McCarthy'nin Dünyası
Yazın
tamamen şans eseri aynı dönemi, aynı yerleri ve aynı insanları
anlatan iki farklı roman okudum. Biri bundan bir yıl kadar önce
yayımlanan, daha çok öyküleriyle tanıdığımız John Cheever’ın
Bullet
Park
adlı romanı, diğeri ise Richard Yates’in geçtiğimiz yıllarda
sinemaya da uyarlanan Bağımsızlık
Yolu
adlı romanı.
Her
ikisi de 1950’lerde, McCarthy döneminin olanca baskısında,
mutsuz insanlarla dolu banliyölerde geçiyor. Zaten her iki romanın
adı da mahalle ya da site adlarından geliyor. Roman kahramanları
New York’ta çalışıp eve yarım saat, bir saat ötede bir
banliyöde yaşamayı tercih eden, işe trenle gidip dönen, evli,
çocuklu ve mutlu beyaz yakalılar...
Cheever
okuyanlar oldukça eleştirel bir dili olduğunu bilirler. Bullet
Park’ta
da, mahalleyi, mahallede yaşayan insanları kabile olarak
adlandırmakla başlar ironisine. Kocası intihar eden bir kadının
evini satarken söyledikleri gözümüzün önündeki resmi
netleştirir: “Kabilelere
gelince, düzenli bir kabile gibi. Dul kadınlar, boşanmış
kadınlar, yalnız erkekler; kabilenin yaşlıları hepsini kapının
önüne koyuyor.”
Bullet Park’ın sakinleri bellidir. Erkekler takım elbiseleriyle
şehre işe gidecek, evin hanımı en az iki ya da üç çocuğunu
okula gönderdikten sonra hayır işleri, kitap kulübü, amatör
tiyatro gibi hobileriyle ilgilenecek, tabii ki kocası dönmeden evde
olacak, akşamları kokteyl içerken günlerinin nasıl geçtiğini
tartışacaklardır. Pazar günleri bile bellidir bu kabilede,
erkekler çimleri biçmeli, sonra hep beraber kiliseye gidilmelidir,
taşkınlığa, sarhoşluğa ve elbette intihara yer yoktur.
“Onlar
George ve Helen Ridley değildi. Onlar ‘Ridley’ler’di.
Kaderlerindeki hisseleri tezgâh üstünde birleştirip satmış
olabileceklerini düşünüyordu insan. Steyşın vagonlarının
kapısında ‘Ridley’ler’ yazıyordu. Garaj yollarının sonunda
‘Ridley’ler’ yazan bir levha vardı.”
Bullet
Park’tan
bu son alıntıyı yaptıktan sonra diğer romana geçiyor ve bu
soyadı meselesini aynı biçimde ele alan bir bölümü
alıntılıyorum:
“Asla ‘Donaldson’ yazmaz ya da ‘John J. Donaldson’ ya da
ismi her ne boksa işte. Her zaman ‘Donaldson’lar’. Oyuncak
tavşanlar gibi pijamalarıyla bir arada gevşek gevşek oturmuş
şekerlemelerini atıştırırken hayal edebilirsin onları.”
Bağımsızlık
Yolu konutlarında yaşayan o tip insanlardan olmayacaklarını
savunan Frank ve April çiftinin hikâyesi biraz daha duygusal.
Richard Yates daha klasik tarzda bir roman yazmış, Cheever’ın
derinlemesine işlemeden, alayla anlattığı karakterlerinden,
anlatış tarzından uzak ve bu nedenle belki, insanın içine çok
daha fazla işliyor.
Konservatuar
mezunu parlak bir kadınla, İkinci Dünya Savaşı’na katılarak
hayatın gerçeklerini görmüş zeki bir genç adamın aşklarının
ve evliliklerinin neredeyse her aşaması geri dönüşlerle
aktarılıyor. Evliliği daha düşünmezken April’ın hamile
kalması sonucu birden evlenmeleri, Frank’in masa başı işinde
zekâsının harcandığı düşüncesinden kurtulamaması ve peş
peşe doğan çocuklarla içlerine düştükleri mutsuzluk yüzünden
durmaksızın birbirini yemeleri, herkesin rol yaptığı bu küçük
kasabada doğal karşılanıyor.
Bur
komşunun herkeslerden sakladığı, matematik öğretmeniyken sinir
krizi geçirip akıl hastanesine kapatılan ve yıllarca elektroşok
tedavisi gören oğlu John’dan başka gerçekleri söyleyecek kimse
yok aslında: “Evcilik
oynamak istiyorsan bir işin olması lazım. Çok güzel, çok tatlı
bir evin olsun istiyorsan, sevmediğin bir işin olması lazım.
Harika. İnsanların yüzde doksan sekiz nokta dokuzu böyle
davranıyor, o yüzden bana inan dostum, bunun için özür dilemene
hiç gerek yok. Biri çıkıp da ‘Bunu niye yapıyorsun?’ diye
soracak olursa, onun Eyalet tımarhanesinden dört saatliğine çıkmış
biri olduğuna emin olabilirsin, anlaştık mı?”
Bağımsızlık
Yolu’nun
daha etkileyici olmasının bir sebebi de McCarthy dönemi
baskısından, evlere kapanmış insanların mutsuzluğundan da dem
vurması. Ve tabii April’ın hayatını iki kere mahveden kürtaj
yasağı ki romanda kürtajın orta sınıf Amerikalılarca nasıl
reddedildiği, çocuk doğurmak istemeyen kadınların nasıl
histerik sayılıp, yalnızlaştırıldığı çok dokunaklı bir
biçimde anlatılıyor.
Etrafımdaki
insanların çoğunun dikenli tellerle çevrilmiş sitelerde yaşamaya
başladığı gerçeğini romanları okuduktan sonra bir kere daha
idrak ediyorum. 1950’ler Amerika’sıyla 2000’ler Türkiye’sinde
şaşaalı sitelerde yardımcıları, güvenli yaşamları, şaşmayan
düzenleri, geleceği belirsiz bu memlekette cesaretlerine hayran
olduğum bir biçimde doğurdukları paşaları prensesleriyle
çoğunlukla instagram’da yaşayan beyaz yakalı tanıdıklarımın
benzerliği bir yana, baskı döneminde dışarı çıkmayı kesip
evlerde otururken yaptığımız “N’olacak
bu hâlimiz?”
muhabbetlerinin benzerliği bir yana... Sonra bir de Amerika’nın
şimdiki başkanı geliyor aklıma ki... “Yok
yok”
diyorum kendi kendime, “her
şey çok acayip.”
Banu
Yıldıran Genç
John
Cheever,
Bullet
Park,
çev. Ayça Sabuncuoğlu, Can Yayınları
Richard
Yates,
Bağımsızlık
Yolu,
çev. Esra Birkan, YKY
* Bu yazı Express dergisinin Ekim 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.