Bir taşra kasabasının içyüzü
Thomas Hobbs'un ve Paul Auster'ın
Leviathan'larından sonra Türkçeye kazandırılmakta oldukça geç
kalınmış üçüncü bir Leviathan'la karşı karşıyayız.
Fransa'da büyümüş, genellikle Fransızca yazan Amerikalı Julien
Green'in en ünlü romanlarından biri olan “Leviathan”
geçtiğimiz ay yayımlandı. Edebiyatta ve felsefede sıkça
karşılaştığımız bu ad, Tevrat'ta geçen ve sürekli
büyüyerek kendi ağırlığı altında ezildiği rivayet edilen bir
canavar ki daha romanı okurken yazarın oldukça uygun bir ad
bulduğunu düşünmek mümkün.
İlk bölümlerde Paris yakınlarındaki
küçük kasabalar, Lorges ve Chanteilless'deki sıkıcı,
dedikodularla dolu, fakir yaşamlar göz gönüne serilir. Her şey
tekdüzedir: Hafta içi çalışmakla geçen günler, pazar günü
nehir kenarında ailecek yapılan yürüyüşler, herkesin birbirini
tanımasından dolayı renksiz hayatlar... Romanın ana karakteri
Paul Guéret kasabaya yeni taşınmış bir “yabancı”dır.
Guéret, karısından nefret eden,
mutsuz, kasabadaki tek burjuva ailenin çocuğuna özel ders veren
bir Fransızca öğretmenidir. Saplantılı bir biçimde âşık
olduğu çamaşırcı güzel Angèle'le ilgili kurduğu hayaller bile
mutlu olmasını sağlayamaz, parasızlığın getirdiği kompleksin
büyümesi ve şiddete meyli romanda oldukça başarılı bir biçimde
işlenir ve olaylar heyecanlı bir biçimde düğümlenir.
Dışarıdan oldukça sakin görünen
bu taşra kasabasının içine girdikçe yaşanan çirkinlikler bir
bir ortaya çıkacaktır. Kasaba eşrafından her bir erkeğe ayrı
ayrı pazarlanan genç ve güzel Angèle'in trajedisi romanın
temelini oluşturan sacayağından ilkidir. Angèle, teyze dediği ve
çocukluktan itibaren kendisiyle “ilgilenen” Madam Londe
tarafından kullanılmaktadır, yaşadığı bu hayattan kaçmayı
istemesi için ilk kıvılcımı ise Paul Guéret ateşler, çünkü
Angèle o güne dek hiçbir erkeğin kendisine böylesine âşık
olduğunu görmemiştir.
Olaylar ilerledikçe anlarız ki
kasabadaki bu tezgâhtan herkesin haberi vardır, Angèle'le birlikte
olan bütün erkekler -borç öder gibi- Madam Londe'un lokantasında
bir arada yemek yemekte ve hiçbir şey bilmiyormuş gibi
yapmaktadırlar. Yine Angèle'in gitmesi ihtimaline karşılık
yedekte tutulan on üç yaşındaki Fernande birkaç müşteriye
deneme amaçlı gönderilmiş ve kimse “Hayır, bu daha çocuk!”
dememiştir. Alışkın olduğumuz üzere herkes üç maymunu
oynamaktadır.
Sacayağının ikincisi Madam
Grosgeorge'dur. Guéret'in ders verdiği çocuğun annesi olan bu
burjuva kadın oldukça burnu havada ve sert biridir. Oysa Madam
Grosgeorge'un bu kadar sert olmasının sebebi mutsuzluğudur,
istemeden yaptığı evlilik, zenginliğin verdiği tutsaklık, hepsi
onda ayrı bir nefret uyandırmaktadır. Mutsuz ve tatminsiz
insanların daha uzaktan birbirlerini tanımaları gibi, Madan
Grosgeorge da bir süre sonra Guéret'e farklı bir gözle bakmaya
başlar. Bir türlü mutlu olmayı becerememesi, çocuğunu bile
sevememesi romanda uzun uzun açıklanır. “Birçok insan, bir
meslek öğrenir gibi mutluluğu öğreniyordu ve daha kötüsünden
kaçmak için vasat olanı kabul etmeye neşeyle boyun eğiyordu. Bu
uysallıktan, verimli evlilikler, huzurlu yaşlılık günleri, üç
mutlu kuşağı bir araya toplayan aile yemekleri çıkıyordu.”
Romanın
bölümlerinin birçoğu kadın karakerleri anlatmak üzere kurulmuş
ve bir okur olarak bazen yazarın benimsediği tutumdan rahatsız
olduğumu söyleyebilirim. Tabii ki yetmiş-seksen yıllık bir
romandan feminist bir hassasiyet beklemiyorum ama Julien Green'in tek
bir iyi kadın karakter yaratmadığı da ortada. Guéret'in romanın
en masum karakterlerinden biri olan karısı için düşündüklerinden
bazı satırlar: “Bu kadının hiçbir şeyinden
hoşlanmamıştı, ne yüzünden ne vücudundan ne de aşkından.
(...) Kuşkusuz bir zamanlar güzeldi karısı; kaygıların
çökerttiği o duru yüzü ve işlerin yıprattığı o taze ve
beyaz vücudu hâlâ hatırlıyordu. Çekiciliğini çabuk
kaybedeceği, çirkin ve sıkıcı bir kadın haline gelmesi için
altı yıllık bir sürenin yeterli olacağı konusunda birileri onu
uyarmalıydı.” Madam Londe
bazen iyi davranışlar sergilese ve romanın en içi dolu karakteri
durumuna gelse de onun düşüncelerinden oluşan bölüm kitapta
küfürlerin sergilendiği tek bölüm: “Madam Londe
Angèle'i fahişe olarak pazarlamadan önce, Londe lokantasının
umutsuzluk içinde süründüğünü bilmeyen yoktu. Kuşkusuz, o
zamandan bu yana yaşlı orospu bayağı iyi para toplamış
olmalıydı...” Madam
Grosgeorge ise bırakın iyiliği, kendi çocuğundan bile nefret
edecek, ona vurmaktan zevk alacak kadar kötü biri olarak
betimlenir.
Sacayağının
sonuncusu olan erkek kahraman Paul Guéret ise karakterinin derinliği
tam olarak oluşturulamamış, neyi niye yaptığını anlamanın pek
mümkün olmadığı biri. Anlatıcının Guéret'in davranışlarına
sürekli bir haklılık bulma çabası, yarattığı vahşetin
farkında değilmişçesine yüzünü dağıttığı kızın hâlâ
onun iyiliğini istemesi, içinde en ufak bir olumlu duygu kırıntısı
taşımamasıyla okura tanıtılan Madam Grosgeorge'un durduk yere
Guéret'e âşık olması romanın en havada kalan bölümleri olmuş.
Oldukça başarılı bir biçimde düğümlenen olayların sonuca
ilerlemesi biraz aceleye getirilmiş gibi.
Karanlık Yolculuk
adıyla beyazperdeye de uyarlanmış ve oldukça popüler olmuş bu
romanın, taşra kasabalarının içyüzünü, insan doğasını
açıklıkla anlatma çabasıyla ve 1900'lerin başının Fransa'sına
gerçekçi bir ayna tutmasıyla okunmaya değer olduğunu
söyleyebiliriz.
Banu Yıldıran
Genç
Julien Green
Leviathan
Çev: Işın Gürbüz
Everest Yayınları,
Aralık 2013, 298 s.
*Bu yazı Agos Kirk'in Ocak 2014 sayısında yayımlanmıştır.