Paris’te
Bir Ermeni...
Sessiz
Ricat’ı okurken itiraf etmeliyim ki ricat sözcüğünün ne demek
olduğuna sözlükten bakmıştım. Gerileme, geri çekilme anlamına
gelen bu askeri terim unutulması zor roman sayesinde artık bildiğim
bir sözcük. Okumamın üzerinden aylar geçse de “Keşke
yazsaydım.” duygusu geçmediğinden bu yazıyı yazmaya karar
verdim.
1929
yılında yazılmış ve tefrika edilmiş bu roman hem biçimi hem de
anlattıklarıyla oldukça yenilikçi bir roman. Şahan Şahnur pek
çok Ermeni gibi 1922’de ailesini İstanbul’da bırakarak Paris’e
yerleşmiş. Romandaki ana karakter Bedros, yazarın hayatıyla
oldukça benzer özellikler gösteriyor. 1915’te burada
yaşananlarla ilgili son yıllarda daha çok roman, öykü, anı
yayımlanmaya başladı ama diasporadaki Ermenilerin neler
yaşadıklarıyla ilgili çok şey okumadık. Sessiz Ricat 1930’ların
Fransa’sındaki Ermeni toplumunu anlatması, neler hissettiklerini
duyurması açısından da önemli.
İstanbul’da
doğup büyümüş Bedros’un çalıştığı fotoğraf stüdyosunda
başlayan roman zaman zaman geri dönüşler yaparak Bedros’un
Fransa’da geçirdiği ilk günleri, fabrikalarda çalışmasını
aktarırken, bilinç akışı tekniği kullanması ve harf
puntolarıyla oynamasıyla ilk farkını yaratıyor. İstanbul’dan
kalkıp kapitalizmin çarklarının hızla döndüğü bu bambaşka
memlekette bu bambaşka düzene alışamaz Bedros.
Romanın
ilk bölümünde Bedros-Pierre işten ayrılma kararını fotoğraf
stüdyosunun ortağı Madam Jeanne’e bildirir. Ayrılma isteği
kabul edilmese de Bedros gider çünkü Madam Jeanne’e, Nenette’e
umutsuzca âşık olmuştur ve o bunu görmezden gelip çalışmaya
devam edebilecek biri değildir. Oysa bu aşk kısa bir süre sonra
platonik olmaktan çıkar ve ateşli bir ilişkiye dönüşür.
Bedros’un korktuğu başına gelmiştir çünkü Fransa’daki ilk
yıllarında birlikte olduğu yaşlıca bir kadının söyledikleri
yavaş yavaş çıkmaktadır. Roman boyunca Anadolu’da büyümüş
bir Ermeni’yle bir Paris kadınının ahlâk ve aşk anlayışlarının
farkı vurgulanır.
“Dinle
beni Pierre, genç kızlarla birlikte olma, onların peşinden koşma.
Bedensel hazdan öte ve ondan daha güçlü bir tutkuları var ve onu
genç erkeklere zarar vermek pahasına tatmin ederler. Senin gibi bir
genci baştan çıkarmış olmakla böbürlenirler. Parisli kadınları
daha tanımıyorsun sen. Onlar senin gibilere âşık numarası
yapar, acı çektiğini fark eder etmez de kaçıp gider.”
Bu
arada romanda Bedros ve Nenette’in sevişmeleri dönemine göre
oldukça cesur bir biçimde betimlenir. “Nenette dudaklarını
kaçırmak için birkaç kez başını sağa sola çevirdi ve sonra o
bitmek bilmeyen öpüşmeye teslim oldu. Çocuğun göğsünden
inlemelerle birlikte yükselen arzuyu hissedince gözlerini kapadı
ve tüm gücüyle, biraz da salyayla onu emmeye başladı.”
