Dert bizde
derman bizde
Adını
yıllardır duyduğum David Constantine’i ancak geçtiğimiz
aylarda ikinci kitabı yayımlanınca okudum. Notos’tan çıkan
Midland
Oteli’nde Çay uzun
zamandır karşılaştığım en has edebiyat.
İlk
kitabı Başka
Bir Ülkede’ki
öykülerin tamamı ilişkilere, hatta üçlü ilişkilere
odaklanmışken Midland
Oteli’nde Çay’dakiler
biraz daha çeşitli. İlişkiler yine var elbette, Constantine’in
didiklemeyi sevdiği bir konu ama bu kez yazarı rahatsız eden başka
şeyler de var: Yaşlılık ve maruz kalınan muamele. Hastalık ve
yalnızlaşma. Ötekileştirilen tüm insanlar: evsizler, deliler,
kimsesizler. Rant ve kentsel dönüşüm. Terk edilen yaşam
alanları.
Distopik
bir iklim değişikliği hikâyesi Frideswide’ı
Geride Bırakmak.
Yıllardır yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalan bir sürü
insan. Boşaltma kararı alınmış bir kurumun -sanat atölyelerine,
kriz merkezine, parklara, kurslara, hobi bahçelerine, oyun
gruplarına ev sahipliği yapan eski bir okul- toplanmak için son on
iki saati. İl meclisinden gelen mektup sabah 10’da hazır
olmalarını istiyor, ağır hasta Bayan Eaves’in bile hazır
bulunması gerek. Gece elektriği kesilmiş kurumda yenen sessiz ve
üzgün akşam yemeği, sabaha çıkmasın da gelecek günleri
görmesin diye dua edilen Bayan Eaves’in son nefesi, onları almaya
gelmiş turist otobüslerin yanına birer bavulla dizilmiş
yaşlıların bir tablo gibi betimlenmesi... Bu manzarayı vurucu
cümlelerle tamamlıyor Constantine: “Bay
James kulaklıklardan birini başına geçirdi, çalışıyordu, dil
seçimini yaptı. Beth adama gözucuyla baktı. Adamcağız hem
dinliyor, hem ağlıyordu. Bu denli sessiz sedasız, bu denli
çaresizce ağlayan birini ömründe görmemişti Beth, gözyaşları
adamın yüzünü sırılsıklam edip ellerine ve evrak çantasına
boşandı. Geride bırakmakta olduğu şehrin kiliselerinin,
şairlerin yaşadığı o evlerinin, botanik bahçesinin,
müzelerinin, sanat galerilerinin, bir şehit anıtının, o köklü
ilim ve irfan yuvalarının bir bir anlatıldığı işitsel turu
başından sonuna dek dinleyip bir yandan da ağladı Bay James.”
Ev’in
Bahçesi öyküsünde
ise düşkünler evinde kalan ince ruhlu Ev’le sıkılmasın diye
ona iş yaratan Müdür’ü tanıyoruz önce. Eski bir mezbahayı
sebze ve meyve kooperatifi için kullanmaya başlayan Mısır Tohumu
ekibiyle çalışmaktan çok mutludur Ev. Kasabaya renk ve canlılık
gelir. “Ne
var ki Meclis çok geçmeden, bir kâse çorbayı mideyi indirip
çevresine şöyle bir göz gezdirdikten sonra orada Mısır
Tohumu’nun aklından hayalinden geçmemiş bir potansiyel gören
müteahhide satıverdi eski mezbahayı, müteahhit birazcık
sıkıntıya girip basında hakkında çıkan bir iki kötü haberi
savuşturduktan sonra kooperatifi oradan tahliye ettirdi.”
Çok tanıdık gelen bu olay sonrası Ev kendini düşkünler evine
kapatır, Müdür bu kez yeni bir fikirle canlandırmak ister onu:
Alkoliklerin mesken tuttuğu leş olmuş Quaker mezarlığını bir
ölüler bahçesi haline getirmek. Düşkünler evinin sakinleri bir
yandan, kamu hizmeti cezasını bahçede çalışarak doldurmak
isteyen tutsaklar bir yandan bakımsız mezarlığı bir cennet
haline getirirler. Tabii ki bundan sonra olacaklar da tahmin
edilebilir. Belediye meclisi bahçeyi kültürel miras ilan edip apar
topar bir şirkete satar. Ama bu kez kimse pes etmez. Son iki sayfada
anlatılan direnişin bir anda örgütlenmesi, barikatların
kurulması, yaşlıların bile yardıma koşması bilin bakalım bu
satırların yazarına neyi anımsatıp ağlattı? “Ölüler
çiçeğe durmuştur. Dört bir yan gelincikle sarılıdır, göz
alabildiğine kırmızı bir zaferdir bu. Akabinde, bahçeyi doldurup
taşıran o çiçekleri aratmayan bir insan kalabalığı toplanır
alanda; itaatsizlerdir bunlar, her şeye rağmen hayatta kalmayı
başaranlar, çatlaklarda ve gölgelerde yaşayan canlar, aykırılar,
zapt edilemeyenler, davetsizlerdir...”
Kitaptaki öykülerin arasından bu ikisini seçmemin kişisel nedenleri var elbette. İlk öykü şu an gözümüzün önünde parça parça yıkılan, sömestr tatilinden önce ise aynen öyküdeki gibi pılımızı pırtımızı toplayıp terk edeceğimiz okulumuzu anımsatıyor. Binlerce öğrenciyi yerinden yurdundan eden ise küresel ısınma değil inşaat firması. Gerçeğin kurmacadan daha korkunç olduğu bir durum. İkincisi ise bu memlekette her gün yaşanılan adaletsizliklerin başka yerlerde de olduğunu bilmenin, hissedilen haksızlığın bir olmasının verdiği "yalnız değilim" duygusu. Belki çok bencilce ama bu duygu rahatlatıcı.
David
Constantine okurken kentte doğup büyümüş biri olarak neden bu
kadar az ağaç adı bildiğime, yeryüzü şekillerine ne kadar az
dikkat ettiğime hayıflanıp durdum çünkü yazar mekânı öyle
bir anlatmaya başlıyor ki, o tasvirlerdeki ayrıntıları okudukça
gözünüzün önünde anbean öykünün yaşandığı atmosfer
canlanıyor. Öykülerin bu denli etkileyici olabilmesinin en önemli
sebebi bu.
Aylin Ülçer'in ustaca çevirdiği Midland Oteli'nde Çay gözlerden kaçmamalı.
Banu
Yıldıran Genç
Midland
Oteli’nde Çay
David
Constantine
çev:
Aylin Ülçer
Notos
Kitap, Ekim 2017
* Bu yazı Express dergisinin Şubat 2018 tarihli sayısında yayımlanmıştır