20 Mart 2017 Pazartesi

Bir zamanlar TRT ve dizileri

Bir zamanlar TRT ve dizileri...
Ortaokulda apolitik arkadaşlarıma, sağcı-solcu ne demek bilmeyen ve umru da olmayan insanlara sinir oluyor, içime kapanıyor, 12 Eylül’ü konu alan romanlar, öyküler okumaya devam ediyordum. O abiler, ablalar ne güzel yıllarda yaşamışlardı, oysa biz Özal çocuklarıydık, küreselleşme ve kapitalizm gençliğimizin tam ortasına denk gelmişti. Ah her şey ne kötüye gidiyordu... 1990'lı yıllarda büyüyen bir çocuğun hezeyanlarıydı bunlar, oysa şimdi...
Derslerde Servet-i Fünun dönemine gelince Aşk-ı Memnu'yu izletiyorum yıllardır, tabii ki 1975 yılında Halit Refiğ tarafından yönetilen versiyonu. Geçtiğimiz yıllarda iki üç yıl sürmüş, olabildiğince sündürülmüş diziyi altı bölümde izleyince bir şaşırıyor çocuklar. İlk bölümlerde sıkılsalar da bir süre sonra dizideki teatralliğe, klasik müzik kullanımına ve Halit Ziya'nın farklı cümlelerine alışıyorlar. Sonra sorular sormaya başlıyorlar, başka hangi diziler vardı böyle, hep böyle kısa mı sürüyordu, o zaman rating yok muydu, insanlar bu dizileri anlıyor muydu?
Benim yaşım Aşk-ı Memnu'ya yetmiyor ama ne çocukluğumda ne ilk gençliğimde rating'in adını duydum, diyorum. O kadar güzel edebiyat uyarlamaları izledim ki hâlâ tatları damağımda, diyorum. Biz her şeye rağmen şanslı bir kuşakmışız, diyorum. Devlet televizyonu olduğunu unutmamış, kültüre sanata yer veren bir TRT vardı. Bugünkü dizilerin kalitesiyle, misyonuyla karşılaştırılmayacak denli farklıydı her şey. Şimdi siz öyle uyarlamaları ancak İngiliz devlet televizyonu BBC'den izleyebiliyorsunuz, internet, torrent, dizi siteleri bir şekilde bunlara ulaşıyorsunuz en azından, diyorum.
Çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım Kartallar Yüksek Uçar geliyor mesela ilk olarak aklıma. Hanım Ağa ve Banazlı İsmail, bir de Karayolları'nın Zincirlikuyu'daki binası... Konusunu hatırlamıyorum ama senaryosunu Attila İlhan'ın yazdığını yıllar sonra öğrendim, 1991'de senaryosunu yine onun yazdığı Yıldızlar Gece Büyür'ü izlerken... Bu dizideki hapisten çıkmış devrimci tiplemeleri, bir grup arkadaşın 1980 sonrası geçirdiği değişimin anlatımı beni büyülemişti.
Bu andıklarım televizyon için bir yazar tarafından yazılmış senaryolar, uyarlama değil. Yine öğrencilerin sorularına dönüyoruz tabii, bugün kanallardaki birçok dizinin senaryosunda da yazar imzaları var ama ne dönem aynı dönem ne izleyici aynı izleyici...
Yıldızlar Gece Büyür'den hemen sonra aklıma gelen, Mehmet Eroğlu'nun romanından uyarlanan Okan Uysaler'in yönettiği Issızlığın Ortasında. Fikret Kuşkan'ı televizyonlarda ilk görüşümüzdür herhalde. Canlandırdığı Ayhan karakterinin sürekli üşümesi, paltosunu çıkarmaması, kaybolan arkadaşlarını araması, hayal meyal anılan geçmiş politik eylemler... On dört yaşında bu kadar farklı bir dizi izleyince hemen romanını okumuştum ve Mehmet Eroğlu çok erken yaşlarda keşfettiğim yazarlarımdan biri oldu.
Okan Uysaler demişken Gecenin Öteki Yüzü'nü anmak gerekir. Füruzan'ın kendi eserinden uyarladığı, senaryosunu yazdığı bir şaheserden bahsediyorum. Zuhay Olcay'ın Haluk Bilginer'in oyunculukları zaten unutulmazdı ama aklımdan çıkmayan isim Müşfik Kenter. Bu diziyle ölümün acısını, tutulan yasın hiç bitmeyebileceğini öğrendim. Ve sonra ne yaptım? Tabii ki Füruzan'ın kitaplarını okumaya başladım.
Bu verdiğim örnekler günümüzle arasındaki farkı yeterince izah ediyor aslında. Annemler izlemiyordu mesela bu dizileri, isteyen komediye yakın Perihan Abla'yı, Bizimkiler'i izliyor ama daha iyisini, farklısını isteyen de devlet televizyonunda bulabiliyordu. Kültürlü olmak, sanattan anlamak hâlâ geçer akçeydi. Sonra özel kanallar geldi ama hiçbir dizi TRT'nin o dönemki kalitesini yakalayamadı. Özel kanalların uyarlamalarında en son Sinekli Bakkal'ı izleyeyim demiştim, onu da Şemsi İnkaya'nın canlandırdığı baba tiplemesi Fethullah Gülen'e benziyor ve aşağılıyor diye iki bölümde kaldırmışlardı. Şimdi unutuldu gitti o günler.
Uyarlamaların sonu gelmez, bugün internette yıl yıl TRT'nin çektiği dizilerin adlarına ulaşabilirsiniz. Kimler kimler yok ki? Reşat Nuri'den Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Acımak, Yaprak Dökümü; Refik Halit Karay'dan Bugünün Saraylısı; Erhan Bener'den Yalnızlar... Saymakla bitmez. Birçoğuna özel kanallar el attı, tekrar tekrar çekildi, bazıları hiç tutmadı, hemen yayından kaldırıldı, tuttuysa daha fena yıllarca uzatıldı da uzatıldı. Ama bugün bile belli bir yaş üstüne Çalıkuşu deyin, Aydan Şener ve ağlayınca hemen kızaran o burnu gelecektir akıllarına.
Sonuç olarak ergenlik gereği midir bilmem yaşadığım dönemden nefret ediyorken, yine yaşlanma belirtisi midir bilmem şimdi hep o dönemlere özlem duyuyorum. En azından televizyon dizileri açısından. Çünkü daha önce Agatha Christie yazısında da belirtmiştim iyi sanat birbirini tetikler. İyi uyarlama kitabı, iyi kitap uyarlamasını merak ettirir. Bahsettiğim dizileri izlettiğim çocuklardan okumayı sevenler uyarlamayla aralarındaki farkları merak edip romanları okudular. E ben de diziler sayesinde oldukça erken bir yaşta Mehmet Eroğlu, Füruzan ve Attila İlhan'la tanıştım. Daha ne ister ki bir insan?

Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı oggito.com'da yayınlanmıştır.

9 Mart 2017 Perşembe

Hadi, Yarın Görüşürüz

Yazarların yazarı ilk kez Türkçede...
Yazılarımı takip edenler Jaguar Yayınları’nı çok beğendiğimi bilirler. Bu yayınevinden kötü bir şey okuma ihtimaliniz pek yoktur. O nedenle yeni kitaplarını alır ama hemen ama sonra illa okurum. Yeni çıkan ve farklı kapak tasarımıyla dikkatimi çeken Hadi, Yarın Görüşürüz’ü alır almaz okumaya başladım. İlk kez okuduğum William Maxwell, Amerikan edebiyatının pek çok ünlü ismine editörlük yapmış, aynı zamanda birçok ödülün de sahibi usta bir yazar.
1980’de yayımlanan, iki yıl sonra National Book Award’ı kazanan Hadi, Yarın Görüşürüz, 1920’li yılların başında işlenen bir cinayeti ve bu cinayete giden yolu anlatıyor. Bu doğrusal olmayan anlatım, yani en başta yaşanan trajediyi bilip sonra olayın öncesini okumamız aslında aynı yıllarda yayımlanan Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi’sini getiriyor akla, ama olayların dizilişi dışında hiçbir ortak noktaları yok.
Hadi, Yarın Görüşürüz’de anlatıcı önce çocukluğunun geçtiği yerde, Illinois’de yaşanan bir cinayeti ve taraflarını anımsar. Sonra yavaş yavaş kasabayı ve anlatıcıyı tanımaya başlarız. Adını bilmediğimiz anlatıcı Yas Dönemi başlıklı bölümde okura bu kitabı niçin yazdığını anlatır: “Eğer (1) katil tanıdığım birinin babası olmasaydı ve (2) daha sonra utandığım bir şey yapmamış olsaydım, hayatımda görmediğim bir ortakçının öldürülüşünü elli yıl sonra hatırlayacağımı pek sanmazdım. Bu anı yazısı -eğer bu yazıya anı yazısı diyebilirsek- bir laf kalabalığı, özür dilemenin nafile bir yolu aslında.” Böylelikle anlatmaya başlar; küçük bir kasabada bir bacağını araba tekerine kaptırmış abisi, sigorta satıcısı babası ve annesiyle çocukluk denen o güzel ve uzak ülkede yaşamaktadır, ta ki 1918’deki grip salgınında küçük kardeşinin doğumundan hemen sonra annesini kaybedene dek. Yazarın özyaşamından izler taşıyan bu geçmişin anlatımı, bir iç dökümü gibi devam eder. Babasının istediği gibi dışa dönük, oyunbaz bir erkek çocuk olmayan anlatıcının içe kapanması, kendine kurduğu küçük dünya, bu dünyaya bir süre sonra misafir olacak üvey annesi sırayla yerlerini alırlar. Babası tekrar evlendikten sonra taşınacakları evin inşası sırasında tanıştığı sessiz arkadaşı Cletus Smith, bu romanın yazılmasının sebebidir aslında. En başta anlatılan trajedide cinayeti işleyenin oğludur Cletus ve bu olaydan sonra da anlatıcının hayatından çıkmış gitmiştir.
Çocukluğu anımsamak acayiptir gerçekten de, tamamen sizin kurduğunuz, gerçek olup olmadığından hiçbir zaman emin olamayacağınız uzak bir masal dünyasıdır sanki. Bu nedenle çocukluğu anlatan romanları, öyküleri ayrı severim. Hayatınıza girenler, çıkanlar siliktir. Bugün büyüklerin travma yaşatacağını düşündüğü birçok şeyi sorunsuzca atlatır ve unutur çocuklar. Taşınma, okul değişikliği, bir anda gelen ve bir anda giden arkadaşlar... Kitabı okurken ilkokulda ansızın okulu bırakan, sonra ailecek Almanya’ya döndüğünü duyduğumuz bir sınıf arkadaşım geldi aklıma. Ve tabii sorular, ne olmuştu, ansızın dönemin ortasında niye gitmişlerdi? Çocuk dünyası bu sorularla dönmüyor, aklımıza geldiyse bile bir teneffüs sonra unutmuşuzdur herhalde, arayıp sorma inceliği ya da hatırşinaslık dediğimiz özellik pek de çocuklara özgü bir şey değil. Burada da anlatıcı yıllardır vicdanını rahatsız eden küçücük bir olaydan yola çıkıp bu "anı yazısını" yazar. Bu olay, ailesiyle taşındığı Chicago’da lise koridorunda Cletus’u görüp tanıyıp konuşmamasıdır. Bu anı, o konuşmama ânı, niye konuşmadığını kendisinin de bilemediği bu garip tutukluk aklından çıkmamıştır. Ve geçmişi araştırmaya başlar, elinde çok az şey vardır. Bir aldatma, bir cinayet, bir intihar. Bu üçgeni bir araya getirmek anlatıcının hayal gücüne ve anlatma ustalığına kalmıştır ki kitabın ikinci bölümü bu ustalığı sonuna kadar gözler önüne serer.
Kitap bölümsel olarak ikiye ayrılmıyor fakat anıdan kurmacaya geçerken William Maxwell anlatıcısı aracılığıyla okuru uyarıyor: “Eğer ileride okuyacağı gerçek ve hayal karışımının herhangi bir parçası okuyucuyu rahatsız edecek olursa, benden izin, bunu dikkate almayabilir. Eğer elimde gerçekler olsaydı seve seve onlara bağlı kalırdım. Okur aynı zamanda hatırı sayılır bir miktarda da hayal gücünü kullanmak zorunda kalacaktır. Bir masanın üzerine kapalı olarak yayılmış bir paket iskâmbil kâğıdı hayal etmeli okuyucu; sonra birini açmalıdır ama bu kupa sekizlisi veya karo valesi olmayacaktır, onun yerine Cletus’un geçmiş yaşamının sıradan bir on beş dakikası olacaktır.”
Ve ilk iskâmbil kâğıdıyla birlikte kurmacanın en can alıcı karakteri, Trixie’yi yaratır anlatıcı. Cletus’la çiftliğin köpeği Trixie arasındaki o acayip sevgi duygusallıktan olabildiğince uzak durmaya çalışılarak yazılmış bu romandaki en acıklı ilişki olacaktır. Çünkü anlatıcı gerektiğinde bir köpeğin zihninin nasıl çalıştığını gösterecektir; Trixie’nin evliliğini bitirmeye karar veren bir kadının çocuklarını da alıp gitmesini anlamamasını, en sevdiği insan Cletus gitmiş olsa da sonuna kadar sadakat göstererek Clarence’ı beklemesini, yeni sahibinin onun için hiçbir zaman “sahip” olmayacağını ve yaklaşmakta olan sonu...
Sonra yavaş yavaş etraftaki başka kişilerin kartları da açılır, Cletus’un yaşamı hakkında bilgi sahibi olmaya başlarız. Bu kez bir kurmaca içinde Cletus için önemli olan insanları bir bir tanır, doğrusal olmayan bir çizgide geçmişi ve bugünü öğreniriz. Olay önemli bir olay değil, hemen hemen her gün gazetelerde rastlayacağımız türden bir yasak aşk hikâyesi. Kardeş kadar yakın olan Lloyd Wilson’la Clarence Smith’in arkadaşlıklarının Lloyd’un Clarence’ın karısı Feyn’e âşık olmasıyla son bulması ve dağılan hayatlar. Anlatıcının yıllar sonra bu kurguyu hayal etmesinin de çok önemli bir tarafı yok. Evet, bir zamanlar kısa bir süreliğine iyi arkadaş olduğu çocuk bir trajedi yaşamış, kasabadan gitmiş, anlatıcı yıllar sonra başka bir şehirde lise koridorunda onla karşılaşmış ve konuşmamış. Hayatta vicdan azabı çektirecek öyle meseleler yaşıyoruz ki şu küçük olay bizi bu kitabın bunlar üzerine yazılmış olmasına inandırmayacak neredeyse. Oysa William Maxwell bu önemsiz olayı ele alarak büyük bir roman yaratmış. Burada asıl önemli olan o.
Yazar anlatıcının tavrını ustalıkla belirlemiş, ilk başlarda kendi çocukluğunu anlatırken kullandığı dil oldukça düz, duygusallıktan uzak bir dil. Hatta Çiğdem Erkal İpek’in usta çevirmenliğini çok iyi bildiğimden ilk bölümlerdeki kuru anlatıma şaşırdığımı söyleyebilirim. Oysa sonradan anladım ki bu kuru dil, öznel olmamaya çalışılarak aktarılan çocukluk anıları, anne kaybının yarattığı acının birkaç kısa cümleyle, uzatılmadan geçiştirilmesi, hepsi planlanarak yapılmış şeyler.
Oysa bize iskâmbil kâğıtlarından bahsettikten sonra bu metnin artık bir anı yazısı olmadığını, yaratılan, hayal edilen detaylar, duygularla müthiş bir kurmacaya imza atıldığını görüyoruz. Roman bittikten sonra ilk olarak yaratıcı yazı ve -bizdeki müfredatla mümkün değil tabii- edebiyat derslerinde okutulması gerektiğini düşündüm. Anlatıcı büyüdüğü kasabayı en başta tarihi ve kimliğiyle öne çıkarırken sonradan nasıl o atmosferi canlı bir biçimde hissettiriyor, kasaba halkını sınıfsal farkları, önyargılarıyla ete kemiğe büründürüyor, anılarından bahsederken kullandığı dili nasıl bir anda değiştirip daha duygusal bir tona geçiyor, anılarında ailesini mesafeli bir biçimde tanıtırken romanı kurduğu bölümde nasıl derinlikli karakterler yaratıyor, bizim katile de maktule de, âşıklara da bu aşkın mağdur ettiklerine de aynı anlayışı göstermemizi sağlıyor, satır satır incelenmeli. Açılan iskâmbil kâğıtlarıyla attığı ilmekleri nasıl birleştiriyor, sonucunu en baştan bildiğimiz trajediye giden yolun taşları nasıl döşeniyor, neredeyse bir yazarlık dersi vererek gösteriyor.
Herkese üzülüyor, herkese hak veriyoruz, en yakın arkadaşını öldüren Clarence’e bile, çünkü edebiyatın ve genel olarak sanatın en büyük mucizesi budur. Ama tüm olayların merkezinde yer alan Cletus, sonrasında ne olduğunu bilemediğimiz, anlatıcının vicdan azabıyla karşımıza çıkan Cletus, en unutulmayan karakter olacak bizim için. Ve arka kapakta Hadi, Yarın Görüşürüz’ün niçin “Okuyanın, bir gün tekrar okumak isteyeceği kitap.” olarak nitelendirildiğini anlayacağız. Çocukların kendi istekleri dışında maruz ve mecbur kaldıkları, bu düzenin böyle işliyor olması canımızı acıtacak. Cletus’un babasına annesiyle ilgili bir şey söyledikten sonra okkalı bir tokat yiyip ağlamadan, dudaklarını ısırarak inek sağmaya devam ettiği o ân mesela, bizim için unutulmaz olacak. Ve şu satırlar hiç aklımızdan çıklmayacak:
Onlar mı evin bir parçası, yoksa ev mi onların bir parçası sorusu, çocukların cevap vermeye hazır olmadıkları bir sorudur. Madem köpeği elinden aldınız, onu aldıktan sonra mutfağı da alın -akşam yemeği için pişen şeyin fırındaki kokusunu da. Sonra çamaşır gününün kokusunu, tahta askılarda kuruyan yünlülerin kokusunu. Küllerin kokusunu. Ocağın üzerinde için için kaynayan sabunun. Otlak çiti yanında bekleyen yaşlı, uslu atı alın. (...) Atların ahırını da alın -saman, toz, at sidiği ve terle lekenmiş eski derilerin kokusunu, açık kapının ardında uzanan sürülmüş tarlayı döven yağmuru. Tüm bunları alırsanız ona ne yapmış olursunuz? O kadar büyük bir yokluk karşısında ona eskisi gibi iyi bir oğlan olmaya devam etmesini söylemenin yararı ne?”
Jaguar Yayınları bugüne kadar Türkçeye niye çevrilmediğini anlamadığım William Maxwell'in diğer eserlerini de umarım yayımlar. John Cheever, Salinger, Nabokov gibi isimlere editörlük yapmış, yazarların yazarı olarak nitelendirilen Maxwell'in bu romanı gözlerden kaçmamalı.

Banu Yıldıran Genç

Hadi, Yarın Görüşürüz
William Maxwell
çev: Çiğdem Erkal İpek   Jaguar Kitap, 2017, 155 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Mart 2017 sayısında yayımlanmıştır.

27 Şubat 2017 Pazartesi

Çocuk klasikleri

Çocuk kitabı ciddi bir iştir
Edebiyat yayıncılığı zor bir iş, hem maddi hem manevi anlamda. Çocuk edebiyatı yayıncılığı çok daha zor, ciddiyet, profesyonellik ve iş ahlâkı isteyen bir iş. Bunlardan herhangi birinin eksikliğinin vereceği zarar ise büyük. Çocukların zorla değil isteyerek, severek kitap okumasının hayalini kuran anne-babalar, öğretmenler olarak onlara "doğru" kitabı almamız çok önemli. Doğruyu bulmak ise her zaman kolay olmuyor.
Yayıncılık seçkin bir sektör, okumuş etmiş insanın, yazarların çizerlerin işi diye düşünmemek lazım. Sonuç olarak ticaret her zaman ticarettir ve iş ahlâkı konusunda çok da iyi bir yerde olmadığımız gayet açık. Evet, canlı bir sektör, genç nüfusun da katkısıyla özellikle son on yılda hızla büyüyen bir sektör. Bu büyümeye karşın denetlenmeyen ve suistimale açık bir sektör.
Bu yazıda günümüz çocuk edebiyatından çok özellikle okulda önerilen çocuk klasiklerinden, her çocuğun mutlaka okuması lazım diye düşündüğümüz, unutamadığımız kült kitaplardan bahsetmek istiyorum. Birbirin ardına açılan yayınevleri, basılan binlerce kitap, aynı kitabın on farklı baskısı, kafası karışan veliler, peki, hangisini, nasıl seçmeli?
Öncelikle klasikler için şöyle bir problemimiz var: Bir yazarın ölümünün üzerinden 70 yıl geçtiğinde telif hakkı ortadan kalkıyor. Bu demektir ki o yazarın her eserini herhangi bir yayınevi kimseye telif ödemeden yayımlayabiliyor. Bu kültür ve sanat tarihi açısından yararlı ama bazı sakıncalar içeren bir kanun. Bu sakıncaların en önemlisi önüne gelenin kitap basması diyebiliriz. Özellikle bu konuda çok sıkıntı yaşanıyor. Sıkıntı yaşamamak için doğru kitapları nasıl seçebileceğimize dair aklıma gelenleri şöyle sıraladım:
1- Okula giden bir çocuğunuz varsa ucundan kıyısından kitaplarla ilgilenmelisiniz. Birçok gazete kitap eki veriyor, sömestr ve yaz tatili öncesi bu ekler çocuk özel sayılarıyla çıkıyor. Orada önerilen, yeni çıkan, tanıtılan kitaplara mutlaka göz atın, beğendiklerinizi listeleyin.
2- Bu göz atmalar sayesinde birazcık da olsa yayınevlerine aşina olacaksınız. Hangi yayınevi neler basıyor, az da olsa bileceksiniz demektir. Böylelikle tamamen tüccar mantığıyla okullarla anlaşmak üzere kurulmuş dandik yayınevlerini tespit edebilirsiniz. Adını hiç duymadığınız yayınevlerine şüpheyle yaklaşın.
3- Öğretmenlerin önerdiği kitapları da hemen almayın. Ben de bir öğretmenim ve hiç kitap okumayan, özensizce ya da maddi çıkar karşılığı kitap öneren öğretmenlerin varlığından da maalesef haberdarım. Kitabı mutlaka araştırın, eğer belli bir yayınevi belirtilmişse, o yayınevini araştırın. Artık bu tip bilgileri bir tıkla bulabileceğimiz bir çağdayız. Örnek vermek gerekirse, oğluma ortaokuldayken Tolstoy'un İnsan Neyle Yaşar adlı kitabı ödev olarak verilmişti. Tolstoy öleli yıllar yıllar olduğu için bu kitabı yirmi farklı yayınevinden bulabilirdiniz. Biraz internet araştırması, birkaç kitapçı gezmesiyle kitabın çok acayip versiyonları olduğunu keşfettim. Tolstoy'un daha dindar olduğu bir dönemin kitabıdır bu ama bazı yayınevleri kahramanları neredeyse bismillah'larla filan konuşturmuştu. Bu da maalesef çok sık rastlanan sorunlardan biri. O nedenle en düzgün bulduğumu, İş Bankası Yayınları edisyonunu almıştım.
4- Aslında büyüklerin okuması gereken klasiklerin çocuklar için kısaltılmış versiyonlarından uzak durmaya çalışın. "Çocuklar için Don Kişot" mesela. Cervantes'in yazdığı Don Quijote modern romanın ilk örneğidir ve çocuklar için yazılmamıştır. Çocuklar için bunca kitap varken onu kuşa çevirip, biçimini içeriğini bozup çocuklara okutmanın ne mantığı var, bunca yıldır anlayabilmiş değilim.
5- Yabancı kitapların çevirmenine mutlaka bakın. Hatta çevirmeni var mı diye bakın çünkü birçok düzenbaz yayınevi "derleyen" ya da "düzenleyen" adı altında, farklı yayınevlerinden kopyala-yapıştır biçiminde kolaj yaparak yayınlıyorlar klasikleri. Yabancı dildeki bir kitabın çevirmeninin ve editörünün olması gerekir.
6- Çevirmeni de google'layın. Birkaç yorum sitesinde illaki adına rastlarsınız. Yukarıda bahsettiğim düzenbaz çevirmenlerin birçoğu ekşisözlük'te bu bilgileriyle yer alıyor mesela. Kötü çevirmen okuru kitaptan soğutur, cümleler akmaz, kitap ilerlemez, bir de bakmışsınız çocuğunuz kitap okumayı sevmediğini düşünmeye başlamış. Aman!
7- İyi çevirmen nerede olur? İşini hakkıyla yapan, insanlara emeğinin karşılığını veren yayınevlerinde. Yine birçok küçük yayınevi üniversite öğrencilerine çok ucuza çeviri yaptırıp, deneyimsiz çocukların yaptığı kötü çevirileri piyasaya salıyor. O nedenle klasikler konusunda kurumsal bir yayınevi olması önemli.
8- Bu bilgiler ışığında çocuk klasikleri için önerebileceğim başlıca yayınevleri İş Bankası Kültür Yayınları, Yapı Kredi Yayınları, Can Çocuk. Gerek kitap çeşidi, gerek çeviri ve editoryal çalışması, gerekse kitaplara yansıtmadığı dini ve siyasi görüşleriyle güvenebileceğimiz en kurumsal yayınevleri bunlar. Bazen baskıları olmasa da Remzi Kitabevi, Arkadaş Yayınları, yeni yeni çocuk klasiklerine başlayan Kırmızı Kedi'nin kitapları da önerilebilir.
9- Şunu da eklemek gerekiyor ki günümüzde çocuklar klasikleri okumakta zorlanıyor, sıkılıyor, hatta bir süre sonra bırakıyor. Çok zorlamayın. Klasik bir kitap okuyorsa yanında mutlaka eğlenceli bir şeyler de okusun. Bu çocukların doğduğu çağla o kitapların yazıldığı çağ birbirinden o kadar uzak ki! Yine de emin olun, kitap okumanın hazzına varırsa elbet okuyacaktır.
10- Son olarak, günümüz çocuk edebiyatı ayrı bir yazı konusu ama Günışığı Kitaplığı ve Tudem'e sımsıkı sarılın, bırakmayın, diyorum.

İyi okumalar...

Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı blogcuanne.com'da yayınlanmıştır.


20 Şubat 2017 Pazartesi

Carson McCullers ve Aşka Dair

Sevmek mi sevilmek mi?
Facebook’u terk edeli beri eski öğrencilerimle instagram’dan takipleşiyoruz. Çoğu üniversitede, bazıları bitirdi, bazıları çalışıyor, bazıları dünyayı geziyor. Bayağı duygulanarak bakıyorum fotoğraflara, o günleri özlüyorum, ne de olsa öğretmenlik daha "mutlu" bir meslekti o dönemler. Bir yandan zamanın nasıl bu kadar çabuk geçtiğini anlamaya çalışıyor, bir yandan iyi ki bugünlerini gördüm diyorum.
Önümüz Sevgililer Günü, hiç kutlamamış olsam da, kapitalizmle ilişkisinden hiç hazzetmesem de sık sık aşk ve sevgi üzerine düşünüyorum bu aralar. Neden? Çünkü bahsettiğim eski öğrencilerimin hemen hemen hepsi âşık. Nasıl oldu bilmiyorum, nasıl denk düştü onu da bilmiyorum ama bir anda sarmaş dolaş fotoğraflar, şiirler, mutlulukla parlayan yüzlerle doldu telefon ekranım. Şimdilerde öğrencilerimin sevgililerinin fotoğraflarını büyütüp kendi kendime "İyi birine benziyor." diyorum, "üzülmesinler" istiyorum. Şu an fotoğrafların üzerine birer kalp bırakmakla yetiniyorum ama birkaç yıl daha geçerse "E hadi ama evlilik ne zaman, torun görmek istiyoruz." diye yorumlar yapmaya başlarım diye kendimden korkmuyor değilim.
Onların mutluluğunu izlerken gençliğimi anımsıyorum, ne, ne zaman olmuştu, sonra ne yapmıştım, sıraya koymaya çalışıyorum. Netleştiremediğim birkaç şey var sadece. İlk âşık olduğum zamanla en sevdiğim yazarı keşfettiğim zaman birbirine karışıyor. 1991'de İstiklal Caddesi Küçükparmakkapı Sokak'ta kurulan kitap tezgâhından alınmış Remzi Kitabevi'nin Çilek dizisinden bir roman, Carson McCullers, Düğünün Bir Üyesi. Okuduktan sonra hemen bir kere daha okuduğum, her tarafına notlar aldığım, içimde uyandırdığı yazı yazma hevesini bastıramadığımdan olsa gerek arkadaki boş sayfalarını bile yorumlara boğduğum bir roman. Aklımı karıştıran şey bu kitapla ilk aşkın sırası. Hangisi önce, hangisi sonraydı, bilemiyorum.
Çok şanslı bir dönemdeymişim ki McCullers'ın bütün kitapları Türkçede bulunuyordu, şu an herhangi bir kitap sitesine bakın, tek bir kitabının satışta bulunduğunu, diğerlerinin tükendiğini göreceksiniz. Türkiye yayıncılığının özeti. Neyse, sonuç olarak platonik aşkım tüm hızıyla devam ederken ben de Carson McCullers'ları bir bir okumaya başladım. Duygusal anıları olduğundandır belki McCullers'ın romanlarının hepsini ayrı ayrı seviyorum ama itiraf etmeliyim ki Logos Yayınları'ndan Hüzünlü Kahvenin Türküsü'nü okuduğumda afalladım, dayak yemişe döndüm.
"Öncelikle aşk, iki insan arasındaki ortak yaşantıdır. Ancak unutulmaması gereken, ortak yaşantı, iki insanın ille de benzer şeyler yaşaması değildir. Bir seven vardır, bir de sevilen. İkisinin de dünyaları farklıdır. Sevilen, sevenin içinde gizli duran, birikmiş aşkı ortaya çıkaran bir dürtüdür. Seven de her nasılsa bilir bunu. Zihninin derinliklerinde aşkının alışılmadık bir şey olduğunu hisseder. Yeni tuhaf bir yalnızlıkla tanışır. (...) Sevilen, saçı yağlı, şeytansı, hainin tekidir belki de. Seven bunu bilse de bu gerçek içinde büyüyen sevgiyi zerrece etkilemez. En sıradan insan, vahşi, taşkın, zehirli bataklık zambakları kadar güzel bir aşkın nesnesine dönüşebilir. İyi bir adam, zorlu, iğrenç bir aşkın dürtüsü olabilir. Abuk subuk konuşan bir deli başka birilerinin ruhunda fırtınalar koparabilir, ağzından çıkanlar, dokunaklı bir şiirin dizelerine dönüşebilir. Kısacası aşkın değerini, içeriğini yalnız ve yalnız seven belirler.
Bu yüzden çoğumuz sevilmektense sevmeyi yeğleriz. Hemen herkes seven olmayı ister. İçimizde gizlenmiş bir gerçeği dile getirmek gerekirse, çoğumuz için sevilen olmak katlanılmaz bir durumdur. Sevilen sevenden hem korkar hem de nefret eder."
Çocuk yaştasınız, okuduğunuz kitaplardan, yazarlardan hayatı öğrenmeye çalışıyorsunuz. Kendinizden "birazcık" büyük birisine âşık olmuşsunuz, sizi görsün, sizin farkınıza varsın diye ölüyorsunuz ve Carson McCullers çıkıp şu satırları yazıyor. Felaket! O yaşlarda her şey keskin yaşanıyor, ya siyah ya beyaz, arası olmuyor, "Hayran olduğum yazar bunları yazmış, her satırını doğrulayan bir olay örmüşse etrafına, yanılıyor olamaz." diye düşündüm uzun uzun. Fark edilmek, sevilmek için duyduğum onca istekten utandım, doğru ya, sevmek yeterli olmalıydı benim için, beni olgunlaştıracak, büyütecek olan bu duyguydu. Kimi sevdiğim önemsizdi demek, değerini de içeriğini de ben belirliyordum.
Uzun bir süre kafamda bu cümlelerle dolaştım diyebilirim, sürekli kendimle kavga ediyordum. Aşkımın platonikliğini kabulleniyor, lisemden nefret ediyor, çıkışta tek başıma sinemalara gidiyor, eve dönüp kitap okuyordum dengemi bulmak adına. Romanlar idare ediyordu da şiir okudum mu bütün bu denge yine bozuluyordu. Madem çoğumuz sevilmektense sevmeyi yeğliyorduk, ben niye bu kadar acı çekiyordum? Niye rüyalarımda aşkımın karşılık bulduğunu görüyordum?
Sonra... Zaman geçti, coşkun sular duruldu, hem sevdiğim hem de beni seven birini buldum. Büyüdüm biraz. Anladım ki yazarların her yazdığının doğru olması gerekmezmiş. Her aşk kendi içinde bambaşka bir hikâyeymiş. Değerini ve içeriğini biricikliği belirlermiş.
Şu zor günlerde çocukların gözlerini ışıl ışıl yapan şeyin adı işte aşk. Saçma sapan bir yüzüğe, alınması şartmış gibi gösterilen hediyeye, yaratıcı bir reklam etkinliği olan Sevgililer Günü'ne sıkıştırılmayacak kadar başka. Öyle bir sihirbaz ki o, Taksim meydanının olanca çirkinliğini bile güzelleştirebilir, yeri gelir iç organlarınıza el atar, sevgiliyi görünce midenizde bir anda kanat çırpan kelebekler peyda olur. O yüzden çok mutluyum öğrencilerim adına. Çok yaşasın aşkları, çok yaşasın gözlerinin ışıltıları. Şu hayatta hep kötü şeyler mi olacak, biraz da aşk olsun.



Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı oggito.com'da yayınlanmıştır.

10 Şubat 2017 Cuma

Kabuk

Aile denen yalan...
Zeynep Kaçar tiyatroseverlerin yakından tanıyacağı bir isim. Birçok oyun yazmış, ödüller almış bir tiyatrocu. İlk romanı Kabuk’ta bir aileyi, bu ailenin kadınlarını toplumcu ve feminist bir bakış açısıyla lime lime ederek anlatıyor. Yazarın dramaturji bilgisi romanın ustalıklı kurgusunda, detaylarda kendisini belli ediyor. Olay örgüsünde tek bir ilmek bile ucu açık bırakılmıyor, okurun zihninde soru işaret uyandırabilecek her şeyi yazarın önceden düşündüğünü ve yeri geldiğinde yanıtını verdiğini görüyoruz.
Roman üç farklı anlatıcıya sahip, anneanne Sabiha, kızı Sezin, torunu Füsun. Üç anlatıcı doğrusal bir zaman çizgisine bağlı kalmadan, bazen bilinç akışı biçiminde , bol duygusal patlamalarla anlatıyorlar hikâyelerini. Yavaş yavaş yıllara yayılmış olay örgüsü, karakterler gözümüzün önünde canlanmaya başlıyor ve kurgu hızlanıyor. Bol kız kardeşli, bol kadınlı, az erkekli bir roman bu. Kırım göçmeni bir ailenin iki kızı Saliha ve Sabiha, Saliha’nın kızları, Sabiha’nın kızı Sezin ve oğlu Muhsin, Sezin’in kızları Semiş ve Füsun ve romanın belkemiği teyze Efsun. Anne, kız ve torundan oluşan üç anlatıcı kendilerini anlatırken bütün aileyi de anlatmış oluyorlar bir bakıma. Herhangi bir ailede yaralanmadan büyümek zaten mümkün değilken Sabiha, Sezin ve Füsun’un büyüme hikâyelerini okudukça, Sabiha’nın annesinden başlayan ve diğer kuşaklara aktarılan sevgisizliğin çok daha büyük travmalara yol açtığını görüyoruz.
Ailedeki erkekler, Sabiha’nın çekip giden kocası Mürsel, on altı yaşında evi terk eden oğlu Muhsin ve Sezin’in iyi kalpli ve sessiz kocası Haluk, varlar da yoklar sanki. Kavgalar, hesaplaşmalar hep kadınlar arasında. Onların dışında olaylara etki eden tek erkek aile dışından ama yine çok derinliği olmayan Meriç. Erkekler var olmasalar da onlara karşı hissedilenler kadınlar tarafından oldukça etkili bir biçimde aktarılıyor.
Romanın başlarında kimin kim olduğunu biraz karıştırdıysam da çıkardığım küçük bir aile ağacı rahatça okumama yardımcı oldu diyebilirim. Bir süre sonra geçen isimlerden, anlatılan duygulardan anlatıcının kim olduğu kolayca anlaşılır hâle geliyor zaten. Romanda anlatıcının kim olduğunun tam olarak anlaşılmadığı ve romanın adı “Kabuk”un nereden geldiğini belli eden oldukça etkili bir bölüm var ki "Ortalama bir dünyada" adını taşıyan bu bölümü her okuduğumda başka bir anlatıcıya atfediyorum, hatta dördüncü bir anlatıcıya, Efsun’a daha çok yakıştırıyorum: “...bir gün daha nasıl katlanırım bu hayata nasıl geçer zaman içindeyken kendinin ve asla dışına çıkmamak kendi çaresizliğinin hep başkaları için onlar için diğerleri bizimse tillahı gelse çatlamaz kabuğumuz var çünkü biz sıradanız ve bu kalınlaştırıyor kabuğu her geçen gün bu bir arada tutuyor böyle olduğumuz için hak ediyoruz mutluluğu ve daim olmasını tüm iyiliklerin oysa sizler hep bir aşma çabası hep dışına çıkma isteği hep bir akıl yoluyla anlama ihtiyacı dünyayı yumurtadan her zaman civciv çıkmıyor küçük hanım yılan da çıkar çıyan da riski göze alamayız buyrun sizin olsun dış dünya sokaklar caddeler dış yüzleri dükkânların tabelalar uçak yolculukları uzak diyarlara keşifler icatlar bulmalar kaybetmeler sizin olsun aramazsan bulunabilir bir şey değil ki bela dediğin. Kabuk, bu yüzden... ve bu yüzden böylesine kalın sıradanlığımız.”
Zeynep Kaçar kadınların mahkûm olduklarını, yaşadıklarını zaten oldukça etkili anlatıyor, biçimsel oynamalar, farklı teknikler bu etkiyi daha da artırıyor. Sabiha’nın sırtındaki ağır yükle iki çocuğunu geçindirmek için yaptığı terzilikten bahsettiğinde peş peşe saydığı objeler, Füsun’un kilolu bir kadın olmanın yarattığı toplumsal baskıyla başedebilmek uğruna sürekli zayıflamayı düşünürken yaptığı kalori hesapları bu biçimsel arayışlardan bazıları. Kadın olmanın, göze batmamanın, tehlikeden, akşamlardan, sokaklardan uzak yaşamanın bedeli ise yukarıdaki alıntıdaki gibi çığlık atarcasına, noktasız, virgülsüz, haykırarak anlatılıyor.
Romanın büyüsünü bozmamak için olay örgüsüne çok değinmiyorum ama Zeynep Kaçar sıradan sayılabilecek herhangi bir aileyi, ailelerin halının altına süpürülmüş, konuşulmayan, yok sayılan sırlarını açıyor bize, toplumsal birçok önyargıya dokunuyor, kimlikleri sorguluyor. Sabiha’nın güzellik, Sezin’in intihar, Füsun’un kilo takıntısının psikolojik temelleri gözümüzün önünde birer birer atılıyor.
Romanla ilgili bir süre sonra kafama takılan tek şey anlatıcıların dillerinin birbirine fazlasıyla benzemesiydi, Sabiha biraz daha argo kullanarak ayrılıyorsa da Sezin ve Füsun’un özellikle duygularından bahsettikleri bölümler neredeyse aynı biçimde aktarılıyor. Bir de kanamak eyleminin “Çocuklarım kanıyor.” ya da “Usulca kanıyorum saatler boyunca.” biçimindeki kullanımı yaygınlaşsa da bana hâlâ doğru gelmiyor, başka bir ifade biçimi olmalı diye düşünüyorum. Bu küçük soru işaretlerimi bir yana bırakırsak Zeynep Kaçar bundan sonra takip edeceğim, oyunlarını da okuyacağım bir yazar oldu benim için diyebilirim.


Banu Yıldıran Genç

Kabuk
Zeynep Kaçar
Sel Yayıncılık, Ocak 2017, 173 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Şubat 2017 sayısında yayımlanmıştır.

