Nevada: Edebiyatla bütünleşen coğrafya
Türkçede daha önce hiç yayımlanmamış yazarları bulmakta, bu yazarların öykü ve romanlarını iyi çevirilerle okura sunmakta usta olan Yüz Kitap son kitabıyla Amerika’nın genç ve yetenekli bir yazarını tanıştırıyor bizle. 1984 doğumlu Claire Vaye Watkins, Nevada’daki öykülerde doğup büyüdüğü Kaliforniya ve Nevada bölgelerini neredeyse birer ana karakter gibi işlemiş.
İlk öyküde yazar bize kendini açıyor çünkü adım adım hem Reno kasabasının bugününe hem de Claire Vaye Watkins’in kişisel hikâyesine geliyoruz. Hayaletler, Kovboylar adındaki öykü şöyle başlıyor: “Annemin çekip gittiği gün Razor Blade Baby bizim oraya taşındı. Sonuçta, başlangıçları düşünmeden edemiyorum.” Ve anlatıcının öyküye farklı farklı başlangıç önerileriyle devam ediyor, bu önerilerde 1860’larda Reno kasabasının bahtsız bir maceracı tarafından nasıl kurulduğunu, 1880’lerde oraya taşınan gay bir mimarın kasabanın kaderini değiştirip nasıl yanarak öldüğünü, Los Angeles’ta 1940’lı yıllarda içinde kovboy filmlerinin çekildiği bir set olan çiftliği, 1960’da Nevada çölünde deneysel olarak yapılan ve halkın izleyip soluduğu yüz dört kilotonluk nükleer patlamayı, 1968’de içinde kovboy film seti olan bu çiftliğin Charles Manson’ın tarikatının kurulduğu yer olduğunu ve anlatıcıyla -bu öyküde yazarın kendisi- bağını birer birer öğreniyoruz. Bu bağ, yazarın babası Paul Watkins’in o dönemde Charles Manson’un bir numaralı yardımcısı olması.
Yazar öyküde kendi adını kullanarak aslında kurmacayla gerçek arası bir tür denemiş. Manson’un o çiftlikte bebeğini bir türlü doğuramayan genç bir kıza jiletle yardım ettiği ise bir rivayet ve bu bebek yani Razor Blade Baby, öykünün kurmacaya bağlanan kısmı. Bu bebeğin doğumu bir efsane gibi anlatılagelmiş, Claire Vaye Watkins onu öyküde bugününün tam ortasına yerleştiriyor. Babası sonradan tarikattan ayrılıp Manson’un aleyhine ifade verse ve pişmanlığını gösterse de yazarın aklı hâlâ karışık: “Yıllar sonra, Hodgkin’s hastalığı babamı yiyip bitirdikten çok daha sonra, annem babamın ‘Charlie’nin bir numaralı genç kız tedarikçisi’ olduğunu söylemişti. Bunu utanarak mı yoksa gururla mı söylüyor, anlayamamıştım.” Kendisini ve yaşamını okura bu denli içtenlikle açan Watkins’in bu girizgâhı pek çok öyküde göreceğimiz izleğin de başlangıcı: İntihar eden anneler. Öykünün bir yerinde “et bıçağı saplanmış bilekleri”yle betimlenen anne bir gün bunu gerçekten başaracak ve kızının öykülerinin leitmotif’i olacak.
