29 Kasım 2019 Cuma

Övgü


Hayattan alacaklı olanlar
Komşum arada bir göz ucuyla bana bakıyordu, hissediyordum. Bense okuduğum kitaba dalmış hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi yapmaya çalışıyordum. Olmadı. Bir baktım karşımdaki sandalye yavaşça çekildi, dertli komşum beni azıcık rahatsız etmeye geldiğini söyledi. Alışkındım. İçkili geceler fazlasıyla hassas komşuma genellikle bu etkiyi yapıyordu. Buyur dedim tabii, komşuluk bunu gerektirir. Hiç eveleyip gevelemeden daldı lafa. Baba olmayı geçen otuz küsur yıla rağmen hâlâ öğrenemediğini söyledi. “Sizin işiniz kolay,” dedi sonra, “bebek rahminize düştüğü anda anne oluyorsunuz.” Tabii ki böyle düşünmüyordum ama komşularımla genellikle tartışmam. Uzaklara baktı sonra, belli ki bayram tatilinde bir araya gelen çoğu aile gibi mutlu geçen anlar gergin anlardan azdı. “Belgesel izliyorum hep,” dedi, “aslanların nasıl baba olduklarını biliyorum mesela, çekip gidiyorlar sonra.” Öylece dinlemeye devam ettim, kocaman kızları olan bir erkeğin duygularını dinlemek hoşuma gidiyordu. “Biz çekip gidemiyoruz,” dedi. Gidenlerin olduğunu söyledim, epey de çoktular. “Ben gidemem,” dedi, “gitmeyi de hiç düşünmedim.” Durdu yine. Uzaklara baktı. Biram olup olmadığını sordu, ben de içiyordum, şişelerimizi hayata kaldırdık. “Ama işte,” dedi, “hâlâ bilmiyorum baba olup olmadığımı, olabildim mi, bilmiyorum.” 
Komşum içini bir nebze de olsa döküp gittikten sonra bu soruyu kendine soran ne kadar az erkek olduğunu düşündüm. Anne olmak hakkında bile son yıllarda konuşulmaya başlanmışken altmışlı yaşlarda bir babanın böylesine içten ve doğru bir sorgulamayı yapacağı aklıma gelmezdi ama zaten komşum tanıdığım en nevi şahsına münhasır insanlardan biriydi. Kucağımda bitirmek üzere olduğum kitap tam da aslında kadınlık, hatta annelik ve babalık konularına değiniyordu. “Ne garip tesadüf oldu.” dedim, geçtiğimiz yaz da aynı yazarın iki kitabı üzerine kampta yaşadıklarımdan yola çıkarak bir yazı yazmıştım. Üstelik okuduğum kitap ilk olarak baba olmayı kendi gözünde bambaşka bir yere taşımış, kendince bir babalık miti kurmuş bir adamın anlattıklarıyla başlıyordu. Yazıma nasıl başlayacağımı bulmuştum.

.............