5 Şubat 2017 Pazar

Berber

"Daha kötü ne olabilir?" derken...
Tayfun Pirselimoğlu’nun geçtiğimiz eylül ayında yayımlanan romanı Berber’i okuyarak edebiyat adına çok hayırlı ama ruh hâlim için o kadar hayırlı olmayan bir şey yaptığımı düşünüyorum. Ruh hâlimden bahsetmemin sebebi yazdıklarının aynı bugüne benzemesi, betimlediklerinin bundan daha sonra yaşayacaklarımızın korkunç bir provası olması... Zaten distopya gibi bir ülkede yaşarken bir de bu ortamın daha beterini bir kitapta okumak o sıkıntıyı ikiye değil dörde katlıyor diyebilirim. O nedenle Berber kolay okunabilen, kolay hazmedilebilen bir roman değil. Taşıdığı Kafkaesk unsurlar ve yarattığı bunaltıcı atmosfer nedeniyle sık sık ara verip sindirmek gerekiyor. Neyse ki Tayfun Pirselimoğlu'nun çok temiz bir dili, doğal diyalogları ve hep tanıdık bir yerleri anlattığı hissi veren ve okuyanı kolayca içine alan ustaca betimlemeleri var da içeriğin ağırlığına karşın roman su gibi okunup gidiyor.
Birinci tekil kişiyle ve kahraman bakış açısıyla yazılmış romanda anlatıcı otuzlu yaşlarda, babadan kalma berber dükkânında çalışıyor, bekâr ve yalnız. Adını öğrenmeyeceğimiz anlatıcı romanın ilk bölümünde gizemli bir iş ilişkisinde bulunduğu M'yle buluşmasını ve geçmişlerini anlatıyor. Berber dükkânı gibi M de babadan kalmadır aslında. Babasının arkadaşı olan M'yle anlatıcı arasında özel bir sevgi vardır, anlatıcı onu biraz babası yerine M de onu olmayan oğlu yerine koyar. Kara romanda olması gerektiği gibi ilk bölüm aklımızda birçok soru işareti bırakarak sonlanır. Yazar bu soru işaretlerini yavaş yavaş cevaplar. Kahramanımızla ilgili gizemli "şey"i üçüncü bölümün sonunda, net ve vurucu cümlelerle öğreniriz: "C.K, kahvedeki malumatfuruş ve can sıkıcı gevezelikteki birkaç müdavimden öğrenebildiğim kadarıyla gündüzleri yakınlarda bir yerde oto tamirciliği, geceleri mezat işi yapan, üç yıl önce tam mezat sırasında apandisiti patladığı için ölümden dönen, askerliği sırasında -yıllar önce- bir kız meselesi yüzünden iki kere firar ettiğinden sekiz ay fazla askerlik yapan, iki yıl önce boşandığı karısından -ki, aynı zamanda firarına neden olan aşkı oluyormuş- ikisi de oğlan iki çocuk -çocuklar annede kalmıştı- sahibi biriydi ve övünerek söylemiyorum, M'nin cumada ayakkabılarını çalan hırsız hariç benim on altıncı 'kurbanımdı'."

Kendi hâlinde, hatta iyi kalpli bir tetikçi diyebileceğimiz kahramanın asıl mesleğini öğrendikten sonra olaylar hızla gelişiyor ve M'nin ani ölümüyle onun yerini alan N'yle tanışınca işler iyice garipleşmeye başlıyor. Anlatıcı biraz mecburiyetten biraz da güçlü kişiliği karşısında hayır diyememekten N'yle iş yapmaya başlar. Küçük bir milliyetçi partinin başında olan N iktidara muhalifken, öyle ustalıklı atar ki adımlarını, birkaç şüpheli ölüm sonrası iktidardaki Milli Şahlanış ve İtibar Partisi'nin başına geçer. Bu arada eski söyledikleri unutulmuş, pavyon sahibi mafyatik bir akşamcıyken namazına niyazında namuslu bir mütedeyyine dönüşmüştür. Söylemleri gittikçe dindarlaşırken, sembol gibi parmağında taşıdığı yüzükten takanların sayısı nüfusun yarısına ulaşır.
Bu arada memlekette hiç bitmeyen bir kış hüküm sürer, arada bir kendini gösteren güneş de kimsenin içini aydınlatamaz. Bunun yanı sıra sarı kar yağışı, kış ortasında güve istilası gibi garip doğa olayları da yaşanır ki romanın güven simgelerinden biri olan radyodaki hava durumu sunucusu bile bu doğa olaylarını açıklayamaz. Bu kıyamet alametlerinin yanında hayat yolda taranan vatandaşlarla, otobüslere konulan bombalarla, kopup giden organlarla, faili meçhul gazeteci cinayetleriyle akıp gider. Öyle çok sayıda insanın öldüğü patlamalar yaşanır ki az ölümlü olanlar bazen küçücük bir haberle anılır sadece. İşte bu karanlık ve tanıdık gündem, iktidardaki ve insanlardaki muhafazakârlaşma, her tür pis işi yapıp sonra başkalarını namussuzlukla suçlama, laiklik tartışmaları, sayıları artan ve zarar vermeye başlayan meczuplar... gerçekle kurgu arasında kalan okuru oldukça zorluyor.

Tüm bunların içinde olabildiğince dürüst kalmaya çalışan ve M'den sonra N'ye alışamadığı için bu işleri bırakmaya çalışan anlatıcı, garip bir sevgiyle bağlandığı ve sonra evlendiği uzak akraba kızı Meryem'le ilişkisi ve onu karşı duyduğu sorumluluk hissi, babasına ve M'ye duyduğu özlem, üç üniversiteyi yarıda bırakıp baba dükkânında çalışmada bulduğu huzur, okuru romana bağlayan ve iyi bir şeyler ummasını sağlayan unsurlar. Yazar insanı tüm iyi ve kötü taraflarıyla seriyor okurun gözü önüne, zamana, mekâna ve olaya dair ipuçlarını veriyor ve sonra arkasına yaslanıp usta bir finalle okuru baş başa bırakıyor.

Tayfun Pirselimoğlu hem sinemacı hem ressam olduğu için olsa gerek romandaki mekânlar; pastaneler, evler, pavyonlar, devlet daireleri ve özellikle anlatıcının berber dükkânı canlanıp dile geliyor denebilir. Eski tip bu berber dükkânı olduğu gibi kalmasıyla sanki -hem gerçekte hem romanda- bir anda değişip ruhunu kaybeden mekânlara meydan okuyor. Berber'in kapak tasarımında Suat Aysu da bu büyüyü hissedip okuyucuya yansıtmış.


Banu Yıldıran Genç
Tayfun Pirselimoğlu, Berber, İletişim Yayınları, Eylül 2016, 252 s.
* Bu yazı Notos'un 62. sayısında yayımlanmıştır.

