Ayrılıkta erkeklik izleri
Erken denebilecek bir yaşta evlendim. Kendimce pek çok haklı sebebim vardı, o dönem için doğru bir karardı. Arkadaşlarımın çoğu benden üç beş sene sonra başlayarak sırayla evlendiler. Bir dönem nikâh dairelerinin en gözde konuklarıydık. Sonra bazıları hemen, bazıları üç beş yıl sonra derken boşanmalar başladı. Şu an kadın arkadaşlarımın pek çoğu bekâr anne ve tek başlarına çocuk büyütmeye çalışıyorlar.
Biraz acımasız olabilirim, evet acımasızım çünkü etrafımda doğru düzgün boşanabilmiş tek bir çift yok. Tek bir baba tanımıyorum ki tüm sorumluluklarını yerine getirsin, herhangi bir konuda ters giden bir şeyde anneyi suçlamasın... Çocuklarının babasıyla arası iyi olsun diye uğraşan, ipleri tamamen koparmak istemeyen annelere kalan ise, ödenmeyen nafakalar, gurur uğruna vazgeçilen maddi haklar, “hiçbir şey istemiyorum, yeter ki çocuğuyla vakit geçirsin” cümleleriyle başlayan sonu gelmez fedakârlık senaryoları ve yine de hep ama hep suçlanan taraf olmak... Tabii ki istisnalar vardır, olmalı da ama çevremde ve ailemde gördüğüm yirmi otuz kişiyi örnekledim işte... Çocuğuyla sonuna kadar ilgilenen ya da hatasını bilip bunun sorumluluğunu alan babaların çoğalması benim de en büyük dileğim. Ama bu ilişkinin neredeyse tüm dünyada da aynı olması ortada umutlanacak pek de bir şey olmadığını gösteriyor.
Oggito’ya yazdığım en son yazı da aslında biraz bu konu üzerineydi*. Rachel Cusk’ın üçlemesinin sonunda müthiş bir erkeklik – kadınlık hesaplaşması vardı. Hatta karakterlerden biri şu cümleleri kuruyordu: “Babası spor arabayla gezer, sahildeki villasındaki kız arkadaşını ziyaret ederken, annemse günde beş kere telefon edip fazla açık sözlü olduğum ve evlendikten sonra çalışmaya devam ettiğim için her şeyin benim hatam olduğunu söylerken, bu küçük şehirde, minicik bir apartman dairesinde, hasta bir çocukla sıkışıp kalmış olmak bana çok hakkaniyetsiz gelirdi.” Ne kadar evrensel değil mi serzenişler? Bu yazı kadın yazar tarafından yazılan ve kadınlığı sorgulayan bir roman için yazılmıştı. Bu kez erkekler tarafından yazılmış romanlardan bahsetmek istiyorum.
Bu yazıda ele almak istediğim konu bahsedeceğim romanların dili, tekniği, sanatı, ustalığı değil kesinlikle, gayet öznel bir biçimde erkeklik, babalık ve boşanma konusunun nasıl ele alındığını anlatmaya çalışacağım.
Kendine anne arayan bir erkek: Arvid Jansen
Per Petterson’un son kitabı Benim Durumumdaki Erkekler geçtiğimiz kış yayımlandı. Benim okumamsa bir şekilde karantina sürecine denk geldi. Per Petterson çok sevdiğim bir yazar, Türkçedeki her kitabını okudum ama bu roman öyle bir iç döküş gibiydi ve öylesine bir dürüstlükle kendini açan bir “erkek” vardı ki ortada, geçtiğimiz yıllarda okuduğum ve çok konuşulan iki başka romanı getirdi aklıma. Domenico Starnone tarafından yazılan Bağlar ve Peter Stamm’ın Yedi Yıl’ı. Üçü de boşanmaya giden süreci ya da boşanma sonrasını anlatan romanlar, üçünün de yazarı erkek. Ve üçünün arasında konuyu ele alışıyla Per Petterson bence bir yıldız gibi parlıyor.
