Savaş
sonrası ilk yıllar
Heinrich
Böll çok genç yaşlarda okuduğum Katharina
Blum’un Çiğnenen Onuru’yla
aklımda yer etmiş bir yazar. Daha Baader Meinhof örgütünden
haberim yokken okuduğum bu roman, medyanın ne denli taraflı
olabileceğini ve halkı nasıl yanıltabileceğini gözler önüne
seriyordu. Sonra Baader Meinhof’u da medyanın ne kadar
alçalabileceğini de öğrendim, hatta sonuncusunu yaşayarak hep
beraber öğrendik. Heinrich Böll’ü usta bir yazar olmanın yanı
sıra vicdanlı bir aydın yapan unsur da bu. Kimsenin söylemeye
cesaret edemediği şeyleri söylemiş, savaş öncesi, sırası,
sonrası dememiş, hassas denge filan gözetmemiş, doğru bildiği
ne varsa yazmış. Hem de usta bir dil ve anlatımla.
İlk
Yılların Ekmeği
1955 yılında yayımlanmış. On yıl önceki savaştan yenik çıkmış
bir halk var aslında romanın tam ortasında. Bu halk tekrar
ayakları üstünde durmaya çalışıyor, açlıkla sefaletle geçen
1940’lı yıllar sonrası tekrar kendini “insan” gibi
hissetmeye başlıyor ama bir taraftan da geçmişte yaşananların,
o kolektif suçluluk hissinin verdiği vicdan azabıyla olsa gerek
eskiyi konuşmuyor, yaşananlar sanki hiç olmamış gibi yapmaya
çalışırken, kendinden utandığı için birbirinden de
olabildiğince uzak duruyor.
Heinrich
Böll aslında anlatının merkezine savaşı yerleştirmişken yine
de savaşla, bombalamalarla, mahvolan bir ülkeyle ilgili çok yorum
yapmıyor, küçük ayrıntılarla, birkaç sözcükte savaşın,
savaş döneminde büyümenin ağırlığını olanca etkisiyle
veriyor zaten. “Üç,
dört, altı ya da dokuz yıl boyunca hayatımı paylaştığım,
bombalar düşerken beraber sığınakta oturup kaldığım insanlar
karşımdaydı işte. Sınıftaki sınavlar, omuz omuza başarılan
savaşlardı; yanan okul hep birlikte söndürülmüş, yaralı
Latince öğretmeninin yarası sarılmış, hep birlikte taşınmış,
hep birlikte sınıfta kalınmış; bu olaylar insanı sonsuza değin
birbirine bağlayacakmış gibi görünmüştü o zaman – ama
birbirine bağlanılmamıştı, sonsuza değin bağlanmak şöyle
dursun, hiç bağlanılmamıştı.”
Roman,
Walter Fendrich’in geçmişteki bir pazartesi gününü
anımsamasıyla başlıyor. O pazartesi günü olanların onu nasıl
değiştirdiğini, neredeyse on iki saatlik bir sürede geçmişiyle,
bugünüyle ve geleceğiyle hesaplaşmasını roman boyunca satır
satır takip ediyoruz. Pazartesi günü Fendrich, yaşadığı kente
üniversitede okumak için gelecek Hedwig’i tren istasyonundan
karşılamalı ve daha önceden ayarladığı pansiyona
yerleştirmelidir. Hedwig, Fendrich’in babasının meslektaşı
Muller’in kızı, çocukken bir iki kez gördüğü, anımsadığı
kadarıyla sarışın soluk bir kız. İstasyona gitmeden babasını
ve geldiği kasabayı düşünen Fendrich’le beraber geçmişe
yolculuk yapıyor ve savaş yıllarında geçen lise öğrenciliğine
tanıklık ediyoruz. Babasının çok dürüst, eşitlikçi bir
öğretmen olduğunu öğreniyoruz. Fendrich’in anılarında,
akşamları açlıktan ne yapacaklarını bilmez durumdayken oğlunun
ısrarları sonucu fırıncının elinde kalan ekmeklerden mahcup bir
ifadeyle istemek zorunda kalan bu öğretmenin gün gelip de
fırıncının oğluna düşük not verdiğini, bu nedenle o
ekmeklerden de olduğunu bir film sahnesi izler gibi yaşıyoruz.
Ekmek
hem bir gerçeklik hem de metafor olarak ilk bu anıda yer alıyor.
Fendrich’in gençliğiyle ilgili hatırladığı en önemli şey
açlık ve o açlığı doyurabildiği en önemli nesne: ekmek.
Kendini açıklayabilmek adına uzun uzun anlatıyor hissettiklerini:
“On
altı yaşında bir çırak olarak kente geldiğim zaman açlık bana
bütün fiyatları öğretmişti. Taze pişmiş ekmek düşüncesi
kafamın içini serseme çeviriyordu, çoğu zaman akşamları
saatlerce kentin içinde dolanıp yalnızca tek bir şey
düşünüyordum: ekmek... Gözlerim yanıyordu, dizlerim halsizdi,
içimde kurtlara yakışacak bir duygu vardı. Ekmek. Bazı insanlar
nasıl morfin delisiyse ben de ekmek delisiydim.”