Rachel Cusk, Çerçeve ve Geçiş’ten sonra üçlemesini Övgü’yle tamamlıyor. Bundan daha görkemli bir tamamlanış olamazdı sanki. İlk iki katıp hakkında yazdığım Anlatanlar ve Dinleyenler’de Rachel Cusk’ın Faye karakterini, anlatım tarzını, romanların nasıl bir yol izlediğini anlatmıştım. Övgü de aynı izlekle ilerliyor. İlk iki kitapta Faye’in dinledikleri genellikle ilişkiler ve ayrılıklar üzerineydi. Kendisi de kocasıyla yeni boşanmıştı ve anlatıcı olarak onun sesini çok az duyduğumuzdan neden boşandığını bilmiyor, sadece kocasıyla kendisini tanıyan herkesin çok şaşırdığını okuyorduk. 
Geçiş’le Övgü arasındaki zamanda Faye yeniden evlenmiş, çocukları biraz daha büyümüş, hatta romanın sonunda öğrendiğimize göre istediklerini yapma özgürlüklerini kazanmışlar. Roman Faye’in bir edebiyat festivaline konuşmacı olarak gideceği uçak yolculuğuyla başlıyor. Uçak yolculuğunda yanındaki adamın koltuğuna bir türlü sığamamasıyla sohbet başlıyor. Bu sohbetlerde Faye’in katkısı çok az, yine gerektiği yerde ve sadece bazı sorular sorarak dahil oluyor. Oysa karşısındakiler neredeyse hayatlarını baştan sona anlatacak denli güvenilir buluyorlar Faye’i. Belki de insanların tek istediği kendisini yargılamadan dinleyecek, araya girmeyecek iyi dinleyiciler. Belki de bu yüzden uçaktaki koltuklara da koridora da sığamayan kocaman adam Faye’e bir anda önceki gece hasta olduğunu öğrendiği köpeğini kimseye söylemeden uyutturduğunu, sonra da ailesi görmesin diye sabah yola çıkacağı halde bütün gece onu bahçeye gömmeye çalıştığını, sabaha karşı işinin bittiğini, uykusuz yola çıkmak zorunda kaldığını bir bir anlatıyor. Faye’in neden karısına dahi söylemediğini sorduğunda ise verdiği cevap romanın asıl konusunu belirleyen ilk cümle oluyor: “Pilot’u çok seviyorlardı, ama onu eğiten disipline sokan ve ona bu kişiliğini kazandıran bendim. Bir anlamda Pilot’u ben yaratmıştım, ben yokken benim yerime orada bulunsun diye. Onun için neler hissettiğimi başka kimsenin anlayabileceğini sanmam, bizimkilerin bile. Onların orada olması ve duygularının benimkilerin önüne geçmesi fikri bayağı dayanılmazdı.” Faye o kadar mükemmel bir dinleyici ki adamın bu bencilliğine hiç ses çıkarmıyor. 
Erkekliğin bu korumacı ve anlamlandırması biz kadınlara zor gelen güçlü olma güdüsüyle başlayan roman edebiyat festivali boyunca bizi kadınlık erkeklik hâllerine ama en çok da edebiyat dünyasında kadınların ne kadar dezavantajlı olduğuna, eşitsizliklere tanık olmamızı sağlıyor. Avrupa’da, cinsiyet eşitliği konusunda dünyanın geri kalanından daha doğru bir yerde durduğu bilinen bir kıtada, sanatın bir dalında, eğitimli ve yetkin, pek çoğu sanatçı insanların arasındaki eşitsizliği okumak, aslında hep bildiğimiz, zaten yaşadığımız bu durumun belki de hiç ama hiç bitmeyeceğini düşündürtüyor bize, bir lanet gibi... 
Mesela Galli yazar Ryan’la tanışıyoruz, yıllarca öğretmenlik yapan Ryan ününü ancak başka bir adla yazdığı kitapla kazanmış ve buna biraz canı sıkkın. Ayrıca bu kitap ortak bir kitap, biri kadın iki yazarlı ama müstear isim yine erkek ismi olmuş: “...ama tabii besbelli birincil kişi kendisi olduğuna göre bu hayali yazarın da erkek olması mantıklıydı.” Üstelik daha sonra eski öğrencisi bu kadın yazarın romanın geçtiği 15. yüzyıl Venedik’i konusunda uzman bir doktor olduğunu, romanın onun sayesinde kurulduğunu öğreniyor, yani niye birincil kişinin Ryan olduğunu bir türlü anlamıyoruz. 