Gerçekten
de ateşli birkaç aydan sonra Nenette, Bedros’tan uzaklaşır,
eski şaşaalı hayatına geri döner. Bedros’un Nenette’in kirli
geçmişi hakkında öğrendiklerinden sonra verdiği tepkiler bize
hiç yabancı gelmeyecektir. Önce Nenette’i taciz edip “Orospu
olmasaydın zaten Fransız sayılmazdın!” diye hakaret eder, sonra
da o kirli geçmişi polise bildirmekle tehdit ettiği stüdyonun
diğer ortağının ahlâk ve özgür iradeyle ilgili söylediklerine
şöyle cevap verir: “Ne yazık ki söylediklerinin derin mânâsını
kavrayamayacak kadar doğulu ve bir o kadar da Ermeni’yim.”
Bedros
çektiği acılar yüzünden Paris’ten kaçıp yine bir fabrikaya
ve fabrikada çalışan Ermenilere sığınır, birbirlerine destek
olmaya çalışan bu topluluk arasında ricat etmeyen tek Ermeni
olduğunu düşündüğü Lokhum’la
kurduğu dostluk, Lokhum’un
günden güne kötüleşmesi, Ermenistan’a ya da memleketine geri
dönme çabalarının sonuç vermemesi, uyuşturucuya alışması ve
yaklaşan sonu romanın en trajik bölümlerini oluşturuyor.
Diasporadaki
Ermeniler başlarına geleni sindirememiş, nasıl bir yaşam
sürdüreceklerini bilmez hâldedirler. Bedros’un yakın arkadaşı
Suren bu konuyu hiç durmaksızın düşünür. “Şu an savaş ve
kavga var diye değil, şu an muharebe ve hayat mücadelesi var diye
değil; daha hayati, daha hata kaldırmaz bir şey, adını tüm
büyük yol ağızlarında haykıran daha müthiş, daha karşı
konulmaz bir şey var olduğu için: Ricat, Ermenilerin ricatı.
(...) Canını kurtarabilmek için altınlarını veren Ermeniler
oldu. Kimi inancını, kimi bekâretini verdi. Evini, yurdunu,
altında yaşadığı gökyüzünü terk edenler oldu; daha beteri,
milletini ve dilini inkâr edenler... Kanını, canını, gününü
ve güneşini veren kahramanlar da oldu. Biz ise gelecek için son
bir bedel ödüyoruz. Son bir bedel, büyüyecek olan çocuklar
vardı, bizden sonra gelecek nesiller vardı... Şimdi gelecek
olanlarsa, sözle ve eylemle, isteyerek veya istemeyerek, bilerek
veya bilmeden yabancı olacaklar.”
Suren’in
sözlerinin gerçekliğini zaman yavaş yavaş gösterir. Paris
güzellerini gördükten sonra Ermeni kızlarını beğenmeyenler,
çocuklarına Ermeni ismi koymayanlar, benliğini, kimliğini unutup
düzene uyanlar gün geçtikçe çoğalır.
Şahan
Şahnur bağırmadan, yargılamadan, can acıtıcı detaylara
girmeden, hatta geride bıraktığı ana-babasına duyduğu özlemi
bile çok dillendirmeden yaşadığı ikilemlerle hayata uyum
sağlamaya çalışan, unutulmaz bir karakter yaratmış.
Bedros-Pierre yaşadıklarıyla 1920’ler Fransa’sındaki
Ermenileri canlandırıyor gözlerimizin önünde.
Roman
yayımlandığında Ermeni cemaati tarafından bile iyi karşılanmayıp
eleştirilmiş. Neyse ki yayımcısı hem bu gerçekleri göz önüne
sermesi hem de aşk ve seks konusunda dönemine göre oldukça
cüretkâr ifadeler taşıması nedeniyle eleştirilen romanın
arkasında durmuş da Sessiz Ricat bugünlere gelebilmiş. Şahan
Şahnur’un çok genç bir yaşta yazdığı bu roman, yazarın
dehâsı sayesinde, okura aşk acısını ve ricat duygusunu sonuna
dek hissettiriyor.
Banu
Yıldıran Genç
Sessiz
Ricat
Şahan
Şahnur
çev:
Maral Aktokmakyan, Artun Gebenlioğlu
Aras
Yayıncılık 246
s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Temmuz 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.