Man-O-War öyküsü yine olabilecek en garip yerlerden birinde geçiyor. Issız, kimsenin olmadığı ve aslında girişin tamamen yasak olduğu iki buçuk milyon dönümlük bir havza, Nevada’daki Black Rock çölü. Bu çölü aslında sağ olsunlar son dönem zenginlerimizin gittiği Burning Man festivalinden biliyormuşuz. Claire Vaye Watkins’in en büyük başarısı bence coğrafyayı öykülerin en önemli parçası hâline getirebilmek. Öykü bu bölgede yaşayan emekli madenci Harris’in 5 Temmuz sabahı Bağımsızlık Günü kutlamalarının sarhoşluğu sırasında havai fişeklerini, patlayıcılarını unutanların ardından keşfe çıkıp bulduklarını toplamasıyla başlıyor. Hatta adını da bu patlayıcılardan birinden alıyor: “... bir tane de artık neredeyse hiç bulunmayan, Man-O-War marka, profesyonel havai fişek bataryası... Kızılderili bir oğlan 1999 yılında kardeşinin suratını bu bataryayla parçaladığından beri Paiute topraklarında bile kullanılması yasaklanmıştı.” Keşif turunu tamamlayıp eve dönmeye çalışan Harris’in kurduğu tüm düzen, köpeği yaşlı ve sakat Milo’nun çölün ortasında yatan genç kızı bulmasıyla bozulacak. Kızın yaşadığını anlayıp eve getirmesiyle münzevi hayatının da detaylarını öğreneceğiz. Baygın kıza yaşaması için tek çare olan suyu bol bol içirirken en fazla on beş on altı yaşında gösteren yüzündeki aşırı makyajı, süslü kıyafetleri ve göbeğindeki kocaman morluk dikkatini çekecek Harris’in. Ertesi gün ayılan ve eve gitmek istemeyen, artık adını da öğrendiğimiz Magda’yla Harris bambaşka bir bağ kuracak. Magda’nın bir şey yemediğini görünce kilerden tuzlu kraker getirmesi ise öykünün tepe noktalarından biri: “‘Eski karım bunlardan kutu kutu yerdi.’ ‘Ne mutlu ona,’ dedi Magda. ‘Bilhassa hamileyken,’ diye ekledi. ‘Sanırım bulantısını biraz olsun bastıran tek şey buydu. Her yere bunlardan koyardı. Komodinin üstüne, ilaç dolabına, kamyonetin torpido gözüne.’ Magda karnına dokundu, sonra elini hızla kaldırdı. Tuzlu krakerlere şöyle bir baktı, sonra paketi açtı. Bir kraker çıkardı, tuzlu tarafını diline bastırdı. ‘Anlaşılıyor mu?’ diye sordu, ağzı doluyken.” Bu detayla öğrendiğimiz hamilelik, Harris’in karısı hamileyken kaybettikleri bebeği anımsamasına yol açıyor. Sonrasında ise Magda bebeğin babasını söyleyecek kadar değilse de karnındaki morluğun sebebini açıklayacak kadar güveniyor Harris’e.
Yaşlı adam nedense hayır diyemediği bu kızı evine götürmeyi geciktirdikçe geciktiriyor, yüzmesi için termal su kaynaklarına götürüyor, izlemesi için havai fişek patlatıyor. Ve ertesi gece onu uyurken izlerken bağlandığını hissediyor birden. “Kızın bebek arabasına ihtiyacı olacak diye düşündü. Araba koltuğuna... Kısırların doğurganlara nasıl bağlandığını düşündü. Bizim, dedi içinden, beşiğe ihtiyacımız olacak.” Öyküde Harris’in iyi kalbine şahidiz, sabah onda havanın 41 dereceyi bulduğu, toprağın üstünde ısı dalgalarının salındığı çölün ortasında bulduğu bu kıza ve bebeğine dair kurduğu hayallere, umutlarına da... Sabah Magda’nın babası kızını almaya geldiğinde Harris’in hissettikleri, büyük bir kavga, şiddet beklentisi uyandırıyor, Magda gitmeyecek sanıyoruz ama öyle olmuyor, teslimiyetle biten bu sonda asıl yumruğu yiyen yine biz oluyoruz. “Magda babasının kamyonetine döndü. Castaneda kızın elini tutarak arabaya binmesine yardım etti. Kapıyı kapatmadan önce kızına gülümsedi ve ensesini okşadı. Çok kısa sürmüştü -bir an sadece- ama Harris adamın kıza dokunuşundan her şeyi anladı.” İşte Watkins’in bu hiçbir şey söylemeden her şeyi sezdirerek yarattığı son, edebiyatımızda en çok eksikliğini hissettiğim şey diyebilirim.