Benim Durumumdaki Erkekler’de ana karakter Arvid Jansen daha önce Lanet Olsun Zaman Nehrine romanında da karşımıza çıkmıştı. Romanda annesinin hastalığı ve evlilik sorunlarıyla boğuşuyordu ki zaman sürekliliği açısından son romanın anlattığı kesit de üç beş yıl sonrasına denk geliyor. Karısı Turid’den ayrılalı bir yıl olmuş, üç kızıyla ilk başlarda iyi giden bir hafta sonu babalığı yaşasa da son dönemde bu bozulmuş. Yalnız. Mutsuz. Ve hayatının en trajik olayı sürekli aklında. Bu trajik olay konusunda Petterson kurmacayla gerçeği birleştiriyor çünkü aynı Arvid’in annesi, babası ve iki kardeşi gibi Petterson’un da tüm ailesi 1990’daki feribot kazasında hayatlarını kaybetmiş. Gerçek bir olayı alıp, onun yarasını ve acısını kurmaca karakterin yüreğinin ortasına yerleştirmiş. Arvid de bu yaralanmışlığı sebebiyle ayrılmaya giden yolda, ayrılık sürecinde ve sonrasında ne saçmalıklar yaparsa yapsın okurun onu affedeceğini biliyor aslında.
Ailesinin kaybından sonra evliliğinin de ellerinin arasından kayıp gitmesine seyirci kalıyor Arvid. Karısıyla paylaşmadığı zamanın, dertlerin farkında. Hatta evde değil külüstür Mazda’sında uyuma adeti de o dönemlerde ortaya çıkıyor. Turid’in uzaklaşıp kendine yeni arkadaşlar bulması, üç çocuk ve ünlü yazar kocanın arkasında kaldığı yıllar süren bir evlilikten sonra kendine gelmesi, evliliğin en doğal süreci. Bu konuda Arvid çocukça yorumlar yapsa da -karısının arkadaşlarına komik isimler takmak gibi- yaptığı yorumların kendi suçluluğunun üstünü kapadığının son derece farkında.
İlişkilerde pek çoğumuzun başına gelen, çok tipik bir olay aktarılıyor romanın bir bölümünde. Turid kendi arkadaşlarıyla bir partiye gidecekken Arvid emrivaki yapıp çocuklara bakması için annesini ayarlıyor ve ikisi gitmek zorunda kalıyor. Kendine güvenmeyen, kaybetme korkusu yaşayan bir insan davranışı. Partide Turid doğal olarak kendi başına takılmaya çalışıyor ve artık kendisinin odak noktası olmadığını fark eden Arvid yaşadığı aydınlanmayı yine en içten biçimde aktarıyor:
“Çakırkeyif bir kafayla defalarca bakınarak Turid’i aradım. Onu bir görüyor, bir kaybediyordum. Göz göze geldiğimiz anlarda bile benden tarafa dönmedi, hatta ben yokmuşum gibi davrandı da diyebiliriz, kendisi önceden planladığı gibi tek başına, yani bensiz burada bulunuyormuş gibi yapıyordu ya da kendini burada evinde hissettiği ve özgürce dolaşabildiği için o an içinden nasıl gelirse öyle davranıyordu. Akıl alacak gibi değildi. Arkası dönükken özellikle de üzerinde giysilerle onu diğerlerinden ayırmak imkânsızdı, birden artık burada biz olarak bulunmadığımızın farkına vardım, bu da bende şok etkisi yarattı.” Arvid bu şok etkisiyle olsa gerek önce Turid’in arkadaşlarından biriyle öpüşüp sonra da bir başkasıyla bankta yan yana uzanıyor. Gecenin sonunda karısıyla bungun, küskün konuşmalarından anladığımız Turid vazgeçmeye hazır, Arvid bunu hissetse de kabul etmeye hazır değil.
Roman aslında Arvid’le Turid’in ayrılmalarından bir yıl sonra başlayıp bir geriye gidip bir bugüne dönerek ilerliyor. Turvid’in ağlayarak ettiği telefonla başlayan romanda koşa koşa yardıma giden Arvid, eski karısının başına kötü bir şey geldiğinin farkında. Yıllar sonra ondan duyduğu “Senden başka kimsem yok.” cümlesinin bir yıldır kurmaya çalıştığı dengesini bozacağını da biliyor. “Özlemiyorum bile, diye düşündüm, artık özlemiyorum, üzerinden böylesi uzun bir yıl geçtikten sonra hele, ama bu düşünceyi tam aklımdan geçirip sonlandırmıştım ki, doğruluğundan emin olmadığımı anladım.” İşte daha en başta böylesi çelişkileriyle tanıyoruz Arvid’i, kendini okura tüm dürüstlüğüyle açıyor.
