23 Temmuz 2017 Pazar

Sessiz Ricat

Paris’te Bir Ermeni...
Sessiz Ricat’ı okurken itiraf etmeliyim ki ricat sözcüğünün ne demek olduğuna sözlükten bakmıştım. Gerileme, geri çekilme anlamına gelen bu askeri terim unutulması zor roman sayesinde artık bildiğim bir sözcük. Okumamın üzerinden aylar geçse de “Keşke yazsaydım.” duygusu geçmediğinden bu yazıyı yazmaya karar verdim.
1929 yılında yazılmış ve tefrika edilmiş bu roman hem biçimi hem de anlattıklarıyla oldukça yenilikçi bir roman. Şahan Şahnur pek çok Ermeni gibi 1922’de ailesini İstanbul’da bırakarak Paris’e yerleşmiş. Romandaki ana karakter Bedros, yazarın hayatıyla oldukça benzer özellikler gösteriyor. 1915’te burada yaşananlarla ilgili son yıllarda daha çok roman, öykü, anı yayımlanmaya başladı ama diasporadaki Ermenilerin neler yaşadıklarıyla ilgili çok şey okumadık. Sessiz Ricat 1930’ların Fransa’sındaki Ermeni toplumunu anlatması, neler hissettiklerini duyurması açısından da önemli.
İstanbul’da doğup büyümüş Bedros’un çalıştığı fotoğraf stüdyosunda başlayan roman zaman zaman geri dönüşler yaparak Bedros’un Fransa’da geçirdiği ilk günleri, fabrikalarda çalışmasını aktarırken, bilinç akışı tekniği kullanması ve harf puntolarıyla oynamasıyla ilk farkını yaratıyor. İstanbul’dan kalkıp kapitalizmin çarklarının hızla döndüğü bu bambaşka memlekette bu bambaşka düzene alışamaz Bedros.
Romanın ilk bölümünde Bedros-Pierre işten ayrılma kararını fotoğraf stüdyosunun ortağı Madam Jeanne’e bildirir. Ayrılma isteği kabul edilmese de Bedros gider çünkü Madam Jeanne’e, Nenette’e umutsuzca âşık olmuştur ve o bunu görmezden gelip çalışmaya devam edebilecek biri değildir. Oysa bu aşk kısa bir süre sonra platonik olmaktan çıkar ve ateşli bir ilişkiye dönüşür. Bedros’un korktuğu başına gelmiştir çünkü Fransa’daki ilk yıllarında birlikte olduğu yaşlıca bir kadının söyledikleri yavaş yavaş çıkmaktadır. Roman boyunca Anadolu’da büyümüş bir Ermeni’yle bir Paris kadınının ahlâk ve aşk anlayışlarının farkı vurgulanır.
Dinle beni Pierre, genç kızlarla birlikte olma, onların peşinden koşma. Bedensel hazdan öte ve ondan daha güçlü bir tutkuları var ve onu genç erkeklere zarar vermek pahasına tatmin ederler. Senin gibi bir genci baştan çıkarmış olmakla böbürlenirler. Parisli kadınları daha tanımıyorsun sen. Onlar senin gibilere âşık numarası yapar, acı çektiğini fark eder etmez de kaçıp gider.”
Bu arada romanda Bedros ve Nenette’in sevişmeleri dönemine göre oldukça cesur bir biçimde betimlenir. “Nenette dudaklarını kaçırmak için birkaç kez başını sağa sola çevirdi ve sonra o bitmek bilmeyen öpüşmeye teslim oldu. Çocuğun göğsünden inlemelerle birlikte yükselen arzuyu hissedince gözlerini kapadı ve tüm gücüyle, biraz da salyayla onu emmeye başladı.”
