Gayri resmi tarih
Sanırım hepimiz tarihin ders
kitaplarından öğrenilemeyeceği konusunda hemfikiriz. Tarih
kitaplarında yazılanlara çocuk yaşta değilse de daha sonra
“özellikle inanılmaması gerekenler” diye bakmak gerekiyor. Ben
bir okur olarak romanlardan, öykülerden öğrendiğim tarihi her
zaman resmi olana tercih ettim. İnsanların yaşadıklarını
bilmenin, resmin bütününü görmeye daha fazla yardımcı olduğunu
düşünüyorum.
Ayşe Başak Kaban'ın öykü kitabı
Ben, Kendim ve Bergen
de 1980'lerden günümüze bir Türkiye panoraması sunuyor biz
okurlara; öykülerinde devletin kaybettiği insanlar ve Cumartesi
Annelerinin tarihinden tutun da, Kemal Türkler'in öldürülmesine,
kadının gördüğü şiddetten, trans cinayetlerine kadar canımızı
acıtan, deştikça kanayan tüm yaralar bir bir işlenmiş.
Edebiyat özelinde düşünürsek yazar, yaşamla derdi olan
insandır, hesaplaşmasını nasıl yaptığıysa bizi biçeme ve
dile götürür. Bazı yazarlar bu hesaplaşmayı daha soyut bir
düzlemde yaparken, Ayşe Başak Kaban, olay ve kurguyu ön plana
çıkartarak, bunu yaparken de dilden ve biçemden ödün vermeyerek
hesaplaşmayı tercih ediyor.
Kaban'ın
okuru en başta etkileyen özelliği, seçtiği konuları işlemedeki
ustalığı, sağlam gözlemleri ve incelikli ayrıntıları.
Duygusal konuları duygu sömürüsü tuzağına düşmeden yazıyor.
Duygu sömürüsü tuzağına düşmeden diyorum ama babası
öldürülmüş bir kız çocuğunun anımsadıkları üzerine
kurulmuş bir öykü olan Kırmızı
Pabuçlar'da
anlatılanlar ve öykünün temelini oluşturan Kemal Türkler
davasının zaman aşımından düşmesi üzerine Nilgün Türkler'in
televizyon ekranından söyledikleri, bir zamanlar babasına âşık
olan kız çocuklarını yine de ağlatabilir.
Kitabın
adını taşıyan ilk öykü Ben,
Kendim ve Bergen,
doğal diyalogları ve ince mizahıyla dikkat çeken öykülerden.
80'li yıllardan anımsadığımız suratına kezzap atılması
sonucu bir gözünü kaybeden ve göz göre göre öldürülen
“Acıların Kadını” Bergen ve mutsuz bir evlilik yaşayan
kahramanın televizyon karşısındaki muhabbetleri birçok yönüyle
tanıdık olabilir:
“'Çevirsene
şunu.'
'Neyi çevireyim?'
'Kız, öbür kanala geçsene, orada da var bu yarışmadan!'
'Kanal değiştir de o zaman, çevirsene ne demek, televizyonu mu
çevireyim; sağa mı döndüreyim, sola mı döndüreyim?'
'Ay haspam, üniversitede mühendislik yerine Türkçe öğretmenliği
okusaymışsın keşke, ne bu be her sözüme kafayı takıyorsun?'”
Okurken gülümsediğimiz bu sözlerin doğallığı, Bergen olsaydı
gerçekten böyle konuşabilirdi duygusu, öykülerdeki sıcaklığın
kaynağı. Kadınların dilinden, derdinden anlayan bir yazar var
karşımızda.
Kadın
yazar, kadınlık hâlleri gibi tamlamalardan hoşlanmayanlar çok
olsa da ben bir kadın olarak, “Kocamı iki kaşının ortasından
vurdum.” cümlesiyle başlayan Kıvrım
öyküsünü
bir erkeğin, bu derece etkili yazabileceğine inanmıyorum. Çünkü
buradaki erkek tipi tüm klişeleriyle zampara, bencil, çıkarcı da
olsa onu terk edeceğini anlatıp duran, neredeyse nefretini haykıran
kadın kahramanın kocasının “boşanalım” teklifi karşısında
aldığı duruş, bir anda değişmesi, “ayrılma benden” diye
yalvarması ve aslında kendi acizliğini dışavurması maalesef
erkek dünyasının çok da bildiği şeylerden değil. Öğretilmiş
çaresizlik özellikle kadınların başına bela olmakta bu dünyada.
Ayşe Başak Kaban bu çaresizliği farklı bir biçimde işlemiş.
Ümit
Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri'nde birincilik alan öykü Garnik
ile Şaşik, sadece
Türkiye'nin değil dünyanın en büyük sorunlarından biri olan
kaçak işçilerle ilgili. İnsan sömürüsünün en kolay
yollarından biri olan bu soruna hepimiz bir biçimde dahil oluyoruz.
Evimizde çalışan, çocuğumuza, hastamıza, yaşlımıza bakan o
insanların geride bıraktıkları yaşamları çok da düşünmemeye
çalışıyoruz aslında. Öyküde torun Garnik ve dedesi Şaşik,
hep çalışmak zorunda olan babadan ve ev diye yaşadıkları odaya
haftada bir gün gelebilen anneden ayrı, masallarla ve fakirlikle
dolu bir yaşam sürer. Her şeye rağmen ikisi vardır, birbirine
sıkıca tutunup destek almaya çalışırlarken. Ama maalesef ölüm
herkesin başında, on dişi altın olan Erivanlı Şaşik'ten
Türkiye günlerinin sonunda kala kala üç altın diş kalmıştır,
Garnik'in avucunda... İşte ileride bir gün bu öyküyü okuduğunda
birileri, diyecekler ki “Türkiye'de Ermenistanlı Ermeniler çok
zor koşullarda kaçak olarak çalışmış.” Hiçbir tarih
kitabında yazmayacak bir bilgi daha edebiyatla var olacak.
Ben, Kendim ve Bergen'deki
bazı öyküler fazlaca geveze olsa da, yazarın kendi söylemek
istediklerini öyküye kattığını hissetsek de bazen, karşımızda
gelecek vaat eden, iyi bir yazar olduğunu söyleyebiliriz. İlerki
öykülerde, kitaplarda eminim Ayşe Başak Kaban da söylemek
istediklerini azaltacak, ilk kitaplardaki “her şeyi ama her şeyi”
anlatma isteği yerini daha minimal bir dile bırakacaktır.
Banu Yıldıran Genç
Ayşe Başak Kaban, Ben,
Kendim ve Bergen,
Ayizi Kitap, 144 s.
* Bu yazı Notos'un Şubat - Mart 2013 sayısında yayımlanmıştır.
* Bu yazı Notos'un Şubat - Mart 2013 sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder