Ortaçağ'dan
bugünlere, kötülüğün tarihi...
Dünyaca ünlü Katalan yazar Jaume
Cabré'nin 2011'de yayımlanan, birçok dile çevrilip çok satan,
çok beğenilen romanı İtiraf Ediyorum yazın başında Türkçe
olarak kitapçılardaki yerini aldı. Edebiyat şöleni olarak da
nitelendirebileceğimiz bu romanla, aslında pek de tanımadığım
Katalan edebiyatına adım atmış oldum.
800 sayfayı aşan bu roman, bir yaşam
öyküsü. Adrià Ardèvol'un çocukluğundan başlayarak sona doğru
ilerleyen yaşamı. Sevgisiz bir ailede büyüdüğünün çok küçük
yaşlarda farkındadır Adrià. Despot babasının yön verdiği
okulu, hobileri ve yaşamı vardır. Baba Fèlix Ardèvol
Barselona'nın en iyi antikacılarındandır. Bu antikalardan bir
madalyon, bir keman ve bir resim roman boyunca izini süreceğimiz
nesneler olacaktır.
Bu nesnelerin neredeyse binlerce yıla
yayılan hikâyeleri ve elden ele geçişlerindeki kötülük dolu
anılar, insan denen varlığın hiçbir zaman iyiye evrilemeyeceğini
ispatlar gibi okura. İnsana dair bir umut besliyorsanız içinizde,
onu kaybetmeniz için bu kitap bire bir diyebilirim.
Adrià'nın ikinci tekil şahısla
başlayan anıları olarak kurgulanan bu roman, onun bilincinden,
bildiklerinden süzülüp okura ulaşıyor. Ana çatıyı oluşturan
anlatı Adriàn'ın sevgilisi Sara'ya itirafları, kendi yaşamı ve
babasının sahip olduğu en değerli kemanın hikâyesi bu çatıyı
destekleyen en önemli unsurlar.
Yaşanan, gerçek zamanda geçenler,
ayırt edici olması bakımından italikle yazılmış ama onun
dışında kitabın ağırlıklı kısmını oluşturan bölümler
okuru oldukça zorlayıcı bir akışa sahip. Her bölümün ya da
her sayfanın farklı birinin gözünden anlatılması artık alışık
olduğumuz bir yöntem fakat Jaume Cabré, özellikle cümlelerin tam
ortasında yüzyıllar atlıyor, 2. Dünya Savaşı'ndaki cani bir
Nazi doktoru bir cümle sonra 1300'lerdeki cani bir kilise sorgucuna
dönüşebiliyor. Bu tip atlamalarda Cabré'nin gözettiği ayrım
kötülük ve iyilik aslında. Kötülerin yaptıkları ve iyilerin
maruz kaldıklarını, aralarında yüzyıllar olsa da satırlar,
paragraflar ya da sayfalar sonra takip edebiliyoruz.
“Höss yere serilmiş askere, bu
ödlek çakalın solgun kanının yayılışına aşağılayarak
baktı ve durumdan yararlanıp, donup kalmış askerlerin karşısında
doğaçlama bir söylev attı; insanın tüm eylemlerini Tanrı adına
ve Katolik Apostolik kutsal inancını, onu yok edinceye kadar dur
durak bilmeyecek çeşit çeşit düşmanından korumak amacıyla
gerçekleştirdiğini, mutlak bir kesinlikle bilmesinden daha büyük
bir iç rahatlığı ve manevi coşku yoktur, Miquel kardeş.”
İntihar eden bir SS subayına bakmaya giden Doktor Höss'ü
anlatmaya başlayan bu bölüm, noktalı virgülden sonra 1334'teki
olaylara, Yahudilere düşman olan bir manastır sorgucu olan Nicolau
kardeşe atlıyor. Yazarın bize verdiği ip uçları, isimler ve
yerler sayesinde bir bulmaca çözer gibi ilerliyor roman. Bu nedenle
yazarın bu eşsiz ve ustalıklı kurgusu, hele de bu denli hacimli
bir romanda övülmeyi hak ediyor. Romanın sonunda neredeyse 700
yıllık bir zaman diliminde yolculuk ediyor, yedi ayrı hatta
ilerleyen acımasızlık dolu hikâyeler dinliyoruz, yazarın kurgu
ustalığı sağ olsun aklımızda hiçbir soru işareti kalmıyor.
İlmek ilmek ama karmakarışık örülen öyküler yavaş yavaş
akıyor, atılan düğümler bir bir çözülüyor.
İnsanlık tarihi boyunca yaşananlara
değinen Cabré, kazanç elde edemesin diye ormanı yakılan bir
aileden yola çıkarak bir madalyonun ve bir kemanın 1990'lara kadar
nasıl geldiğini anlatıyor. Keman birçok tragedyada rol alıyor,
fakat tabii ki Avrupa tarihinden bahseden herhangi bir yazarın
yazmadan geçemeyeceği 2. Dünya savaşındaki el konulması
hepsinden acı. Auschwitz dışındaki kamplarda neler yaşandığını,
çocuklar üzerinde yapılan tıbbi deneylerde neler olduğunu gözler
önüne seren bu bölümlerden sonra asıl kötü olan, çoğu savaş
suçlusunun başka başka ülkeler tarafından korunması. Gecikerek
alınan intikamlar da roman kurgusunun bir parçası ve edebiyat sağ
olsun, bu intikamlarla belki, yüreğimiz bir parça soğuyor.
Adrià'nın çok sevdiği Yahudi
Sara'yla bir türlü birleşememeleri, bu ayrılıklarda ailelerin
oynadığı roller, yanlış anlaşılmalar en sonunda Adrià'yı
anılarını yazmaya iter. “Her şey anlatacağım gibi oldu,
hatta daha kötü. Uzun zaman önce söz etmeliydim, biliyorum; fakat
çok zor ve şimdi de nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Her şey,
en gerilere gidersek, beş yüz yıl önce başladı...”
Sanatın hemen her
dalına incelikle değinen kitapta, sanatın yaşamla bağlantısı
derinlemesine sorgulanıyor. Özellikle müzik, resim ve edebiyat
sanatları içinde yolculuğa çıkaran besteciler, yorumcular,
ressamlar, yazarlar, şairler Cabré'nun seçtiği biçimde
resmigeçit yapıyorlar gözümüzün önünde. Cabré bunların
dışında Stefan Zweig, Primo Levi gibi Nazi gerçeğini yaşamış
yazarlara değiniyor, Fransız Michel Tournier'den alıntılar
yapıyor, dilbilim konusunda Chomsky'ye kadar geliyor.
Elimizdeki,
gençliği aynı kahramanı Adrià Ardèvol gibi Franco
diktatörlüğünde kaybolup gitmiş bir yazarın, yıllarca
yasaklanmış bir dilde yazdığı başyapıtı. Franco yıllarının
anlatıldığı bölümler, polislerin tavrı,bayraklar, yeminler,
benzerliği nedeniyle Türkiyeli okuru iyice boğabilecek
gerçeklikte. Suna Kılıç'ın başarıyla çevirdiği bu önemli
roman, umarım Katalan edebiyatından daha fazla çeviri okumamızı
sağlar. Kendi adıma özellikle Jaume Cabré'nin, çağının tanığı
bu yazarın, diğer romanlarını da okumak isterim. Alef
Yayınevi'nin yayımladığı İtiraf Ediyorum gözden kaçmaması
gereken bir roman.
Banu Yıldıran
Genç
Jaume Cabré,
İtiraf Ediyorum, çev: Suna Kılıç, Alef Yayınevi, 831 s.
*Bu yazı Agos Kirk'in Temmuz 2015 sayısında yayımlanmıştır.
Kitabın başlarındaki olaylara anlam veremiyosunuz 400 sayfa sonra anlıyorsunuz. Kitap çok farklı şeyden bahsetmesine ve dağınık yazılmış olmasına rağmen çok sürükleyici ve severek okuduğum kitap. Tavsiye ediyorum!
YanıtlaSil