Hataları var elbette. Kızlarını aldığı hafta sonlarında sıkılması, hatta onları uyurken evde bırakıp arabada uyumaya gitmesi, gezmeye gittikleri bir hafta sonu sinirlenip yaptığı kaza, bu kazanın ertesinde büyük kızı Vigdis’in durup dururken bayılmaya başlaması ve kısa bir süre sonra kızların telefon edip artık babalarına gelmek istemediklerini söylemeleri... Tüm bunlarda Arvid’in payı var. Payı olduğunu kendi de biliyor zaten. Turid tüm bu süreci olgunlukla ve hata yapmadan yürütüyor, pek çok kadın gibi. Böylesi bir karar bekâr anne için neredeyse hiçbir erkeğin yapmayacağı biçimde 365 gün 24 saat çocuklarına tek başına bakmak demek, bunu da unutmamak lazım.
Arvid Jansen geçmişi, özellikle de yalnız geçirdiği bir yılı nerdeyse romanın merkezine Oslo’yu koyarak aktarıyor. Oslo’daki barlar, barlarda bulduğu kadınlar, kadınların Oslo’nun farklı farklı semtlerindeki evleri... Bu bitmeyen ve kendisine de acı veren arayışı okudukça aslında Arvid’in annesiyle olan ilişkisinin analiz edilmesi gerektiğini düşündüm açıkçası. Son derece açık, son derece dürüst ama yavru kedi misali durmaksızın şefkat peşinde. Bu arada genetik olarak hormonlarımızın, anaçlığımızın biz kadınlara attığı en pis golün bu olduğunu düşünüyorum, büyümemiş erkeklere annelik yapmak, Arvid de bunu arıyor. “Bana aradığım o sımsıkı tutacak eli ya da kaybettiğim, belki de hiç sahip olmadığım ama hakkım olduğuna inandığım, o yüzden de bir başkasına, Turid’e aktaramadığım o sıcaklığı belki de bu kadının vereceğini düşünmüştüm.”
Artık bir yılın sonunda belki gerçekten yas süreci bittiğinden belki aradığı şefkati tam da istediği gibi “anne” figürü olabilecek bir kadından gördüğünden Arvid silkiniyor ve kendine geliyor. Romanın sonunda dört yıl sonraya sıçrıyoruz ve Arvid’le Turin’in artık on altı yaşına gelmiş Vigdis’le ilgili bir meselede karar vermeleri gerekiyor. Bu meselede karar mercii yine Turid ve Arvid’e Vigdis’le aralarındaki mesafe dolayısıyla aslında kararın ona kalmayacağını kibarca hatırlatıyor. Arvid yine tüm erkek şaşkınlığıyla kızıyla her gün telefonda konuştuğunu filan geveliyor ama sonunda kabulleniyor, evet, erkekler boşardıklarında sadece karılarından değil çocuklarından da boşanıyorlar ve o mesafe acı bir gerçek. Yine de Arvid’in Turid’e bakıp da düşündükleri bir ayrılık romanı ancak bu kadar güzel bitebilir dedirtiyor okura: “Turid, eski aşkım, onu kaybedersem her şeyimi kaybederim dediğim kadın peşimden geldi ve elini omzuma koydu. Eline baktım, güneş yanığıydı, çok güzeldi, çok iyi tanırdım bu eli, inceliğini, hafifliğini, (...) son gördüğüm güne oranla çok daha iyi görünüyordu, yüzünde tek bir çizgi, gözlerinin altında tek bir halka bile oluşmamıştı henüz, eskiden yani benimken böyle görünmüyordu diye geçirdim içimden, yeni bir sevgili bulmuş olmalı, ondandır.”
Benim Durumumdaki Erkekler’de yaralı, hatalı ama en azından bunları fark eden ve hiçbir şekilde, tek bir imayla bile boşandığı karısını suçlama yoluna gitmeyen Arvid Jansen, unutulmayacak bir karakter hâline geliyor.
Bağlar’daki sinsi erkeklik
Oysa yazının başında bahsetteğim diğer kitaplarda bunun tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Bağlar aile konusunda oldukça başarılı bir roman, üç ayrı anlatıcı tarafından yıllara yayılan bir süreç aktarılıyor. Aldo ve Vanda’nın çalkantılı evliliği ve kötü etkilenmiş çocuklar, Sandro’yla Anna. Domenico Starnone aslında ilk bölümde terk edilen eşin yazdığı mektuplarda erkeğin değil kadının tarafında olduğunu hissettiriyor. Aldo ilk bölümde görüğümüz üzere korkunç bir erkek, sorumsuz, başkası için karısını ve çocuklarını terk ettikten sonra onları arayıp sormayan, mektupları yanıtlamayan, hatta para göndermeyen bir erkek. Yıllar süren bu ayrılıkta bir ara çocuklarını alıp bakmaya karar verdiğinde ise bu işi arkadaşlarına yıkıp yine gidip sevgilisinde kalan biri, yani ondan tiksinmemiz için tüm şartlar mevcut. Oysa ikinci bölüme geldiğimizde yani olanları Aldo’dan dinlediğimizde ki ayrılık sonrası tekrar barışmışlar, Aldo evine dönmüş, hatta aradan otuz yıl geçmiş, yaşlı bir karı kocaya dönüşmüşlerdir, alttan alta hep bir Vanda eleştirisi görülüyor.
