Bir kadının büyüme sancısı
Son yıllarda Türk edebiyatında
“büyüme” hikâyeleri dikkat çeker oldu. Çocukluğun,
ergenliğin ve ilkgençliğin sancılı günleri görünür olmaya,
anlatılmaya başlandı. Bu fitili ateşleyen kitaplardan ilki Emrah
Serbes'in Erken Kaybedenler'iydi denebilir, İletişim Yayınları
şansını iyi kullanarak Mahir Ünsal Eriş gibi yazarlarla aynı
istikâmette ama farklı kulvarlarda bu yolda ilerlemeye devam etti.
Bu kez karşımızda bir kadının büyümesi var. Figen Şakacı,
çocukluğunu “Bitirgen” adlı uzun öyküde anlatmaya başladığı
Hayriye'nin yaşamına “Pala Hayriye”yle devam ediyor.
Bu öykü ve romanlarda farklı olan
bir yön de argonun, küfrün en çok kullanıldığı yaşları
anlatması dolayısıyla sokak dilinin tüm doğallığıyla kendini
göstermesiydi. Figen Şakacı kadınların küfretmediği ya da
küfrün kadınlara yakışmadığı tabusunu yıkmayı başarmış.
Hayriye, annesinden duyduğu sinkaflı atasözlerini de, günlük
dilde sıkça kullandığımız organ adlarını da söylecek
rahatlıkta. Bu doğal ve mizahi anlatımda Şakacı'nın bir dönem
stand-up gösterisi yapmış olmasının da katkısı var elbet.
Fakat birinci tekil kişili anlatıma ağır gelebilecek yoğunlukta
duygusal cümleler, benzetmeler, hatta -yine son dönemde çok
rastlanır biçimde- aforizma tadında sözlerin anlatımın
bütünlüğünü bozduğunu belirtmek gerekir.
Hayriye zaman zaman fazla karikatürize
edilse de, kendini rezil etmekte üstüne olmayan, dobra, patavatsız
ve biraz bıyıklı bir kahraman.
Roman, Hayriye'nin bir sabah seher
vakti evden kaçmasıyla başlıyor. 18'inde bir kız çocuğu niye
evden kaçar, sorusu bu memlekette yaşayanların çok da yabancı
olmadıkları bir soru olsa gerek. Hayriye de ağbilerinin, annesinin
baskısından, şiddetinden bunalıp, kazandığı ve gönderilmediği
üniversiteye kaçar, hâlâ pek çoğumuzun duyduğu, okuduğu,
bildiği gibi.
Romanda zaman da bellidir, mekân da.
90'lı yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde Hayriye'nin hikâyesi
artık bir çocuğun büyümesi değil, bir gencin olgunlaşmasıdır.
Beyazıt'ın yerini bile zor bulurken kendisini attığı üniversite
koridorları, evi; devrimciliği öğrenip ekmeğini paylaştığı
arkadaşları, kardeşleri olacaktır artık.
Bu süreçte geçinebilmek adına çocuk
bakıcılığından, kitapçılığa, gazeteciliğe her şeyi
deneyecek, hiçbirinde dikiş tutturamayacaktır. Siyasetin s'sini
bilmezken örgüt toplantılarına katılacak, ilk aşkı gözlerinin
önünde dövüle dövüle gözaltına alınacaktır. Kardeş
bellediği arkadaşlarından kazık yiye yiye akıllandığını
sanacak ama kitabın sonunda gördüğümüz üzere yine de
akıllanmayacaktır. Aslında Hayriye'nin hikâyesi büyükşehirde
üniversite okuyan, o şehirde tutunmaya çalışan her kadının
hikâyesi olabilir.
Özellikle 30'ların yarısını aşmış
okurlar için anlatılanlar kendi gençliklerinden taşıyıp
getirdiklerini anımsatacağı için bir nevi katarsis etkisi de
yaratıyor denebilir. Hele bu satırların yazarı gibi 90'lı yıllar
size de İstanbul Üniversitesi, Beyazıt, Vezneciler, Süleymaniye
gibi yerleri anımsatıyorsa. Unutmak istediğimiz Ertürk Yöndem,
Hortum Süleyman, haftalar süren gözaltılar, peş peşe sırra
kadem basan Kürt arkadaşlar da var Hayriye'nin yaşamında; okurken
aynı heyecanı tekrar yaşatan Beyoğlu'na ilk çıkış, Galata
Köprüsü'nün altında içmek, anfi basmak gibi ayrıntılar da.
Yirmili yaşlarının başına kadar
hakkında birçok detay öğrendiğimiz Hayriye işlere giriyor,
işlerden çıkıyor, âşık oluyor, devrimci oluyor, evlere
taşınıyor, evlerden ayrılıyor. Sonra bir anda romanla organik
bağı bulunmayan iki bölümde karşımıza Metin Göktepe ve
Hüseyin Toraman anısına yazılmış iki yazı çıkıyor. Kurguda
Hayriye'nin arkadaşlarıymışçasına işlense de bu iki bölümün
oldukça havada kaldığını belirtmeliyim.
Çocuk bakıcılığı yaparken bakıcı
dünyasını tanıması, köprüaltında bir Fransız'la tanışması,
eski arkadaşının travesti olduğunu anlaması gibi Hayriye'nin
karakter derinliğini anlamamıza yardımcı olmayan, her biri ayrı
öykü gibi okunabilecek bölümler romanın bütünlüğüne zarar
veriyor.
“Ailemi yeni arkadaşlarımdan
kuracak, atanmışlarla değil seçilmişlerle mutlu mesut
yaşayacaktım.” cümlesi 20'li yaşlarda hepimizin kurduğu
bir cümle olabilirdi, arkadaşlık hele kızkardeşlik dünyanın en
önemli kurumuydu, aile vız gelir tırıs giderdi. Bu güzel
cümlenin yer aldığı bir romanda tek bir iyi kadın karakterin
olmaması, Hayriye'nin istisnasız tüm kadın arkadaşlarından
gerek maddi gerek manevi anlamda kazık yemesi, kadın arkadaşların
birer erkek avcısına dönüşmesi, çıkar için evlenmeleri,
süslenmeleri, cinsel cazibelerini göz önüne çıkarmaları ve
tipleşmekten bir türlü kurtulamamaları açıkçası bir okur
olarak beni şaşırttı.
Hayatı sürekli yanlışlarla dolu,
baş aşağı ve mutsuz ilerleyen bir kadının, Gezi olayları ve
gençliğe duyduğu heyecanla bir anda yeniden umut dolması her ne
kadar aceleye getirilmiş bir son gibi gözükse de sanırım
üçlemenin bir sonraki kitabında Hayriye'nin mutluluğu ve umudu ne
denli bulduğunu öğrenebileceğiz.
Banu Yıldıran Genç
Figen Şakacı
Pala Hayriye
İletişim Yay.
2014, 175 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in 65. sayısında yayımlanmıştır.