Çocukluk,
o gizli bahçe...
Çocukken
en sevdiğim şey, eğer vakti varsa annemin yoksa ablamın kucağına
ilişip kendimle ilgili sorular sormaktı. Bebekliğimden başlayıp
anımsayamadığım üç dört yaşıma uzanan dönemle ilgili ne
varsa bilmek istiyor, sorduğum sorularla herkesi bıktırıyordum.
Şimdi bile hayal meyal hatırladığım bazı sahneler var sorduğum
sorulara dair... Evden kimseyi bulamadıysam benle ilgilenen
akrabalardan birine sırnaşıyor -çünkü itiraf etmeliyim ki
oldukça sırnaşık bir çocuktum- “sonra
ne yapmıştım, sonra ne demiştim”
diye bitmez tükenmez sorularıma başlıyordum.
Ailenin
son ferdi olduğum, üstüne üstlük babaannemin sarışınlık
genlerini bir şekilde kaptığım için el üstünde tutulan,
sevilen, şımartılan bir çocuk oldum. Ablamlar bazı yaptıklarımı
çok hoş sözlerle anmasalar da kimseyi üzmeden büyüdüm de
diyebilirim. Çocukluğuma ait anımsadığım net şeylerden biri
benle kim oyun oynuyorsa o dönem en çok onu sevdiğim. Bu sevilen
kişi sık sık değişiyordu çünkü büyükler çocuklarla oyun
oynamayı pek sevmiyordu. Baba çalışıyordu ki babalar oyun
oynamazdı, anne zaten misafirdi, yemekti, temizlikti hep meşguldü.
Kitap
okudukça yıllar boyu normal sandığım bir olgunun -büyüklerin
işleri vardır, çocuklar birbiriyle oynar- o kadar da normal
olmadığını anlamaya başladım. Okuduğum Amerikan, İngiliz,
İskandinav ve hatta Latin Amerika romanlarında, öykülerinde,
tanık olduğum, şaşırdığım bir şeydi bütün ailenin toplanıp
oyun oynaması, çocuklarla beraber bir şeyler yapması... Sınıfsal
bir ayrımı da yoktu oyun oynamanın, çünkü en fakir aileler bile
hiçbir şey yapamasa Noel'i, Paskalya'yı çocuklarla oyun oynama
zamanına dönüştürüyordu. Düşünün ki dini bayramların
çocuğu bu kadar merkeze koymasının dışında, Cadılar Bayramı
diye tamamen çocuklara hitap eden eğlenceler yaratmış ülkelerden
bahsediyorum.
İlk
kez bir oyuncak müzesi gezdiğimde bu ayrım gözümde daha da
netleşti. Toplum olarak hiçbir şeyi saklamamamızı geçelim,
böyle bir oyuncak kültürümüz de yoktu. Burjuva ailelerin bebek
evlerinden, porselen bebeklerinden söz etmek abes belki ama onun
dışında orta sınıf için de yüzyılın başından beri bin bir
çeşit oyuncak yapılmıştı başka memleketlerde. İstanbul gibi
büyük bir kentte bile elimizde kalan Eyüp oyuncakçılarının
yaptığı üç beş parça oyuncak, onun dışında evlerde kızlara
dikilen bez bebekler, oğlanlara alınan meşin toplar, misketler...
Yine
memleketin büyük bir kısmında o meşin topla, bez bebekle oynama
yaşı da en fazla yedi sekizdir. Çünkü bizde çocuğun işi çok
erken başlar, bırakın birey olarak saygı görmeyi, ilgilenilmeyi,
hani neredeyse işe güce yardım etsin diye doğurulmuştur.
Erkekler evin dışındaki işlere yardım eder, gerektiğinde
çalıştırılırken, kızlar ev işi yapar, kardeş bakar, on
yaşına geldiğinde birçok işte ustalaşmıştır bile.
Bu
anlattıklarımın sosyolojik konular olduğunun farkındayım, az
gelişmişlik, eğitimsizlik, dini inanç çok etkili ama işte o hep
şikâyet ettiğimiz gerçek bariz bir biçimde karşımızda
duruyor. Toplum olarak bireyleşme aşamasına geçemediğimizi, bu
nedenle hep ergen davranışlar sergilediğimizi psikologlar ağız
birliği etmişçesine tekrarlıyorlar. Edebiyattan yola çıkıp
sosyolojiyle, psikolojiyle vardığımız nokta yine aynı:
Yaşanamayan çocukluk, kendi çocuklarını bile başkalarının
yanında sevmenin ayıp sayıldığı bir toplum, sonuçta
büyüyemeyen insanlar...