Bir bölümde dolandırıldığını anlayan Aldo bunu Vanda’ya söylediğinde karısını şöyle betimliyor: “Paraya çok kıymet verir. Hayatı boyunca tasarruf konusunda takıntılı oldu ve bugün hâlâ, yerde bir kuruş görecek olsa, bütün sancılarına rağmen, sokakların pisliğine de hiç aldırmadan eğilir alır.” Bu cümleleri yıllarca para göndermediği için evindeki eşyaları topluca satıp kardeşinin yanına taşınmak zorunda kalmış karısına söylediğine dikkat çekeyim.
Başkasıyla beraber oldum dediğinde ve evliyken bu beraberliği sürdürmek istediğinde ise Vanda’nın anlayışlı olması gerektiği, gidip de dönebileceği fikrine alışması gerektiği, yeni zamanlara uyup rezalet çıkarmaması gerektiği gibi fikirlere sahip Aldo.
Fakat zaman geçip de evine döndüğü günleri anlatmaya başladığında anlatıcının tavrında garip bir değişim hissediyoruz aslında. Aldo bu kez karısına sadık, uslu, ailesi için çok para kazanmış, ne istedilerse yapmış bir adam rolüne bürünmüş. Şöyle cümleler kuruluyor intihara bile kalkışan, en baştan beni aslında dengesiz bir ruh hâli içinde olduğu sezdirilen Vanda için: “Vanda’dan korkmaya ne zaman başladım bilemiyorum. (...) Ben hiçbir kabahat işlememeye çalışıyordum. İşteki sıkıntılarında ona dalgın bir şekilde destek oluyordum, eve gelen temizlikçi kadınlara çıkardığı zorluklara seyirce kalıyor, ev hayatının katı kurallarına uyuyordum.” İşte bu satır aralarında gizlenen erkeklik bence Benim Durumumdaki Erkekler kitabıyla en büyük farkı oluşturuyor.
Aldo’nun suçlu olduğu en baştan beri öne çıkarılmaya çalışılsa da alttan alta Vanda’nın ne kadar şirret bir kadın olduğunu seziyoruz. Sadece Vanda’yla kalmıyor üstelik, son bölümün anlatıcısı Anna da gayet vicdansız ve sert bir biçimde tasvir ediliyor. Bu kez ağbisi Sandro, Anna’nın ailesiyle ilgili hain planlarına “Otuz yıl sonra çocukların sana aynısını yapsa sen nasıl tepki verirsin?” diye soruyor. Yazarın bilinçli mi yoksa farkında olmadan mı böyle bir rol dağılımına gittiğini bilmiyorum ama Sandro’nun aynı babası gibi vicdanlı bir erkek, Anna’nın ise annesi gibi hırçın ve kalpsiz gösterilmeye çalışılması romanı okuduğum ilk günden beri beni çok rahatsız etti.
Alexander ve bitmek bilmeyen temize çıkma çalışmaları
Peter Stamm’in Yedi Yıl’ı çok daha steril, beyaz Avrupa’ya dair bir roman. Alexander adındaki bir mimarlık öğrencisinin yıllar boyu Polonyalı göçmen Iwona’yı istismar etmesi anlatılıyor diyebiliriz kabaca. Iwona’yla ilişkisinin zaten elle tutulur tarafı yok, o konuya girmeyeceğim ama yıllar sonra hamile kaldığında onu “en iyisinin bu olduğuna” ikna eden ve bebeği karısıyla evlat edinen manipulatif bir adam var karşımızda. Karısı Sonja’ya -ki o da soğuk ve duygusuz olarak çiziliyor genellikle- durumu anlatıp onun da kabul etmesiyle Sophie’yi kendi kızları olarak büyütüyorlar. İlk başlarda Sonja, Sophie’yi emzirmeye çalışacak denli çok seven bir kadın olarak betimleniyor. Sonraki yıllarda ise Sophie’nin fazla talepkâr bir çocuk olmasının getirdiği zorluklarda baba kızıyla sabırla ilgilenirken, sinirlenip giden, bağıran, işini tercih eden Sonja oluyor. Bu zengin çiftin işleri bir biçimde ters gitmeye başlayınca yoksullaşmayı kendine yediremeyen Alexander teselliyi alkolde arıyor.