On
altı yaşında oğlu olan biri olarak bazen yüreğim parçalanarak
okudum açlıkla ilgili satırları çünkü erkek çocukların
büyürken yaşadığı açlığı çok iyi biliyorum, o kemiklerin
uzadığı, ellerin ayakların deli gibi büyüdüğü üç beş
yıllık sürede bedenin ihtiyacı olanı sürekli alması gerekiyor
ve bu alınanların yakılma süreci iki saat filan sürüyor.
Neredeyse bebekliği anımsatan iki saatte bir beslenme döngüsüne
giriliyor ta ki boy atana ve bir sonraki büyüme atağına dek.
Çocukluğunda
ve gençliğinde yaşadığı açlık Fendrich’in tüm yaşamına
damgasını vurmuş. Yine açlığın aslında sadece çocukları
değil herkesi nasıl etkilediği hatta çirkinleştirebildiği
küçücük bir olayla anlatılıyor. Küçük ama savaşın ve
yaşananların korkunçluğunu tam orta yerinden hissettiren bir
olay. Fendrich’in annesi uzun yıllardır veremdir ve eve dönmesine
bir türlü izin verilmediğinden oğlunun anılarında daha çok
hastane ziyaretleriyle yer etmiş. Bu ziyaretlerden birinde annesinin
oda arkadaşının vefatı sonrasında yaşananlar da
unutamadıklarından. Akşam işten çıkıp ziyarete gelirken
karısına konserve et getiren adam daha sonra karısının ölümünü
öğrendiğinde kaybını, acısını filan bırakıp etin derdine
düşmüştür. “Daha
dün getirmiştim, dün akşam işten çıkıp geldim, saat on
sularında, gece öldüğüne göre onu yemiş olamaz (...) Et
nerede? Eti istiyorum – O bir kutu eti geri almazsam bütün odayı
darmadağın ederim, bilmiş olun (...) Ben eti isterim... orospu
karılar, hırsızlar, katiller.”
Böyle böyle bağırarak sinir krizi geçiren bu adamın
trajedisinin altında yatanlar, savaşın ve açlığın insanı
getirdiği korkunç durum Fendrich’in anılarına da bizim
vicdanımıza da damgasını vuracak denli etkili.
Belki
de gördüğü bu açgözlü insanlar, tanıklık ettiği mahvolmuş
yaşamlar yüzünden Fendrich herkesi o açlıkla sınanan günlerde
ne yaptığıyla yargılıyor. Bu yargıları nedeniyle uzun zamandır
yanında çalıştığı, kendisine işi öğreten Wickweber’den de
nefret ediyor, birlikte olduğu “patron kızı” Ulla’dan da...
Bu nefretinin nedenini romanın sonlarına doğru öğreniyoruz,
savaş sonrası akbabalarından biri olan Wickweber, Yahudilerin
öylece bırakıp kaçmak zorunda kaldıkları evlerine girip
satılabilecek ne varsa alınmasını sağlamakta, bazen küvetlerini
bile su dolu bırakıp kaçmak zorunda kalan bu insanların trajedisi
bir yana, sefalet nedeniyle bu pis işleri yapmak zorunda kalan
Fendrich ve arkadaşlarının vicdan azapları bir yana, asıl
kötülük bir gün buzdolabını taşırken düşen bir işçi
çocuğun ölümünden sonra gün yüzüne çıkıyor. Wickweber ve
Ulla çocuğun öldüğü günün akşamına şirket kayıtlarında
isminin üzerine kırmızı bir çizgi çekip hiçbir şey
olmamışçasına yaşamaya devam ederler. Fendrich’in tüm
bunlarla yüzleşmesini sağlayan şey Hedwig’dir, onun gelişi,
karşılaştıkları an mucizevi bir biçimde âşık olması, o
aşkın onu tekrar iyi bir insan olmaya yöneltmesi...
Hep
kötüler mi vardır hayatta? Hayır, Hedwig gibi masumlar,
Fendrich’e çıraklık döneminde hep yardımcı olan Hemşire
Clara gibiler de vardır. O Hemşire Clara ki vermesi gerekmediği
halde bütün açlara ekstradan yemekler bulup buluşturup tütününü
bile paylaşmıştır. Hedwig’le tanışıp onun sayesinde
geçmişiyle yüzleşince tüm bunları anımsıyor Fendrich. Artık
önünde güzel günler vardır, o pazartesi gününde ilk kez âşık
olmuş, Ulla’dan ayrılmış, ayrılırken babası ve kendisi
hakkında düşündüklerini açıkça söylemiş, geçmişten kalan
küçük borcunu ödemiştir. Ekmeksiz kalma ihtimali azalmış, zor
da olsa mesleğinde iyi bir yere gelmiştir. En zor günler, ev
sahibesi Frau Brotig’i “Bir
insanın ömrünün en iyi yılları, yirmi ve yirmi sekiz yaşlar
arasındaki yıllar, bizden çalındı.”
diye ağlatan yıllar geçmiştir. İlk yılların zorlu ekmeği
kazanıldıysa eğer, gerisi gelecektir.
Umuda
yelken açan bu incecik kitapta Heinrich Böll’ün usta yazarlığı
çok etkili ama Zeyyat Selimoğlu’nun doğal ve temiz çevirisini
de anmadan geçmemek gerekir.
Banu
Yıldıran Genç
* Bu yazı Roman Kahramanları dergisinin Ocak-Şubat-Mart 2018 tarihli sayısında yayımlanmıştır.