Eskiyi
özleten öyküler...
Ne
olursa olsun bir yerinden tutulduğumuz bir nostalji duygusuna
sahibiz. Eski Türk filmlerinin aşırı romantizmine sinir olurken
bir yandan izleyip bir yandan ağlayabiliriz. Ah
nerede o eski ekmekler’den
ah
nerede o eski mahalleler’e
kadar bazen geçerli bazen geçersiz nedenlere bağlı olan bir
özleyiş hâkim tüm yaşantımıza. İnsanın büyürken
gördükleri, işittikleri, kokladıkları, izledikleri ve okudukları
unutulmaz bağlar yaratıyor. Hatta bir kitabı bir kokuyla, bir
filmi bir renkle eşleştiriyoruz bazen beynimizde, artık o an bize
ne anımsatmışsa...
Edebiyatta
bu özlemi sinemaya göre daha az hissediyorum. Artık romanın
geldiği yer, yazarın oynadığı oyunlar, modernden postmoderne
giden yol, farklı teknikler benim edebiyat zevkimi tatmin etmeye
yetiyor. Ama işte bazen bir kitap okuyorsunuz, sanki kitabın
sayfalarıyla beraber başka bir zamana yolculuk ediyorsunuz. Mustafa
Çiftci'nin öykü kitabı Ah
Mercimeğim
de bende böyle bir etki yarattı. Çiftci İç Anadolu'da doğup
büyümüş bir yazar, öykülerinin coğrafyası da dili de oraya
ait. Anlattıklarının bazıları bugüne dair, bazıları ise
zamansız... Küresel markalardan bahsedilen bir öyküde bile okuru
o eski Türk filmlerinin, o ortaokulda okunan Orhan Kemal'lerin,
Yaşar Kemal'lerin, biraz da Aziz Nesin'lerin dünyasına götürüyor.
Ve bunu hiçbir klişeye sığınmadan, tamamen kendine has dili,
anlatımı ve karakterleriyle yapıyor.
Üniversitede
en, belki de tek sevdiğim ders olan Halk Edebiyatına Giriş'te
meselleri, masalları, halk hikâyelerini okumaya doyamazdım.
Sonradan yazıya geçirilmiş olan o hikâyelerde anlatıcı âşığın
birbiri ardına en yakışan sözcükleri bulup çıkarması,
anlatımdaki ritim, dilin tüm doğallığıyla çağıldaması bugün
edebiyatta eksik sanki... Bunun sebepleri türlü türlü, kentleşme,
İstanbul ağzının hâkimiyeti, yerelliği kaybetme... ama işte
yaşadığı, büyüdüğü coğrafyayı diliyle, karakterleriyle,
sevgi sözcükleriyle yaşatabilen yegâne yazarlardan biri Mustafa
Çiftci. Bu nedenle de öyküleri okurken aslında bir âşığın,
bir meddahın karşıma geçmiş anlatıyor olduğunu hissettim
bazen.
Kitap
altı öyküden oluşuyor. Ben ilk öyküleri son öykülerden daha
çok sevdim, özellikle kitaba adını veren Ah
Mercimeğim
yukarıda anlattığım tadı en iyi veren öykü diyebilirim.
Olaylara fon olan o küçük kasabada kendinden büyük bir kıza
âşık olan delikanlının trajedisini anbean biz de yaşıyoruz.
Anlatıcı, üç ablanın ardından gelen bir erkek çocuk, evin
gözdesi, az biraz şımarık... En büyük ablanın arkadaşı
Aslı'ya çocukluktan beri hayran, bunu büyüdükçe dillendirmeye
çalışsa da gülüp geçiliyor. Aslı bile onu ciddiye almıyor.
Aslı'nın bahçede üstünde oturduğu minderi çalmaya çalışırken
yakalandığında öykünün adı da ortaya çıkıyor: "O
sırada Aslı geldi. Bana baktı. Ama öyle ezerek değil, ipek kumaş
seçer gibi, tül perdeye dokunur gibi baktı ve 'Hayırdır kuzum,
ne yapacaksın o minderi?' dedi. Ben laf bulamadım. 'Hiç, yani
öylesine...' dedim. Aslı, sabun kokulu ve serin eliyle yanağımı
okşadı, 'Ah mercimeğim,' dedi. Kızlar yine gülüştüler. Ben
rezil oldum. Üstelik minderi de alamadım. Ama bana 'mercimeğim'
demişti, daha ne desin? Anlayana büyük laf! Mercimeğim; yani
küçüğüm, bicimciğim. Yani sen daha çok küçüksün, çok
küçük!"
Bu
küçücük farklı sevgi sözcüğü bile Aslı'ya derinlik katmaya
yetiyor. Mustafa Çiftci tek bir sözcükle öykünün temel
çatışmasını yakalıyor. Trajedi büyüyor, Aslı ta Marmaris'e
gelin gidiyor, anlatıcı da büyüyor ama aşkı bitmiyor. Sonrasını
ise yine bir meddahın saatlerdir merakta bıraktığı dinleyicileri
misali bekliyoruz, anlatıcı da bu beklentimizi boşa çıkarmıyor,
masalsı bir biçimde sonlandırıyor öyküsünü.
Mustafa
Çiftci'de asıl sevdiğim şey bazı öykülerinde bu memlekette
yaşanan zorlukları anlatsa da yine de her şeye, tüm yaşananlara
rağmen "insana" inanan metinler yazması. Köfte
Ekmek'te
anlatılan
franchasing öyküsünde kahramanın yaşadığı maddi zorluk,
kapitalizm ve küreselleşmenin vahşi yanları, mahvolan hayatlar
bile sonunda bir şenlikle biter. Öyküleri okudukça insanın
aklına geliveren Adile Naşit-Münir Özkul'lu aile filmleri de bu
yüzden biraz, hem güldüren hem ağlatan hayatlar... Yine de bu
öyküyle ilgili olarak Demet tipinin fazla yüzeysel ve cinsiyetçi
bir biçimde ele alındığını buraya şerh düşeyim.
Öyküler
okurun içini ısıtıyor, nostaljik bir mutluluk veriyorsa da
Çiftci'nin Anadolu'yu tüm yanlışlarıyla iyi tanıyan bir yazar
olduğunu eklemek gerek. Kâh çocuk yaşta zorla evlendirilen
kızlardan, kâh nüfus kâğıdı bile çıkartılmayan, emeği
sömürülecek bedava bir işçi gibi görülen çocuklardan, kâh
kasabalarda acımasızca dönen dedikodu çarklarından dem vuruyor.
Ama hep birbirine sığınan, birbirini anlayan insanlarla
sonlandırıyor öykülerini.
Mustafa
Çiftci, Anadolu'nun artık duymaya hasret kaldığımız
hikâyelerini taşıyor bizlere. Öykülerdeki duygunun okura çabucak
geçebilmesi onun anlatım ustalığını gösteriyor. Diyaloglarda
yer verdiği ve Türk edebiyatında artık pek de rastlanılmayan
yerel ağzın yerinde ve dozunda kullanımı da bu ustalığın bir
parçası. Edebiyatın da küreselleştiği bugünlerde belki de Türk
edebiyatının böylesi bir damardan, yerelden beslenmesi asıl
karakterini kazanmasında daha çok rol oynayacak.
Banu
Yıldıran Genç
Mustafa
Çiftci, Ah
Mercimeğim,
İletişim Yayınları, 2017, 107 s.
* Bu yazı Notos'un 63. sayısında yayımlanmıştır.