8 Eylül 2018 Cumartesi

Ajar


Bir büyüme hikâyesi...
Barış Andırınlı’nın ilk romanı Kopoy’u çıkar çıkmaz biraz da tesadüf eseri almış, okumuş ve çok sevmiştim. Sevdiğim romanlar bende yazma isteği uyandırıyor. Bu nedenle altı yıl evvel büyük bir heyecanla Notos’a yazmıştım. Bu sene Andırınlı’nın yine farklı bir ismi olan yeni romanını gördüm ve doya doya okumak için yazı bekledim. Yanılmamışım. Ajar, güvendiğim bir yazardan dili, anlattıkları, karakterleri ve ustalıklı kurgusuyla çok iyi bir roman.
Kopoy hakkında yazdığım bazı cümleler aslında bu roman için de geçerli. “Uzun sanatsal benzetmelere, paragraf uzunluğundaki ruhsal betimlemelere ve farklı olmak adına yapısı bozulan bir dile o kadar alışmışız ki, kısa kısa cümlelerle, doğal ve gündelik bir dille toplumun yaralarını, insanların umutlarını, umutsuzluklarını anlatabilmenin ustaca kotarıldığını görmek bana unuttuğum bir edebiyat coşkusu yaşattı.” Geçen altı senede Türk edebiyatı adına değişen pek bir şey olmadı ama Barış Andırınlı sözcükleri daha da ekonomik kullanmaya başlamış. İlk romanında anımsattığı Sait Faik’in dilini almış, bambaşka bir yere taşımış ve bence ikinci romanıyla artık kendi dilini yaratmış.Tüm roman kısa, en fazla üç dört sözcükle oluşmuş cümlelerle kurulmuş. Birçok cümle tek bir sözcükten oluşuyor. İlk başta garip ve tutuk gelen bu anlatıma alıştıkça aslında bu cümlelerin romana inanılmaz bir ritim kazandırdığını da görüyoruz. Notos’un bir önceki sayısında Semih Gümüş, Sözcük Bilgisi ve Yarattığı Dünyalar başlıklı denemesinde Türkçe’nin kısa cümlelere daha uygun olduğunu söylüyordu. Bence Ajar bu sav için mükemmel bir kanıt olabilir.
Yine taşrada, Isparta’nın Kalaba kasabasında geçen bir çocukluk, öyle bir kasaba ki öncesi de yok sonrası da: “Ulan. Çölü kazsan tarih bulursun. Bir dağı yar. İki topluluk, üç kavim, birkaç medeniyet gün yüzüne çıkar. Kazdılar. Yok. Osman Amca kazıların başında bekliyor. Vazife edinmiş. Umut: Bir çömlek çıksın. Kap kacak. Heykel. Kemik. Altın değilse gümüş. Bakır. Değersiz sikke. Bizde çıkan? Bok püsür. Osman Amca kabul etmiyor ama belli: Kalaba’da ilk biz yaşamışız. Son biz yaşayacağız.” Andırınlı taşrayı çok iyi bildiği gibi çok iyi yansıtabiliyor. Kalaba da anlatıcının kaşlarıyla konuşan babası, babasının arkadaşları Hakkı ve Osman Amcaları, akrabalarıyla neredeyse gözümüzün önünde canlanıveren bir kasaba hâline geliyor. Anlatıcımız Ahmet’in hem sevdiği hem özlediği hem kaçmak istediği hem de dönüp dolaşıp geldiği yer olan Kalaba. 
Yukarıdaki alıntı Andırınlı’nın dilini epeyce örnekliyor. Böyle böyle bizlere önce Kalaba’yı, sonra bakkallarını, ilkokulunu, kuponla dağıtılan ansiklopediler ve test kitapları sağ olsun büyük bir başarıyla parasız yatılı okuduğu Bostancı’daki anadolu lisesini, sonra ise arkadaşlarıyla yaşadığı izbe evi yaşatırken aslında anlıyoruz ki uzun tasvirler olmadan, çok fazla sıfat kullanılmadan, benzetmeler, istiareler yapılmadan da mekân yaratmak fazlasıyla mümkün.