Gerçekten de ateşli birkaç aydan sonra Nenette, Bedros’tan uzaklaşır, eski şaşaalı hayatına geri döner. Bedros’un Nenette’in kirli geçmişi hakkında öğrendiklerinden sonra verdiği tepkiler bize hiç yabancı gelmeyecektir. Önce Nenette’i taciz edip “Orospu olmasaydın zaten Fransız sayılmazdın!” diye hakaret eder, sonra da o kirli geçmişi polise bildirmekle tehdit ettiği stüdyonun diğer ortağının ahlâk ve özgür iradeyle ilgili söylediklerine şöyle cevap verir: “Ne yazık ki söylediklerinin derin mânâsını kavrayamayacak kadar doğulu ve bir o kadar da Ermeni’yim.”
Bedros çektiği acılar yüzünden Paris’ten kaçıp yine bir fabrikaya ve fabrikada çalışan Ermenilere sığınır, birbirlerine destek olmaya çalışan bu topluluk arasında ricat etmeyen tek Ermeni olduğunu düşündüğü Lokhum’la kurduğu dostluk, Lokhum’un günden güne kötüleşmesi, Ermenistan’a ya da memleketine geri dönme çabalarının sonuç vermemesi, uyuşturucuya alışması ve yaklaşan sonu romanın en trajik bölümlerini oluşturuyor.
Diasporadaki Ermeniler başlarına geleni sindirememiş, nasıl bir yaşam sürdüreceklerini bilmez hâldedirler. Bedros’un yakın arkadaşı Suren bu konuyu hiç durmaksızın düşünür. “Şu an savaş ve kavga var diye değil, şu an muharebe ve hayat mücadelesi var diye değil; daha hayati, daha hata kaldırmaz bir şey, adını tüm büyük yol ağızlarında haykıran daha müthiş, daha karşı konulmaz bir şey var olduğu için: Ricat, Ermenilerin ricatı. (...) Canını kurtarabilmek için altınlarını veren Ermeniler oldu. Kimi inancını, kimi bekâretini verdi. Evini, yurdunu, altında yaşadığı gökyüzünü terk edenler oldu; daha beteri, milletini ve dilini inkâr edenler... Kanını, canını, gününü ve güneşini veren kahramanlar da oldu. Biz ise gelecek için son bir bedel ödüyoruz. Son bir bedel, büyüyecek olan çocuklar vardı, bizden sonra gelecek nesiller vardı... Şimdi gelecek olanlarsa, sözle ve eylemle, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeden yabancı olacaklar.”
Suren’in sözlerinin gerçekliğini zaman yavaş yavaş gösterir. Paris güzellerini gördükten sonra Ermeni kızlarını beğenmeyenler, çocuklarına Ermeni ismi koymayanlar, benliğini, kimliğini unutup düzene uyanlar gün geçtikçe çoğalır.
Şahan Şahnur bağırmadan, yargılamadan, can acıtıcı detaylara girmeden, hatta geride bıraktığı ana-babasına duyduğu özlemi bile çok dillendirmeden yaşadığı ikilemlerle hayata uyum sağlamaya çalışan, unutulmaz bir karakter yaratmış. Bedros-Pierre yaşadıklarıyla 1920’ler Fransa’sındaki Ermenileri canlandırıyor gözlerimizin önünde.
Roman yayımlandığında Ermeni cemaati tarafından bile iyi karşılanmayıp eleştirilmiş. Neyse ki yayımcısı hem bu gerçekleri göz önüne sermesi hem de aşk ve seks konusunda dönemine göre oldukça cüretkâr ifadeler taşıması nedeniyle eleştirilen romanın arkasında durmuş da Sessiz Ricat bugünlere gelebilmiş. Şahan Şahnur’un çok genç bir yaşta yazdığı bu roman, yazarın dehâsı sayesinde, okura aşk acısını ve ricat duygusunu sonuna dek hissettiriyor.

Banu Yıldıran Genç

Sessiz Ricat
Şahan Şahnur
çev: Maral Aktokmakyan, Artun Gebenlioğlu
Aras Yayıncılık 246 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Temmuz 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...