 Eylül öykülerini
antoloji haline getirmişti. 12 Eylül’e giden yollarda neler
yaşandığını bilen, gören ve okuyan biri olarak neyse ki fazla
arayı açmadan Yiğit İken Ölenlere - 12 Mart Öyküleri
Antolojisi’ni hazırladı. Tarihin en garip, en acımasız
bu iki gününü tarih kitaplarından, politika kitaplarından
öğrenmek değil de, sanatçıların, öykücülerin gözünden
yaşamak, edebiyatın gücünü daha da duyumsamasını sağlıyor
okurun.
Nasıl o günlere gelindi, neler
yaşandı, “balyoz” nasıl indi, sonrasında neler oldu, günler,
aylar, yıllar ve insanlar 12 Eylül’e adım adım nasıl yaklaştı,
bir bir okunuyor öykülerde… Geçen yıllarda televizyonda
yayınlanan dizilerle genç kuşak bir nebze olsun apolitiklikten
sıyrılmış, 70’lerde yaşananları merak etmeye başlamıştı.
Çok eski bir öğretmen değilim belki ama geçen yıldan beri
birçok öğrencimin elinde Darağacında Üç Fidan’ı
gördüm. Umarım yaşananların politik tarafını öğrenenler,
özellikle aydınları vuran 12 Mart’ın edebiyata nasıl
yansıdığını da merak eder ve bu antolojiyi okurlar. Çünkü
hatırlamamız gerekiyor, hatırlayıp aşmamız…
Hürriyet Yaşar’ın antolojisinin en
güzel yanı, klasik antolojilerde gördüğümüz “yazarın doğum
yılı ya da öykünün yayımlanış tarihi” gibi sıralamalardan
uzak durması. 12 Mart’a yol açan günleri anlatarak başlıyor
öyküler. O günler, geceler, yıllar derken Uyanış – Direniş
– Hile – Balyoz gibi dokuz bölüm altındaki toplam otuz
sekiz öyküde 12 Mart yaşanıyor ve geçip gitmiyor, yürekte bir
ağırlık olarak kalmaya devam ediyor.
Her bölümün başına alınan
şiirler, Hürriyet Yaşar’ın da okur kadar duygulandığının
bir göstergesi aslında, bilgi amaçlı bir antoloji değil
elimizdeki, hani neredeyse kanla yazılmış…
Bazı öyküler değişimi,
götürülmeleri olabildiğince yalın anlatırken iç burkutucu bir
biçimde, bazıları daha soyut, daha düşsel, metaforik bir
anlatıma sahip. Hangisi daha iyi, diye bir soru öyle yersiz ki
anlatılanlar karşısında. Aydınları hedef alan 12 Mart ve Balyoz
Harekâtı, her yazarı etkilemiş, bir gece ansızın alınıverenler,
rutine dönüşen aramalar, sokağa çıkma yasağı, yitip giden
arkadaşlar, bambaşka biri olarak geri dönenler, her yazarın
kaleminden bambaşka bir biçimde akmış kâğıda…
Gerçek, dosdoğru da olsa, imgesel bir
biçimde de olsa karşınızda! Kırk yıl sonrasından bakınca,
üstelik bir de o içi boş “x” harfiyle tanımlanan 80
kuşağındansanız; dizilerde, filmlerde gördükleriniz, okuyarak
bildikleriniz, böylesine art arda geldikçe, üstünüze üstünüze,
farklı yaşamları, farklı acıları sezdikçe, hele o dönemi
yaşayanların içine düştükleri umutsuzluğu hissettikçe,
“herkes okumalı” diyorsunuz “bu kitabı, bu topraklarda
yaşayan herkes.” Ve özellikle de bu sırayla okumalı, karanlığa
gidişten balyoza, balyozdan umutsuzluğa… peşi sıra gelmeli
acılar…
Günümüzde sendika, grev sözcükleri
öylesine az duyuluyor ki artık. Koskoca bir gazetede grev yapanlara
ne olduğunu bile ancak ilgilenirseniz öğrenebiliyorsunuz. Tüm
medya ağız birliği etmişçesine sus pus kesilmişken, bu
öykülerden işçilerin nasıl direndiklerini, hep beraber, sonuna
kadar, öğreniyorsunuz. Metin İlkin’in Nöbet adlı öyküsü
örneğin… Grev gözcülüğü yapan işçilerin bir anda alınıp
sabaha kadar dövülmelerinin ardından, hiçbir şey olmamışçasına
gözcülüklerine geri döndüklerini olabilecek en yalın haliyle
anlatıyor.