Daha sonra Sophia’yla karşılaşıyoruz. Faye onunla daha önce Amsterdam’da bir panele katılmış ve bu panelde oldukça alakasız bir biçimde hepsi kadın olan katılımcılardan rüyalarını anlatmaları istenmiş. Sophia da o paneli hatırlıyor. “Erkek konuşmacıların katıldığı bir panelde onlardan rüyalarını anlatmalarının isteneceğini hayal edemiyorum, dedi. Moderatörün bizden sözümona dürüstçe cevaplar beklediğini sanıyordu; sanki bir kadının hakikatle olan ilişkisi en iyi ihtimalle bilinçdışı bir ilişki olabilirmiş gibi, dedi.” Sophia boşanmış ve çocuklu bir kadın yazar. Roman boyunca çocuklarının sorunlarıyla uğraşıp duran kadın edebiyatçılardan, Geçiş’te aynı şeyleri yaşamış Faye’den ve ne kadar iyi bir baba olduğunu, karısının tabii ki çalışmadığını, böylelikle kendisine yazacak vakit kaldığını böbürlenerek anlatan erkek yazarlardan biliyoruz ki Sophia’nın hayatı çok zor. Üstüne üstlük festivalin yapıldığı ülke bir Avrupa ülkesi olmasına rağmen bu tip konularda çok daha geleneksel. (Ülkenin adı verilmese de doğa betimlemelerinden, atlatılan büyük ekonomik krizden, din ve spor tutkunluğundan Portekiz olduğu anlaşılıyor.) “Babası spor arabayla gezer, sahildeki villasındaki kız arkadaşını ziyaret ederken, annemse günde beş kere telefon edip fazla açık sözlü olduğum ve evlendikten sonra çalışmaya devam ettiğim için her şeyin benim hatam olduğunu söylerken, bu küçük şehirde, minicik bir apartman dairesinde, hasta bir çocukla sıkışıp kalmış olmak bana çok hakkaniyetsiz gelirdi. Bu ülkede, dedi, kadınların kabul ettiği tek güç köleliğin gücü, tek anladıkları adalet de kölelerin kaderci adaleti. En azından annem oğlumu seviyor, dedi, ama fark ettim ki çocukları en çok sevenler onlara genellikle en az saygıyı gösteriyor.”
Sophia roman boyunca Faye’in bize en çok dinlettirdiği kadın. Sophia’nın konuşmayı sevmesi, kendisini oldukça açık yüreklikle ortaya koyması, hatta yazarlar yemeğinde oğlu sebebiyle aslında olamayan cinsel hayatından bile bahsetmesi yorumsuz bir biçimde bize aktarılıyor. Faye onun yakışıklı ve evli yazar Luís’nin peşinden koşmasını, sürekli onlarla oturması için ısrar etmesini de gözlemci olarak aktarıyor, Çerçeve ve Geçiş’ten sonra artık biliyoruz, Tanrı anlatıcı yok, her şeyi bilen yok, yorum yok, önyargı yok. Biz kendi kendimize Sophia’nın bizi duyacağını sanıp “Yapma, bu kadar ısrar etme, yaralısın evet, ama yapma.” diyoruz.
Sonlara doğru gidilen toplantılar, yenilen yemekler, gazetelerle bir türlü yapılamayan söyleşiler derken edebiyatla ilgilenen üç kadın bir araya geliyor. Konuşulan konular çok benzer. İlgisiz babalar, zor bir boşanma süreci, sonrasında cezalandırma taktikleri... Paola en sonunda aslında varoluşumuzu özetliyor: “‘Hayatta kalıyoruz’ dedi Paola, boş kadehini içine bakmak için eğerek. ‘Bedenlerimiz, işlerine yaramayacak hale gelince bile yaşamaya devam ediyor, onları en çok çileden çıkaran da bu. Bu bedenler, yaşlanarak, çirkinleşerek ve duymak istemedikleri gerçeği onlara söyleyerek var olmaya devam ediyorlar.’” Üç kadının arasında okura en uzak olanı ilk yazımda da anlattığım gibi Faye. Bütün bu yazdıklarından sonra nasıl olup da yeniden evlendiği soruluyor ona. Faye ise yasaların üstesinden onların içinde yaşayarak gelmeyi umut ettiğini söylüyor ki bizimki, Sophia ya da Paola’nınki gibi memleketlerde bu yasaların üstesinden gelmek mümkün mü gerçekten bilmiyorum.
Faye ülkesine ve çocuklarına dönmeden bir gün önce bulduğu yegane fırsatta kendini okyanusun sularına atıyor. Ve roman daha birkaç sayfa önce umutla konuşan Faye’in adına bizim küfretmemize yol açan bir finalle bitiyor. Erkekliğin özünde ne olduğunu imleyen bir anla...