Romanda anlatılan bir olay çok ilginç bir biçimde Benim Durumumdaki Erkekler’le aynı. Bir gece içkisi biten Alexander, Sophie nasıl olsa uyanmaz diye onu evde bırakıp arabasına atlayıp içki almaya gidiyor, işyerindeyken kocasını arayan Sonja ise çocuğun evde yalnız kaldığını anlar anlamaz harekete geçiyor. Olayın gereksiz yere büyüdüğünü düşünen çakırkeyif Alexander eve geldiğinde Sonja’nın çocuğun yanında kalmak üzere anahtarı olan komşularını çağırmış olduğunu görüyor. Arvid de uyuyan çocuklarının yanında kalmaya dayanamayıp arabasında uyumaya gidiyordu. Çocukların yanında sarhoş oluyordu ki Turid’den ilk haklı azarı bu yüzden yiyordu. Yazarlar her iki olayda da erkek bakış açısıyla kadın bakış açısının farkını çok net bir biçimde veriyor aslında.
Yedi Yıl romanının sonlarına doğru artık boşanma sürecine girilmişken erkek anlatıcı kendisini temize çıkarma çalışmalarına yine başlıyor ve Sonja’nın Sophie’yle eskisi kadar ilgilenmediğini veriyor satır aralarında. Zaten en sonunda Marsilya’ya taşınmaya karar verecek olan Sonja, Sophie’yi almayacak, babasıyla kalmasına karar verecektir. Evet yine Benim Durumumdaki Erkekler’den farklı bir erkeklik algısına geri döndük. Yıllarca bir kadını istismar edip onu hamile bırakıp üstüne çocuğunu elinden alan adam, hatalarını okura anlattıkça temize çıktığını sansa da iş çocuk ve boşanma konularına geldi mi sinsice bir erkeklik sızıyor satırlara. Çocuk öz çocuğu olmasa da, hatta kendisini aldatmış olan kocasının çocuğunu yine de öz çocuğu gibi büyütmüş olsa da, ne demek zamanla çocuktan uzaklaşmak ve hatta onu almadan başka ülkeye gitmek, hem de bir kadın, bir anne için? Bu sadece babalarda bulunan bir hak.
Erkeklik gafletine düşmeden yazabilmek
Toparlamam gerekirse Benim Durumumdaki Erkekler’de Per Petterson’un hatalı konumdaki bir erkeği tüm günahıyla okurun karşısına çırılçıplak çıkarması, bildiğimiz ve yukarıda örneklediğim Bağlar ve Yedi Yıl’daki gaflete düşmemesi ve en sonunda ilişkinin doğru bir yere evrilmesi beni hem şaşırttı hem de umutlandırdı. Kimin nasıl yazacağına karışmak, feminist bir eleştiri yapmak gibi bir amacım olmadığı anlaşılmıştır sanırım. Sadece üç ayrı romanın üzerimde bıraktığı izlerden yola çıkarak etrafıma baktım.
Bu üç romanda bile kadınların yaşadığı zorlukla erkeklerin yaşadığı zorluğun ne denli farklı olduğu görülüyor. Kadınların sırtına binen yükü azaltmak bir yana her durumda onları suçlamaya çalışmak hiç düzelmeyecek dediğimiz ilişkilere götürüyor bizi. Bundan etkilenen çocuklar da bir yerde ana-babalarının rollerini devralıyorlar ve her şey sonsuz bir kısır döngüye dönüşüyor. Nasıl düzelecek bilmiyorum. Düzelmesi gerektiğini biliyorum. Siz de bir düşünün etrafınızdaki kadınları, bekâr anneleri, aldıkları sorumlulukları erkeklerle kıyaslayın, nasıl bir uçurumun kıyısında olduğumuzu göreceksiniz.
Banu Yıldıran Genç
Benim Durumumdaki Erkekler, Per Petterson, çev: Banu Gürsaler Syvertsen, Metis Yayınları
Bağlar, Domenica Starnone, çev: Meryem Mine Çilingiroğlu, Yüz Yayınları
Yedi Yıl, Peter Stamm, çev: Regaip Minareci, Nebula Kitap
* Bu yazı oggito'da yayınlanmıştır.