Romanın büyük bir bölümünü Ahmet’in yatılı okulda yaşadıkları oluşturuyor. Biz de bu koskoca altı yılda taşradan gelen çocukların yalnızlıklarını, uyum sağlama becerilerini, yatılı ya da Ahmet’in tercihiyle leyli ve gündüzlü farkını, o ortamda hayatta kalmanın nasıl, ne gibi becerilerle mümkün olduğunu öğreniyoruz. Ahmet yavaş yavaş büyür ve her sene yaşamına farklı arkadaşlar girerken, bir yandan anne hasreti, bir yandan zaten yavaş bir çocuk olduğu için yaşadığı uyumsuzluk, hele bir de gündüzlü ve isyankâr bir kıza duyduğu platonik aşk derken, yalnız ve sevgisiz bir çocuğun nasıl yavaş yavaş takıntılı bir kişiliğe dönüşebileceğini anbean okuyoruz. Romanın başında otuz beş yaşındaki Ahmet kendini anlatmaya şöyle başlıyor: “Babam yanlış ata oynadı. Yanlış takımı tuttu. Yanlış vatana doğdu. Yanlış evi seçti. Yanlış kadını aldı. Yanlış çocuk yaptı. Tövbe. Yanlış Allah’a inandı. Doğal. Yenildi. O vakit ben de yenilmiş sayıldım.” Bu paragraftaki tüm cümleleri yaşamını baştan sona anlatırken bazen doğrudan bazen sezdirerek okura açıyor Barış Andırınlı. Zaten romanın bir başarısı da bunca karakter, bunca olay, anlatılan yıllar varken hiçbir ilmeğin açıkta kalmaması, kurguyu ustalıkla yapan ve düğümleri yavaş yavaş çözen bir yazar karşımızdaki. Böylelikle romanı bitirip de başa döndüğümüzde bildungsroman’ları anımsatan ama tüm özgünlüğüyle Anadolu’dan taşralı bir gencin büyümesini konu alan bu romanın aslında baba-oğul arasında çözülmesi gereken meselelere dair olduğunu anlıyoruz. Roman boyunca sevgiye, özleme, hasrete dair en can yakıcı cümleler anneye dair olsa da Ahmet’in içinde “yanlış”lıktan dolayı babasıyla bitmemiş bir mesele var.
Kopoy gibi Ajar’da da bir oğulun anneden, ana evinden ayrılışı çok duygusal satırlarla anlatılıyor. Sessiz sedasız bir kadın olan annenin oğlu yatılı okulu kazanınca kocasına karşı çıkma cesareti göstererek onu okumaya göndermesi anlatıcının en büyük minnet borçlarından birini oluşturuyor. 
“‘Malına sahip ol. Kimsenin malına karışmasın. Harften tanırsın.’
‘Tamam ana. Anladım.’
‘Uyumlu ol.’
‘Nasıl?’
‘Herkesin suyuna git.’
‘Tamam,’ dedim. 
‘Hadi inşallah,’ dedi.
‘Nasihatın bu kadar mı?’ dedim.
Gözünü kaçırdı.
‘Beni unutma,’ dedi. 
Yüzümü çevirdim.Öte yana baktım. Gözümün yaşını aldım. Nefesim düğümlendi. Bir şey diyemedim.”
Barış Andırınlı basit cümlelerle kurulmuş paragrafların yanında son derece doğal diyaloglarla ilerletiyor romanını. Kendini anlatırken sanki gözümüzün önünde büyüyen bir çocukmuşçasına benimsediğimiz Ahmet en baştan okura çok yavaş olduğunu, konuşmakta geç kaldığını söyler ama ilk takıntılarından ve büyük aşk acısından sonra kendi kendine kazandığı nefesini yavaşlatıp donma yeteneği ona başka yollar açar. Okulu bırakır, garsonluk yapmaya çalışır, yavaşlıktan ötürü beceremez, güzel sanatlarda modelliğe başlar, donma yeteneği onu bu konuda oldukça ilerletir ama insan ilişkilerindeki beceriksizliği yüzünden otuzlarından sonra sokakta gösteri yaparken bulur kendini. 
Gözümüzün önünde büyüdüğü için benimseyip sevdiğimiz bu karakterin aslında bir anti-kahraman olduğunu da yavaş yavaş, yazarın izin verdiği aralıklarda öğreniyoruz. Zaten korkak olduğunu bildiğimiz Ahmet hiç beklemediğimiz şeyler yapıp bunları da hikâyesinin içinde doğallıkla aktarırken aslında hem bu kadar sahip çıkmamıza şaşırıyor hem de aslında karakter derinliğinin tam anlamıyla oluşturulduğunu görüyoruz.
Ajar, farklılığı, derinliği, özellikle taşrayı ve yatılı okul kültürünü anlattığı bölümleriyle parlayan, okunması gereken bir roman. Gerek kısa cümlelerle kurduğu hikâyesi, gerek satır aralarında kendini gösteren müthiş mizahı, gerekse hepsinin ayrı ayrı özellikler taşıyan capcanlı karakterleriyle yeni bir yol açıyor. Bunu sıkça tekrar ediyorum ama yeniyi denemek için çok da cesur davranmayan edebiyatımızda Barış Andırınlı çok doğru ve güzel bir yolda.


Banu Yıldıran Genç

Barış Andırınlı, Ajar, Çınar Yayınları, Nisan 2018, 411 s.
* Bu yazı Notos'un 71. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...