Yazının
başına dönersek çocukluğu hatırlamanın ya da hatırlamak
istemenin mutlu, belki de en azından birey olunan bir çocuklukla
ilgisi olduğunu düşünüyorum. O zaman kendimizden kaçmamız
gerekmiyor çünkü. Yıllar içinde çocukluğu anlatan roman ve
öykülere özel bir ilgi duyduğumu fark ettim. Hatırlamaya değer
anılarla dolu bir çocukluk mutlaka edebiyata yansıyor. Geçmişi
bir yapboz gibi parça parça anılarla kurmak, onu bir biçimde
bugüne bağlamak ise her yazarın üstesinden gelebildiği bir şey
değil.
Nasıl
Amerikan edebiyatı bireysel bunalımları anlatmakta usta ise,
İskandinav edebiyatı da çocukluk konusunda, o yılları tüm
detayıyla, rengiyle, tadıyla, kokusuyla, dokusuyla, duygusuyla,
hiçbir biçimde büyüklerin değer yargısını katmadan
anlatabilmesiyle usta bence. Savaş döneminde geçen çocukluğu
bile büyülü bir anlatıya dönüştüren Per Petterson ve At
Çalmaya Gidiyoruz,
yoksulluk içinde geçen çocukluğu anlatırken ormana yapılan ağaç
evlerden, okunan çizgi romanlardan dem vuran Ralf Rothmann ve Genç
Işık,
babası öldükten sonra ortaya çıkan gayrimeşru kız kardeşe
abilik yapan Finn’in anlatıldığı, ailecek oynanan Mikado
oyunları, partiye dönüşen Noel ağacı süsleme detaylarıyla
aklımda kalan Roy Jacobsen ve Harika
Çocuk,
bu konuda ilk aklıma gelen romanlar.
Edebiyatımızda
çocukluk hep vardı, Füruzan'dan, Sabahattin Ali'den, Tezer
Özlü'den biliyoruz ama anıların baskın olduğu, çocukluğun bir
biçimde görünmez iplerle büyüklüğe bağlandığı romanları,
öyküleri son yıllarda okumaya başladık. Ne de olsa ülkenin
sosyolojik yapısının değişmeye başladığı yetmişler,
seksenlerde doğanlar günümüzün genç yazarları sayılıyor. İlk
olarak Ayfer Tunç ve Bir
Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek’in
adını anmak isterim. Anı türündeki bu kitap detayların,
çocukluk sırlarının, unutmaya çalıştığımız saçma
geleneklerin bile ne önemli olduğunu anımsattı bize. Ahmet Büke
ve taşrada geçen çocukluğa hayran olduğumuz Sosyal
Ayrıntılar Ansiklopedisi serisi,
Emrah Serbes’in arıza erkek çocukları ve Erken
Kaybedenler,
ilk aklıma gelenler.
Latin
Amerika romanlarında örneklerini gördüğümüz tarzda, politik
bir ortamda geçen çocukluğun anlatıldığı romanlara bir örnek
ise Ece Temelkuran’ın Devir’i,
fakat çarpıcı bir konuyu fazlaca detaya ve doğal olmayan çocuk
diyaloglarına, düşüncelerine boğduğunu, bu nedenle de konuya
yazık olduğunu söyleyebilirim. Doğallık, olduğu ya da olması
gerektiği gibi anlatmak, duygusal aforizmalar yerine çarpıcı
anlar, durumlarla okuru romanda yaşatmak sanırım çocukluğa
değinen edebiyatla ilgili önemli noktalar. Politik baskılarla dolu
bir ortamda geçen çocukluğun anlatıldığı Alejandro Zambra’nın
Eve
Dönmenin Yolları,
okuduğun en iyi örneklerden biriydi.
Bu
saydığım kitaplar öyle bir etkiliyor ki okuyanı, bir de
bakıyorsunuz ki dakikalardır aynı sayfaya bakarken geçmişe
dalmış gitmişsiniz... Çocukluk bir büyülü dünya, bir gizli
bahçe... Bu bahçeye geri dönmek isteyenlerle "gözümüzü
kapatıp en eski anımızı bulmaca"
oyunu oynayalım mı?
Banu
Yıldıran Genç
* Bu yazı Oggito'da yayımlanmıştır.