...........

Övgü kadınlık erkeklik, annelik ve babalıktan başka daha pek çok şey hakkında bir roman. Arka planda yazarların hiç durmadan konuştuğu Brexit var bir kere. Her yazarın bu konuda Faye’e sorulacak bir sorusu ve yapacak yorumu var. Bu politik gelişmenin dışında festival ülkesinin nasıl bir vahşi kapitalizmden geçtiği, yayınevlerinin ayakta kalabilmek adına sudoku kitapları basması, gazetelerin kitap eklerini kapatması, kapanan ve yerlerine otel yapılan tarihi kitapçılar, e-kitaplar çıktığından beri kitapların devrinin bittiğini duyuran felaket tellalları var. Bütün dünyada bağımsız kitapçılar aynı kadere yenik düşerken, bağımsız yayınevleri birer birer kapanırken, gazetelerin kültür sanat sayfaları -hatta gazeteler- tarihe karışırken gelecekte biz okurları nelerin beklediğini hakikaten merak ediyorum.
Ama asıl meseleye dönersek kadınların bu kapanmamış hesabının nasıl görüleceğini bilmek ediyorum. Dünyadan alacaklıyız, bize eşit davranmayan tüm sistemlerden, devletlerden, erkeklerden, kocalardan, babalardan alacaklıyız. Hatta komşumun dediği gibi rahmimize düştüğü anda hiç de hissetmediğimiz ama sonra dibine kadar yaşadığımız, hayatımızın her ânını vicdan azabı, kaygı, gelecek korkusuyla dolduran annelikten, bizi istediği gibi kırabileceğini düşünen ve bunu her fırsatta yapan çünkü onları her koşulda sevmeye, affetmeye kurulu olduğumuzu sanan çocuklarımızdan da alacaklıyız.
Rachel Cusk bu kısacık romanlarda tüm bu alacaklarımızı yeniden hatırlamamızı sağlıyor ve bunu o uzak, mesafeli, yargılamayan anlatıcı tekniğiyle yapıyor. Romanın orijinal adı Kudos ve ödül anlamına da gelen Yunanca bu sözcüğün neden seçildiği yine başka bir sohbette aktarılıyor. Yazarak, çevirerek, düzelterek var olan, yazdıklarını yayımlatan ya da yayımlatamayan, erkekler dünyasında savaş veren tüm kadınlara, Rachel Cusk’a, çevirmen Lâle Akalın’a bu satırların yazarından da kocaman bir “kudos”!


Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı oggito.com'da yayımlanmıştır.

