10 Mart 2019 Pazar

Sekiz Dağ


Dağlara Dair Bir Romanın Düşündürdükleri
İstanbul’da doğup büyümüş, tüm gençliği Beyoğlu’nda geçmiş biri olarak otuzlu yaşlarımdan itibaren yavaş yavaş bu şehirden nefret etmeye başlayacağımı, hele kırka dayandığımda işe gidip gelme dışında mahallemden çıkmayacağımı, doğaya karışmak hayalleriyle yaşayacağımı hiç tahmin edemezdim. Önceden yazları bir kampta yaşadığımdan bahsetmiştim, döndükten sonra dikkat ettim de orada içimden neredeyse fışkıran yazıları burada yazamıyorum, orada sabahın erken saatinde müthiş bir enerjiyle uyanırken burada sürünerek yataktan çıkıyor ve sıfır enerjiyle dolanıyorum.
Sadece bu gibi belirtiler de değil aslında yaşadıklarım. Ben şehir, hatta apartman çocuğuyum, evimizde yetişen süs bitkilerinden başka pek de bildiğim bir şey yok doğaya dair. Oysa yine son birkaç senedir bu bilgisizliğimden utanıyorum neredeyse, ağaç çeşitlerini, bitki çeşitlerini, böcek çeşitlerini bile öğrenmeye çalışıyorum. Sosyal medyada hayatlarını tam da bu yönde değiştirebilmiş insanları takip ediyor, imreniyor ve yine hayallere sığınıyorum. Yapıp yapamayacağımı hiç bilemiyorum ama toprakla ilgilenmek, toprağa dokunmak, en azından kendi yiyeceklerimi yetiştirmek gibi hayallerim var... Herkes gibi...
İşte böyle bir dönemde okuduğum Sekiz Dağ zaten kafamda var olan soruları daha da derinleştirdi diyebilirim. 1978 doğumlu Paolo Cognetti bu romanıyla 2017 Strega ödülünü kazanmış. Çok yeni olan bu romanı Kafka Kitap geçtiğimiz ay Yelda Gürlek’in başarılı çevirisiyle yayımladı. Yazarın hayatından öğrendiğim kadarıyla otobiyografik izler de taşıyan Sekiz Dağ insan ve doğa üzerine okuduğum en güzel metinlerden biri oluverdi bir anda. Belki on sene önce okumuş olsam böyle hissetmezdim, bir kitabın zamanı, bağlamı ne kadar da önemli. 
Roman aslında bir baba-oğul hikâyesi gibi başlıyor. Anlatıcı mutlu bir ailenin küçük oğlu Piero. Kendini bildi bileli dağlara tatil yapmaya giden bir anne-babası var ve büyüdükçe aslında onların da dağlarda büyüdüğünü, Milano’da bir apartman dairesinde yaşayıp sıkıcı işlerde çalışmanın özellikle de babasını ne kadar mutsuz ettiğini fark ediyor. Ve yine babasına hayran bir küçük oğlan olduğu için onu mutlu etmenin tek yolunun onunla dağa çıkmak, dağları sevmek olduğunu da anlıyor. Ailenin en küçük üyesinin de doğa sevgisini paylaştığı belli olunca yazları geçirmek için bir dağ köyü olan Grana’da eski bir kulübe kiralamaya başlıyorlar. Piero köyde Bruno adında kendi yaşındaki bir çocukla arkadaş oluyor. Bruno romanda neredeyse Piero kadar önemli ve derin bir karakter. Baba-oğul olarak dağlara çıkma denemeleri de burada başlıyor ve babasının gözüne girmek isteyen Piero’da trajikomik bir biçimde dağ tutması olduğu ortaya çıkıyor. Mide bulantısıyla mahvolmuş bir biçimde dağdan inerlerken Piero’yla Bruno’nun arkadaşlığı iyice güçleniyor: “Kramponlarımla durmadan tökezliyor, doğru düzgün yürüyemiyordum. Bruno hemen arkamdaydı ve bir dakika sonra, karlarda çıkardığımız ayak seslerinin üzerinde, onun oha, oha, oha diyen seslenişini duymaya başladım. İnekleri ahıra yönlendirirken çıkardığı sesleri çıkarıyordu. Hey, hey, hey. Oha, oha, oha. Artık ayakta duramadığımdan beni barınağa götürmek için böyle seslenmeye başlamıştı. Onun bu ezgilerine teslim oldum ve bir ritim tutturması için ayaklarımı ona bıraktım, böylece benim bir şey düşünmem gerekmeyecekti.”
Baba-oğul hikâyesi olarak başlayan roman böylelikle bambaşka bir yöne evriliyor ve köyün tek çocuğu çoban Bruno’yla yıllar sürecek bir dostluğun romanı oluyor. Bruno biraz yabani, biraz utangaç, tam bir köy çocuğu. Ortalıkta olmayan inşaat işçisi bir babayla dağlı annenin tek çocuğu. Doğayla ilgili Piero’nun öğrenmesi gereken şeylerin hepsini o zaten biliyor, inekler, keçiler, balıklar, nehirler, yaylalar ve dağlar... Oysa Bruno’nun da tek bir hayali var: Oradan gitmek.