30 Ocak 2017 Pazartesi

Agatha Christie

Okumayı sevmeyen çocuklar ve Agatha Christie

Çocukken okuduğum bazı kitapların arkasında el arabasıyla kitap taşıyan bir çocuk figürü vardı. O resme dalar giderdim. Tüm hayalim o el arabasını dolduracak kadar kitaba sahip olmaktı. Öğretmenlerin önerdiği Gülten Dayıoğlu ve Kemalettin Tuğcu'lar doluydu evde ama kitap okumanın zevkini bu yazarlarda bulduğumu pek de söyleyemem. Onlu yaşlarımın ilk bir iki yılı Enid Blyton ve Yaramaz Kızlar serisi sayesinde rüya gibi geçmişti. Daha küçükken Gizli Yediler ve Afacan Beşler serilerini de okumuştum ama artık farklı bir şeyler arıyordum.

Bilinçli bir biçimde kitaplarını topladığım ilk yazar olan Agatha Christie'yi nasıl keşfettim hiçbir fikrim yok. O kadar hızla ve aşkla okumaya başladım ki, bir süre sonra kendi başıma sahaflara gidip eski baskılarını bulmaya başlamıştım bile. Bu süre hazırlık okuduğum bir yıl olsa gerek çünkü çok net hatırladığım bir şey var ki altıncı sınıfta coğrafya öğretmenimle Agatha'larımızı değiş tokuş edecek kadar kitabım birikmişti. Kendimi durduramıyordum, ilk başta Miss Marple'ı severken yaşım ilerledikçe Mösyö Poirot'ya hayran olmuştum. Gönül ve Gülten Suveren'in doğal çevirilerini ve kitapların başında öznel yorumlarıyla hazırladıkları kim-kimdir bölümünü ayrıca seviyordum. Ortaokul yıllarım biterken herhalde Türkiye'de yayımlanmış çoğu Agatha Christie macerasını da okumuştum.

Lise yılları tabii ki daha farklı, daha edebiydi... Artık deliler gibi polisiye okumayı bırakmış, Türk ve dünya edebiyatının bilinmeyen dehlizlerine dalmıştım. Tam da olması gerektiği gibi. Sınıfta en yakın arkadaşlarımdan biri kitap okumayı sevmediğini söyleyip duruyordu, ortaokuldayken dedesi zorla Rus klasiklerini okutmuştu. Kendi kendime kitap seçimime karışmayan bir ailem olduğu için şükretmiştim. O zamanlar sezdiğim şeyi bunca yıllık okurluk ve öğretmenlik deneyimimden sonra artık net bir cümleyle söyleyebilirim: Yanlış yaşta yanlış kitabı okutmak çok vahim bir hata.
Bahsettiğim yıllardan bugüne yayıncılıkta çok şey değişti. Çocuk kitaplarının önemi anlaşıldı, sadece bu işi yapan yayınevleri kuruldu, hatta son beş senedir gençlik yayıncılığı da revaçta. Ama bunlara rağmen yeni tanıştığım öğrencilerimde hâlâ aynı hataya rastlıyorum. Bilinçli ebeveynlik ya da öğretmenlik yapmaya çalışanların ve bu çağda hâlâ dümdüz mesaj vermeyi yeğleyen yazarların da katkısıyla birçok çocuk okumayı sevmediğini düşünüyor. Bu nedenle liseye başladıklarında ilk okuttuğum kitap şaşırtıyor genellikle onları. "Evet, dersimiz edebiyat, dört sene boyunca birçok kitap okuyacaksınız, bazen sıkılacaksınız ama önce okumayı bir serüvene dönüştürelim, ilk kitabımız Agatha Christie'den On Küçük Zenci." diyorum.

Adını duymuş olsalar da çok bilmedikleri bir yazar Christie, merakla On Küçük Zenci'ler alınıyor ve her ders bir sürü yorum yapılarak hızla okunuyor. Sonrası ise hep aynı, "Hocam, başka hangi kitabını tavsiye edersiniz?", "Hocam ben bunu aldım, okudunuz mu?" gibi sorularla gelen öğrenciler, kütüphanemdeki kitapları paylaşmamla sonuçlanan harçlık sorunları. Üzerinde numaram ve 6-B yazan kitaplarımın yıpranmasın diye hemen okunması, değiş tokuş süreci, Marple mı Poirot mu tartışmaları... Ve kitaplar okunduktan sonra BBC'nin çektiği üç bölümlük muhteşem On Küçük Zenci uyarlamasını izleyerek yaptığımız final...

Agatha Christie kitapları en sevdiğim kaçış yöntemim. Canım mı sıkılıyor, gündem çok mu korkunç, yüreğimi sıkıştıran kitaplar mı okudum... ilk fırsatta elime bir Agatha Christie alıp yeniden yeniden okuyorum. Katili hatırlamak hiç sorun değil çünkü Agatha Christie'nin romanlarında İngiltere taşrasındaki iki yüzlülüğü, saçma ahlak anlayışını, sınıf ayrımını, 60'lı yıllarda gençlerin yaşadığı zorlukları, Belçikalı olsa dahi bir yabancının yaşadığı ırkçılığı da okuyorum. Ayrıca hiçbir şeye inancımın kalmadığı bugünlerde o dedektiflerin her ne olursa olsun suçluyu bulacağını, adalete teslim edeceğini biliyorum ve bu beni saçma bir biçimde rahatlatıyor.
En önemli iki dedektif olan Miss Marple'ın da Hercule Poirot'nun da eleştirebileceğimiz tarafları var, Miss Marple tabiri caizse tam bir dedikoducu teyze, her işe burnunu sokuyor ve fil gibi hafızasıyla geçmişten bir şeyleri bulup buluşturuyor. Poirot ise ukala, fazlasıyla titiz bir kendini beğenmiş. Yine de Agatha Christie kısa cümleleri, net tavrı ve konuyu işleyişiyle bir iki kitapta okuru tavlayacak, Miss Marple da, Mösyö Poirot da kendisini sevdirecek. Bu iki birbirinden garip dedektifin çok önemli ortak özellikleri var: Aşka, gençliğe ve adalete inanıyorlar. Yeri geliyor bu ikisi için yalan bile söylüyorlar. Okur zamanla o kadar derin bir ilişki kuruyor ki onlarla bugün tekrar okuyamadığım tek Agatha Christie romanı Poirot'nun son macerası olan Ve Perde İndi. Onun ölümünü okumak yıllar sonra bile çok üzücü.

Polisiye yıllarca üvey evlat muamelesi gördü, edebiyat sayılmadı oysa edebiyatın ne işe yaradığını tam olarak kim biliyor? Okumayı sevdirmesi, kitaplarla ilgili önyargıları yıkması ve yeni yollar açması benim için yeterli. Agatha Christie yeni bir dil, yeni bir imge dünyası yaratmıyorsa da içerikteki yaratıcılığı, ustalıklı kurgusu ve insana dair iyi ve kötüyü açıkça göstermesiyle polisiye edebiyatın hep kraliçesi olacak.

Banu Yıldıran Genç

* Bu yazı oggito.com sitesinde yayımlanmıştır.


Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...