14 Kasım 2019 Perşembe

Annelik


Doğurmak ya da doğurmamak...
Nebula Kitap’ın yayımladığı Annelik romanını çıktığı günden beri merak ediyordum. Geçtiğimiz hafta kitabı okuduktan sonra kadın edebiyatında bu derece güçlü, bu derece içten ve bu derece özgün bir sesi uzun zamandır duymadığımı düşündüm.
Annelik kadınlara dair bir kitap, evet. Kadınlara, annelerine hatta anneannelerine dair... 70’lerdeki kadın hareketinin güçlü ivmesinden sonra dünyanın o yöne daha hızlı ilerleyeceğini sanırken son on yıldır sadece bizim ülkemizde değil Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelerde de muhafazakâr aile yapısının sürekli gündeme getirilmesi “annelik” meselesinin yeniden ele alınmasını gerektiriyor. Kadınların ne zaman evlenmesi, ne zaman boşanması, ne zaman ve kaç tane doğurması, hatta nasıl doğurması gerektiği bile erkekler tarafından dile getirilen, utanmadan ahkâm kesilen konular. Anneliğin bu denli kutsanması, kadının varoluş sebebinin annelik olması gerektiği dünyada sağ siyasetin hiçbir zaman vazgeçmediği yöntemlerden biri ve artık bu konunun daha fazla ele alınması gerekiyor çünkü kadınların derdi sadece başımızdaki yöneticiler değil, evrimsel süreçle gelen bir biyolojik saatimiz, her ay dengemizi bozup bizi başka başka hâllere sokan bir döngümüz, ne olursa olsun soyumuzu devam ettirmeye yönelik şaşmaz içgüdümüz var. 
Sheila Heti romanına Çin’in kehanet sistemi I Ching’i açıklayarak başlıyor. Üç madeni parayla altı kez yazı tura atılan bu sistemden esinlenilen bir teknik kullanılıyor romanda. Hepimizin kendimize sorduğumuz soruları romanın isimsiz anlatıcısı üç madeni paraya soruyor. Aldığı evet ve hayır yanıtlarına göre ise sorularını çeşitlendiriyor ya da canı sıkılıyor, bırakıyor. 
İsimsiz anlatıcımız romanın başında otuzlu yaşlarının ortalarını yeni geçmiş, annelik için biyolojik saatin tik taklarını duyuyor, sevdiği bir erkek arkadaşı var, yazar olarak adını duyurmuş... Yani dışarıdan bakan biri için şartlar gayet yerinde, çocuk sahibi olmaması için hiçbir sebep yok. Oysa erkek arkadaşın önceki evliliğinden bir kızı var ve kesinlikle bir çocuk daha istemiyor ve bundan daha önemlisi anlatıcı çocuk isteyip istemediğinden hiç emin değil, istiyorsa da toplumsal ve biyolojik baskılar nedeniyle mi istediğini sorgulayıp duruyor. 
Romanda psikanalitik okumaya, yorumlanmaya müsait pek çok rüya ve mitolojik figür var. Tevrat’ta geçen bir hikâyeye göre Yakup tüm ailesini nehrin diğer kenarına geçirdikten sonra yalnız kaldığında sabaha kadar bir yaratıkla güreşir, yaratık onu yenemeyince uyluk kemiğini kırar, yine de yenişemezler, Yakup’a artık kendisini bırakmasını söyleyen yaratık, “Beni kutsamadıkça seni bırakamam.” yanıtı alır ve onu kutsar, adının artık İsrail olduğunu söyler. Yakup sorsa da bu yaratığın adını öğrenemez ve Tanrı’yla güreştiğini düşünür. Anlatıcı nedense bir falcının ona lanetli olduğunu söylemesi sonrası bu hikâyeyi hatırlar ve Yakup’un neden güreşmeyi bırakmadığını sorgular. Yakup yalnızken saldırıya uğrar, sonuna kadar direnir ve istediğini alır, kutsanır ve yine yapayalnız, üstelik yaralı olarak istediğini almanın gönenciyle yürür. Yakup’un yalnızlığı anne olmayan kadının yalnızlığına benzetiliyor ve romanın son sözü tekrar buna bağlanıyor.