Yazarın bambaşka tekniklerle yazdığı diğer bir öykü Arşivci. Adını bilmediğimiz kadın anlatıcı kendisini pek de sevmeyen Ezra’dan ayrılmasının acısını yaşıyor. Kız kardeşi Carly’nin desteğine, yeni doğmuş yeğeni Mucize’ye ve hatta Ezra’nın uğruna terk ettiği eski erkek arkadaşı iyi kalpli Sam’in yardımlarına rağmen içinde bulunduğu boşluktan çıkamıyor. Güzel sanatlar okumuş anlatıcı sık sık eşyalarına bakıp Ezra’yı hatırlıyor ve bir Yitik Aşklar Müzesi kurmayı tasarlıyor, bir ayakkabı, ön kapı ve yataktan oluşan sergi nesnelerini düşünüyor, hatta içten içe etiketlerini yazıyor. (Bu kısımlar bana Masumiyet Müzesi’ni hatırlattı aslında.) Bir süre sonra hamile olduğunu anlıyor ve Sam’le birlikteyken olduğu kürtajı anımsıyor. Kürtajı anımsadığı bölüm öyle bir teknikle yazılmış ki hem okur hem de anlatıcı olayların trajikliğinden minimum düzeyde etkileniyor diyebilirim. Her şey klinikte anlatıcının şahit olduğu bir telefon konuşmasıyla aktarılıyor, bir kadın telefonda arkadaşına neler yaptıklarını, doldurduğu formları, seçmesi gereken anestezi yöntemlerini, sonrasında onları neler beklediğini uzun uzun anlatıyor. Biz de yaşanan her şeyi bu kadının aracılığıyla öğreniyoruz. Bu kez bebekle ne yapacağına karar veremeyen anlatıcının asıl trajedisi ise öykünün başında geçiştirdiği “Annemiz dünya güzeliydi ve alkolikti.” cümlesine dayanıyor. Anne ölümü bu öykünün de en önemli parçası. Zihnindeki müzesini düşünüyor yine: “Yitik Aşklar Müzesi’nde bir Anne Kanadı olabilir.” Sonra bu kanadı dolduracağı nesneleri, duyguları tartıyor ve şöyle bitiriyor cümlesini: “Ama Anne Kanadı büyük ihtimalle tamamen boş olur.” Öykünün sonunda Carly’e patlayıp bağırması, sonrasında ağlaması ve hem itiraf eder hem de yardım istercesine “İçimde annemden çok var, varlığını hissedebiliyorum.” demesi ise tüm korkularını anlamamızı sağlıyor.
Bahsetmek istediğim son öykünün adı Kazı Yerleri. Yüzbaşı John Sutter’a ithaf edilmiş. Öykü bir dönemi, o kadar büyük bir gerçekçilikle anlatıyor ki kimmiş bu John Sutter diye araştırırken kendimi Amerika’nın “Altına Hücum” yılları içinde kaybettim. Watkins bir dönemi olanca gerçeği ve detayıyla kurmacaya aktarmış. İki kardeşin Ohio’dan kalkıp altın bulma umuduyla Kaliforniya’ya gelmesi, yolculukta yaşadıkları zorluklar, her şeylerini kaybetmeleri, zar zor kazı yerine varınca bölge sahibi İsveçli -muhtemelen Sutter’ın oğlu- tarafından kazıklanmaları, kazıya dünyanın öbür ucundan gelmiş Çinliler, onların uğradığı ayrımcılık, açlıktan ve pislikten bir süre sonra hastalanmaları gibi olayların dışında, altın bulmaya yarayan tüm aletleri olanca detayıyla betimlemesi, eğlence için yapılan bir boğa ve ayı dövüşünü tüm vahşetiyle anlatılması (film izlerken olduğu gibi gözümü kapadım birkaç yerinde) sanki bir yazarın çalışarak nasıl tarihi bir öykü hatta novella -toplam elli iki sayfa- yazabileceğini gösteriyor.
Amerika’nın üzerinde kurulduğu topraklara ve o toprakların yerlisi insanlara ihaneti pek çok öyküde hissediliyor. Belki de o yüzden lanetlenmiş topraklar konusunda çok benzediğimizi düşündüm. Öyküler hem çok sert hem de çok insana dair. Zeynep Baransel’in usta çevirisiyle Nevada’yı kaçırmayın.
Banu Yıldıran Genç
Nevada
Claire Vaye Watkins
çev: Zeynep Baransel
Yüz Kitap, Şubat 2020, 255 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Mart 2020 sayısında yayımlanmıştır.