13 Aralık 2019 Cuma

Beterotu


Plaza’lardan Toki’lere bir Türkiye manzarası
Pınar Öğünç’ün ilk öykü kitabı Aksi Gibi’yi tanıttığım yazıyı Notos’un 51. sayısına yazmıştım. Öğünç, gözlem gücünün ilginç bakış açısıyla birleştiği öykülerle dolu yeni kitabı Beterotu’yla yine bizi bize anlatmaya devam ediyor.
İnsanlarda kimsenin görmediği ya da dikkat etmediği davranışlar, hiç farkında olmadan yapıverdiği jestler ve mimikler, ne anlama geldiğini çok da fark etmeden çıkardığı sesler belki de Öğünç’ün uzmanlık alanı çünkü aynı dikkati, gözlemi haber dilinde de ustalıkla kullanıyor. Bir mahkeme gününün anlatıldığı habere eğer Pınar Öğünç dahil oluyorsa biz mahkemedeki insanlarla, dışarıda bekleyenlerle, havasıyla, doğasıyla, ortamıyla tüm atmosferi hissedebiliyoruz. Böyle büyülü bir dokunuşu var. Beterotu da öyle bir öyküler toplamı olmuş ki ileride bir gün, dünya denen yer hâlâ var olursa bu kitabı okuyanlar 2020’li yıllara doğru Türkiye denen ülkede neler oluyormuş neredeyse hepsini öğrenecekler: Şehirlerin en uzak noktalarına kondurulmuş toplu konutlar, definecilik belası, Ermeni gömüleri, beyaz yakalıların mutsuzluğu, kentsel dönüşüm, işçi cinayetleri, inşaatlar sebebiyle yerinden yurdundan edilen yaban domuzları, whatsapp denen ayrı dünya ve herkesin bir şekilde terörist olduğu bir sistem... Hepsi bazen satır aralarında bazen göz önünde Türkiye Cumhuriyeti’nin anlatılmayan gizli tarihi olageliyor sanki.
Orhan Koçak’ın Pınar Öğünç öyküleri üzerine yazdığı yazıda söylediği gibi: İnsanın ‘içini ısıtan’ öyküler değil bunlar, ama artık kim tam ‘Sait Faik’ gibi yazma gücünü kendinde buluyor ki. Öğünç içinde bulunduğumuz hayata bakıyor ve orada genellikle balçık görüyor, ancak ‘faziletsiz mağduriyet’ gibi bir deyimle tanımlanabilecek bir toplumsal manzara. Herhangi bir kurtarıcı bakışa cevap vermeyen kaskatı sefillik.*” Gündemden ve gerçekten hiçbir biçimde kopamadığımız bu coğrafyada İskandinav ülkelerindeki gibi öyküler, romanlar yazılması, bir Erlend Loe nahifliği, mizahı hakikaten imkânsız geliyor artık bana. O yüzden Öğünç’ünki gibi toplumsal gerçekçiliği yeni ve bambaşka bir boyuta taşıyan öyküleri seviyorum.
Bu yazıda bahsedeceğim üç öykü de bir biçimde inşaatla ilişkili, bazısı doğrudan, bazısı dolaylı. İnsan inşaatın edebiyatta ve tabii ki hayatımızda bu kadar büyük yankısı olmasına şaşırıyor ister istemez. Dikkat çekici öykülerden ilki Bir İleri İki Geri. Allah’ın unuttuğu bir yerdeki toplu konutlarda çocukları sayesinde tanışan iki ailenin hikâyesi gibi başlasa da çocukların sokakta oynarken bulduğu kırık bir parçanın tarihi esere benzemesiyle bambaşka bir Türkiye hikâyesine dönüşüyor. Büyükşehir belediyesinde çalışan muhafazakâr Ender’le ocakbaşı ustası Hüseyin’in yaşadıkları site ve tatil günlerini geçirdikleri AVM dışında pek de ortak noktaları yok. Hatta Hüseyin’in çalıştığı lokantaya gidip de alkollü olduğunu fark eden Ender’in aldığı önlemler öykünün gülümseten bölümünden. Giriştikleri definecilik macerasının ikisi için de anlamı aynı: Hayatta bir kez olsun kazanmak. Hüseyin daha arka planda kalsa da Ender hinliği ve kendisini “daha” akıllı sanmasıyla günümüz Türkiye insanının prototipi aslında. Hak ettiklerini alamamış, kaderin sillesini yemiş, oysa her şey onun hakkı. Bulduğu parçayı soruştururken köydeki akrabasına söylediği “Hem Ermeni işi daha kolay oluyor diye ben hep duydum zamanında köydeki arkadaşlardan, onların yalancısıyım yani, hani hızla çıktıkları için evden, onlarınkiler daha yakına gömülü oluyor şeklinde.” cümlesi ise içerdiği gizli anlamla ısrarla reddettiğimizin aslında ne kadar aleni bir bilgi olduğunu yine yüzümüze çarpıyor. 