Yalnızlık örneklerini o kadar doğru yerlerden seçiyor ki anlatıcı. Yirmili yaşlarında çok net bir kararla kürtaj olmaya gitmişken kendisine kürtaj olmamasını tavsiye eden doktoru, istemediği hâlde ultrason görüntüsünü göstermesini hatırlıyor mesela. Yine Stockholm’daki bir kitap okuma turunda, editörünün aktardığı bir olay doğurmayan kadınların dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile nasıl baskılara maruz kalabileceğini gösteriyor. “Bu kadın son yedi yıldır biriyle beraber olmasına rağmen, üniversiteden beri görüşen arkadaş grubu içinde çocuğu olmayan tek kişiymiş. Editörüm arkadaşının ve kocasının çocuk istemediklerini söyledi. Ama bu arkadaş bazen yemek buluşmalarına gelmediğinde, hep birlikte onun hakkında konuşuyor, onun için üzülüyor, çocuk istemeyenin adam olduğunu, aslında onun istediğini söylüyorlarmış. Kadının hayatı herkesin ilgi odağıymış. Ben onun belki gerçekten de çocuk istemiyor olabileceğini söyledim, ama editörüm bu olasılığı kabul etmekte epey zorlandı; başka bir kadının çocuk istememesini hayal edemediği için değil de özellikle bu kadın arkadaş grubu içinde hâline hep birlikte üzülebilecekleri, kendilerini kıyaslayıp ondan üstün hissedebilecekleri bir kişi olarak iyice yerleştiği için sanırım. (...) Kendi hayatlarının daha iyi olduğu hissini onlara yaşatabilecek birine ihtiyaçları vardı.” Durumun ne kadar tanıdık olduğunu söylemeye sanırım gerek yok ama burada can alıcı cümle son cümle çünkü aslında çocuk konusunu durmadan açanlar gerçekten de çoğu zaman çocuk doğurup kendi hayatlarını, zamanlarını kaybolmuş hissedenler. Hayatlarında hiç olmadıkları kadar mutlu olduklarını, “tamamlanmış” olduklarını anlatıp duruyorlar. Anlatıcının iki yaşında bir kızı olan arkadaşını ziyarete gittiğinde ona “Anneleri çok kıskanıyorum, çünkü ne olursa olsun, yanlarında hep biri, onlara ait bir şey var.” dediğinde duyduğu cevap bu konudaki en dürüst cümlelerden biri ve bunu kurabilecek denli cesur anne gerçekten az: “Bu doğru değil. Önceden bir şeylerim vardı. Artık hiçbir şeyim yok. İşim yok... kızım bağımsız biri. Bana ait değil.” Bu doğru bakış açısıyla baktığımızda aslında “çocuk sahibi olmak” kalıbının bile ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Sahibi olduğumuz bir şey yok ortada.
Anlatıcı yaşadığı baskılar ve içindeki huzursuzluk sebebiyle yumurtalarını dondurma aşamasına bile geliyor bir yerde, sonra yine vazgeçiyor. Erkek arkadaşı Miles’ı çok sevdiğini biliyorken bu çocuk doğurma konusuyla ilişkisini de mahvettiği düşüncesi madeni paralara en çok sorulan sorulardan biri. Romanın ortasından itibaren Sheila Heti bölüm başlıklarını aylık döngüye göre koyuyor. Sırasıyla Pms, Kanama, Foliküler ve Ovülasyon adlarını taşıyan bu bölümler birkaç kez tekrar ediyor ve anlatıcının yaşadığı duygu değişikliği o kadar net bir biçimde aktarılıyor ki. Pms bölümlerinde anlatıcının yaşadığı duygu durum bozuklukları, içinden ateş fışkırırcasına Miles’la ettiği kavgalar, huzursuz rüyalar ve doruk noktasına ulaşan yaratıcılık, sonrasında Kanama ve rahatlama, verilen kararlara geri dönme, hayatını yoluna koyma isteği, Foliküler dönemde aynı kararlılıkla devam edebilme ve bir anda girilen Ovülasyon dönemiyle sokaktaki her çocuğu kucaklama isteği, doğum kontrol hapını kesip çaktırmadan hamile kalma planları, durmadan sevişme isteği... Sonra sil baştan. Tüm bu biyolojik faktörlere rağmen anne olmama kararının ne cesurca olduğunu anlayabiliyor musunuz?