İşte bu romanda aklımdaki soruları derinleştiren kişi aslında Bruno oldu diyebilirim. Piero’nun ailesi tam bir orta sınıf kentli olduğu için Bruno’nun okula gitmemesinden rahatsız oluyor, anne ortaokulu bitirebilmesi için yazları ders çalıştırıyor, hatta lisede Milano’ya yanlarına taşınmasını istiyor. Gerçekleşemeyecek bu plan üzerine Piero büyüdükçe düşünecek, yıllar sonra Uzak Doğu’yu gezdikçe bir karara varacaktır: “Bruno’nun yeteneklerine sahip biri için Nepal’de yapacak çok şey vardı: Biz kitaplardan İngilizce ve aritmetik öğretiyorduk, ama o göçmen çocuklarına belki de toprağı ekip dikmeyi, ahır kurmayı, keçi yetiştirmeyi göstermemiz gerekirdi.” Gerçekten de dünyanın geldiği duruma baktığımızda okulların gittikçe atıl, çocuğun evden gönderildiği yerler hâline geldiğini, zamanın hızına ayak uyduramayan müfredatların insanların gereksinimini karşılamadığını artık anlıyoruz. Bu nedenle de son yıllarda Başka Bir Okul Mümkün ya da evde eğitim gibi çözümler üretiliyor. Akılcılık çağıyla başlayan ve yüzyıllardır süren bu garip anlayışta cahil diye hor görülen köylünün doğaya ve evrene dair bizden katbekat daha bilgili olduğu gerçeği, uyum sağlama becerisi bir yanımızda duruyor, şehirde eğitimli ama doğadan uzaklaşmış, depresyonlu yaşamlarımız bir yanımızda... 
Başta da belirttiğim gibi Sekiz Dağ’ı okuyunca sorularım içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Piero’nun bu düşüncelerinin tam karşısında, onun ve arkadaşlarının kurduğu ekolojik komün hayallerini, Bookchin’den alıntıları dinleyen Bruno’nun köylülere has net gerçekçiliği var: “Çimentosuz evler ayakta durmaz, gübre olmadan otlaklarda ot bile bitmez, ayrıca benzin olmadan kütükleri nasıl keseceğinizi de görmek isterim. Kışın ne yemeyi düşünüyorsunuz, yaşlılar gibi mısır lapası ve patates mi? Buralara sadece siz şehirliler doğa diyorsunuz. Ve bu, kafanızın içinde öylesine soyut bir şey ki, adı bile soyut. Biz burada parmağımızla gösterip adına mesela orman, otlak, dere, kaya filan diyoruz. Bizim kullandığımız, yararlandığımız şeyler bunlar. Kullanmıyor olsaydık, işimize yaramadığı için bir isim de vermezdik.” 
İşte bu kadar net!
Bu cümleleri okuduktan sonra yıllar öncesinden bir görüntü geliyor gözümün önüne... Kampta kullandığım yağları çöpe atmamak için haldır haldır sabun fabrikasına gönderme yolu ararken Balıkesir yörüğü kamp çalışanının hayretle beni izlemesi ve “Döküver toprağa n’olcek?” demesi... Biz şehirlilerin dertleri ve doğayla kurduğu ilişki doğanın tam koynunda yaşayandan o kadar farklı ki...
Ama işte memleketin ve dünyanın yaşanabilirliğinin yok edildiği bugünlere geldik, demek ki köylü netliği de şehirli hayalleri de bir biçimde olmuyor. Bunun yeni bir yolunu bulmamız lazım. Bin bir umutla yola çıktığımız doğaya dönüş yolumuzun hayal kırıklıklarıyla dolu olmaması için, içinde yaşamaya çalıştığımız köylerde bir uzaylı kadar farklı görülmemek için, eşit sınıfsal ilişki kurabilmemiz için, bir yol bulmamız lazım. Dünya insanın ona ettiklerine daha ne kadar dayanır bilmiyorum ama hayallerim de var, çelişkilerim de... Yine de Sekiz Dağ gibi insanın ufkunu açan, sağlam romanlar okumak insana iyi geliyor. Piero ve Bruno’nun birçok engele rağmen bozulmayan dostluğu yaşama olan inancımı artırıyor ve “İyi ki edebiyat var.” diyorum. Yine.

Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı oggito.com'da yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...