Çimento öyküsünün merkezinde bu kez toplu konut değil kentsel dönüşüm var. Tam olarak semt adı verilmese de Saliha Hanım’ın büyüdüğü köşkten, bahçeden ve durmaksızın kentsel dönüşüme giren apartmanlardan bahsedilmesi Bağdat Caddesi’ni akla getiriyor. Bu kez Öğünç’ün keskin gözlemi Beyaz addedilen Türkler üzerinde. Saliha Hanım’ın yaşadığı köşk, önce üç katlı, sonrasında ise altı katlı kocaman bir apartmana dönüşüyor. Bunamaya başlayan Saliha Hanım’ın kesik kesik anıları da, kitaba adını veren Beterotu ve köşkün bahçesinde bir zamanlar yetişmiş başka birçok bitki de  parçalı bir biçimde ilerleyen öykünün önemli katmanları. Kentsel dönüşümün üzerinden bir sene geçmiş, Erinç ailesinin her ferdi modern ve yeni dairelerine yerleşmiş, yaşlılara, çocuklulara, çalışanlara yardımcı tutulan Özbek kadınlarla hayat kolay ve sorunsuz ilerliyor. Ta ki müteahhitin kendine ayırdığı dairelerden birine taşınan kiracı, genç ve meraklı Esra Tanol kurcalanmaması gereken bazı şeyleri kurcalayana kadar... Ucu işçi cinayetlerine uzanan bu şeyler sayesinde aile denen yapı bir kez daha gözlerimizin önüne seriliyor. Çıkarların en ön planda olduğu bu kutsal yapı böylesi bir sallantıyı hasarsızca atlatabilir mi? Tabii ki atlatabilir, “ailemizin huzuru için” cümlesi aynen vatan, millet söz konusu olduğundaki gibi, her şeyi halı altına süpürebilir.
Kitabın son öyküsü Ceylan ile Kâmuran en azından öyküde yer alan aileyle, Ceylan ve babası Himmet’le içimizi bir nebze olsun aydınlatıyor. Ceylan’ın güçlü karakteri, ne istediğini bilen genç bir kadın oluşu ve vicdanı bataklığın içinde açan bir çiçek misali sevindiriyor insanı. İnşaat motifi bu kez öyküyü bambaşka bir yerden sarıyor. Üçüncü köprü inşaatının Kuzey Ormanları’nda yerinden yurdundan ettiği, kimselerin sevmediği bir hayvancık Ceylan’la birlikte hayata tutunurken, yıkılacak apartmanları boşaltıp moloza çeviren Himmet’in elde kalan kapıları, pvc pencereleri, boruları köydeki evine taşıdığı külüstür kamyoneti sayesinde yeni memleketi Nevşehir’e gidiyor. Himmet’in yaptığı işin anlatıldığı şu paragrafı okuduğumda bugüne dek şahit olduğum yıkımlar  geldi gözlerimin önüne ve yine düşündüm: Biz niye bir binanın nasıl yıkılıp boşaltıldığını bu kadar iyi biliyoruz? “Yüzlerini hiç görmedikleri insanların mutfaklarında nar lekeli sağlam fayansları ayıklar, bir gün karşılarına hiç çıkmayacak çocukların karaladığı duvarlara bakarlardı. Eski pasodan diskete, yün bereden lastik terliğe, bir sonraki eve taşınmaya değer görülmemişlerden bir hikâye uydurmaya vakit kalmadan çalışırlardı. Aplikler, borular, kablolar, prizler... Dev bir kemirgenin evi sarışı gibi hızla, her bir oda hani dolgusu düşmüş diş gibi kalıncaya dek sökerlerdi. Üçüncü kattan aşağı atılan kırık sandalyeler ve göçük yatak bazaları ve eski bisikletler ve eprimiş halılar, varsa ancak kıyamet günü yağabilecek tuhaf bir yağmur gibi uzaktan bakanı ürkütürdü.”
Pınar Öğünç geçen günlerimize şahitlik etmeye, bunları kendi gözünden ve sözcüklerinden süzüp öyküleştirmeye devam ettikçe yazının başında söylediğim gibi alternatif bir Türkiye tarihi ortaya çıkacak. Bu derece iyi gözlemlenmiş öykülerin daha etkili olmasının bir yolu Öğünç’ün öyküye bazen fazla gelen kişilerden, olaylardan vazgeçmesi olabilir. İlk kitabındaki öyküler daha kısa olduğundan fazlalıklar çok göze çarpmıyordu. Bu kitapta öyküler uzamış ve bu nedenle Çimento öyküsünün vurucu yanını Erinç ailesinin her birini tanıtan paragrafları okurken kaçırıyoruz, Bir İleri İki Geri’de Ender’i yeterince tanıyacağımız hâlde gereksiz bir biçimde beyzbol sopalarının üstüne yazılanları okuyoruz, öykünün merkezindeki erkeklerin eşleri Ayla ve Selma’nın geçmişteki iş hayatlarını bilmemiz de bize bir şey katmıyor. Tek bir fazla sözcüğün bile göze batabildiği öykü türünü teknik olarak bozan bilgiler bunlar. Daha çok o anla ilgilenirken geçmişi ya da etraftakileri bilmemiz gerekmiyor. Öğünç’ün öyküleri bunlardan arındırılsa çok daha vurucu, güçlü olacak. 

* Orhan Koçak, Pınar Öğünç’ün Öyküleri (I): Kanıksanmış Alarm, Birikim dergisi sitesi.
Banu Yıldıran Genç
Pınar Öğünç, Beterotu, İletişim Yayınları, 2019, 122 s.
* Bu yazı Notos'un 78. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...