Kimselerin bu derece içtenlikle bahsetmediği adet döngüsünü, erkek arkadaşıyla sevişmelerini, kavgalarını bize açan anlatıcının bir başka derdi de taşıdığını düşündüğü genetik ve kültürel miras. Sheila Heti’nin anlatıcısı Macar göçmeni bir Yahudi olması dolayısıyla otobiyografik özellikler taşıyor. Anneannesinin toplama kampından şans eseri kurtulmuş olması ve genç yaşta kanserden ölmesi, annesinin Kanada’ya göçmesinin hemen ertesinde annesini kaybetmesi ve yıllar boyu onu rüyasında görmesi, kendi çocuklarını sahiplenmemesi, çalışmayı tercih edip çocuk bakımını kocasına bırakması gibi faktörler de anlatıcının işini zorlaştırıyor. Aslında tüm bu sürecin sonunda geldiğimiz bir yer var ki bu değişmiyor: Kadınların kendi anneleriyle ilişkileri. Hem cennetimiz hem cehennemimiz olan o yer. Yaşlandıkça içimizden fışkıran annemizle ne yapacağımızı bilemememiz. Anlatıcı da annesiyle aslında tam olarak barıştığı bir dönemin sonrasında rahatlıyor, artık biyolojik saatini geride bıraktığını düşünmesinin huzuru da var bu rahatlıkta ama annesiyle ve geçmişiyle barışıyor, onunla konuşup anneliği tartışıyor. Böylelikle şu cümleleri kurabiliyor: “Bir çocuğum olduğunu her ne kadar göremesem de sahiden de olmayacağını hayal etmek tuhaf. Ama olmaması da en az olması kadar harika, beklenmedik ve özel geliyor bana. İkisi de bir tür mucize hissi veriyor. İkisi de büyük bir başarı gibi. Doğanın taleplerine uymak ve ona direnmek -ikisi de güzel- ikisi de kendine göre etkileyici ve zor.” Ve bu barışmanın sonucu bitirebildiği kitabını annesine okuttuğunda anneannesi, annesi ve kendisi arasındaki köprüyü kurabildiğini görüyor. O da bir çocuk getirmiyor dünyaya, bir roman getiriyor.
Annelik bana çok iyi gelen bir roman oldu. Çok erken bir yaşta, üstünde çok da düşünmeden doğurdum, böyle yaptığıma hiç pişman olmadım çünkü yaşım ilerlese yapmayacağımı biliyordum. Ama çocuk doğurmamayı seçenleri hep anladım. Oysa son üç beş yıldır sosyal medyanın hele hele bazı anne blogger’ların yorumlarıyla sanki yine çocuksuz olunmaması gereken bir çağa geri döndük. Tüm bu sahtelik, bu annelik kutsamaları, bu prensesler paşalar yetiştirmecilik umarım ileride bir gün normale döner çünkü hayatlarında anne olmaktan başka bir şey olamamış kadınların çocukları bunun için onları kutlamayacaklar.
Sheila Heti, Paris Review’a verdiği röportajda bir arkadaşının Annelik üzerine yorumundan bahsetmiş. “Eğer erkekler doğursaydı, Platon’dan başlayarak annelik hakkında yüzlerce kitap yazılmış olurdu ve felsefenin temel sorusu doğurmak ya da doğurmamak olarak değişirdi.” demiş. Çok doğru bir cümle olduğunu söyleyerek, tüm annelerin, anne olmamışların, anne olmayı düşünmüşlerin, çok eskiden anne olanların ve kadınları kıyısından köşesinden anlamayı düşünen erkeklerin okuması gerektiği bir roman olduğunu eklemeliyim. Nebula Kitap bizi iyi kitaplar, iyi çevirilerle buluşturmaya devam ediyor.

Banu Yıldıran Genç

Annelik
Shiela Heti
çev: Aslı Mertan
Nebula Kitap, Mart 2019, 286.

* Bu yazı Agos Kirk'in Ağustos 2019 sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...