Ferit Edgü’nün Kentin Üzerinde
Dayanılmaz Bir Koku öyküsünü okuyunca, bundan daha iyi nasıl
anlatılır insanların üstüne sinen karanlık diye sormadan
edemiyorsunuz. Artık herkesin alıştığı, sadece çocukların
ayrımında olduğu leş kokusu, sadece kenti değil, ülkeyi sarmış
besbelli. Bu kokuyu başa saranlarınsa nasıl birer “insan”
olduklarını Aziz Nesin O Hayvan Üstüne Tarih Dersi’nde
anlatmış, beş yaşında bir çocuğun bile anlayabileceği bir
biçimde. Üstünden yıllar geçse de ders aynı: “…Bir insan ne
denli çok aslanlık taslarsa, o denli de çok köpeklik etmiş
olduğu anlaşılır.” Yoksa siz de daha dumanı tüten Davos’u
mu hatırladınız?
Bahsettiğim son iki öykü de Korku
bölümünden, bölümün sonunu ise Mahir Kaynak tamamlıyor. İsmail
Cem’in ve Uğur Mumcu’nun öykü sayılmayacak anlatılarında,
Hürriyet Yaşar sanki bize gülümsüyor, “bakın bir de bu var”
diye… Medya demişken adı geçen şahsın yaşanan tüm rezilliğe
rağmen televizyonda ve gazetelerde “bilirkişi” olarak yer
almasını geçmemeli.
Bazı öykülerde çocuklar yer alıyor,
ne olup bittiğinden habersiz, bir anda annesiz, babasız kalan
çocuklar… Hiçbir şekilde duygu sömürüsüne sığınmadan
-yaşananların doğal kabul edilmesinden belki- anlatılmışlar.
Salim Şengil’in Gecenin Uzadığı An öyküsünü
okuduktan sonra kendine gelmek için birkaç dakikaya ihtiyacı
olacaktır ebeveynlerin. Altı yaşındaki çocuğunuza siz
götürüldükten sonra neler yapması gerektiğini tembihlemek,
araması gerekenleri, şifreli konuşması gerektiğini açıklamak
bir yana, “beni niye götürmüyorlar?”, “büyüyünce
götürecekler mi?” sorularına yanıt aramak bile bugün okurun
soluğunun daralmasına yetecektir. Düşünün ki bir anne olarak,
Nezihe Meriç’in Tan’ın Öyküsü’nde anlattığı gibi
kocanız götürüldükten, eviniz darmadağın edildikten sonra,
oğlunuzu güldürebilmek adına polislerin komik taklitlerini yapmak
zorunda kalıyorsunuz… Düşündünüz mü?
Son bölüm “Tersine Yürüyüş”e
Kısılış adını taşıyor. 70’lerden 80’lere gelirken
nelerin değiştiğini anlatıyor. Adalet Ağaoğlu, öyküsü Savun
Sevdam Sen Savun’da sevdanın olanca güzelliğine bürünmüş
iki gencin hapse girdikten sonra nasıl ayrı fraksiyonlara dahil
olduklarını, sevdanın şiirselliğini, naifliğini kaybettikten
sonra, nasıl birbirlerinin düşmanı kesilip, güzelliklerini
yitirdiklerini anlatırken, sanki bir on yılın özetini çıkarıyor.
Gerçekliği şiirselleştirmek belki de edebiyatın en güçlü
yanı…
Edebiyatın bu güçlü yanını bulup
ortaya çıkarmaksa bir borç… Sanırım okurlar Hürriyet Yaşar’a
bu borcu kapamaya uğraştığı için teşekkür etmeli.
Banu Yıldıran Genç
Hazırlayan: Hürriyet Yaşar, Yiğit
İken Ölenlere – 12 Mart Öyküleri Antolojisi, 280 s., Can
Yayınları
* Bu yazı Notos'un 15. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder