jonathan coe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jonathan coe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mart 2020 Perşembe

Maxwell Sim'in Aşırı Özel Hayatı


Kapitalizm ve küreselleşmenin gölgesinde bir yolculuk hikâyesi
Kirk’in bir diğer yazarı Bürkem Cevher’in “Eminim çok seveceksin.” diyerek verdiği Yağmurdan Önce’den beri en sevdiğim yazarlar arasına hızla girdi Jonathan Coe. Türkçede yayımlanmış kitaplarını sırayla okumaya başladım. İki kitabı maalesef E Yayınları’nda, Uyku Evi tükendi gözüküyor, Yağmurdan Önce’ye de ulaşmak çok zor. Bunların dışındaki kitaplarını Habitus Yayınları gayet düzenli bir biçimde yayımlıyor ve bildiğim kadarıyla yayımlamaya da devam edecek. Geçtiğimiz yaz daha önce yayımlanan romanları Expo 58’i ve Bir Aile Kroniği’ni okudum. Bu sene ise Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı ve 11 Numara adlı romanları peş peşe yayımladı. 
Jonathan Coe niye bu kadar özel bir yazar? Bir kere çok rahat okunan bir yazar, hem rahat okunan, hem insanların hikâyelerini çok iyi kuran ve anlattığı bu hikâyelerin arkasında mutlaka toplumsal birtakım olgulara değinen bir yazar. Hiçbir biçimde toplumcu mesajlar vermemesine rağmen romanlarını bitirdiğinizde kendinizi anlattığı o dönemle ilgili aydınlanmış hissediyor, o dönem şartlarını, o şartların insanlara neler yaşattığını anlıyorsunuz.
Expo 58 tamamen Soğuk Savaş dönemine odaklanan, casusluk sosuna bulanmış çok güzel bir aşk hikâyesi anlatıyordu. Belçika’daki ünlü Atomium’un açılış süreci ve Expo fuarının işleyişi de yine romanın temel konularındandı. Jonathan Coe hemen her romanının sonunda konuyu nasıl bulduğunu, nasıl çalışıp yazdığını anlattığı için günlük hayattaki herhangi bir şeyin yazarı nasıl tetiklediğine ve bir şekilde o olayın üstüne nasıl koca bir roman inşa ettiğine ayrıca hayret ediyor ve hayran oluyoruz.
Bir Aile Kroniği sanırım sinirlerimi en çok bozan romanı oldu, hem gerçekliği hem de korkunçluğuyla. Thatcher dönemi karanlığı, işçi düşmanlığı bir yandan, İngiltere-Amerika gibi ülkelerin Ortadoğu’da yaptıkları bir yandan, o dönemden bugüne her şeyin daha da kötüleştiği hissi üstüme bir yük gibi çöktü. Winshaw ailesinin tarihinin de anlatıldığı, hatta bu tarihin yazılması için tutulan bir yazarın bazen anlatıcı olduğu, bol oyunlu, farklı teknikli ve beş yüz sayfanın su gibi aktığı bir roman. Ailenin her bir ferdinin bir sektörü ele geçirip o sektörü vahşi bir kapitalizmle yönetmesi, bu sebeple silah, sağlık, hayvancılık, gıda sektörlerinin geldiği korkunç durum 80’lerde çoktan başlamış meğer. Sonunda whodunit (kim yaptı) tarzı bir polisiyeye dönüşen ve Coe’nun çok sevdiği gibi ters köşeyle biten roman boyunca aklımda Trump ailesi vardı desem yalan olmaz.
Geçtiğimiz aylarda yayımlanan Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı bu iki romana göre daha küçük çaplı diyebiliriz. Aile hikâyesi olması dolayısıyla ve bireysel trajedilere odaklandığı için Yağmurdan Önce’ye daha çok benziyor aslında. 
Roman bir gazete haberiyle başlıyor. 48 yaşındaki Maxwell Sim’in kar altındaki Aberdeen’de arabada çırılçıplak donmak üzereyken bulunduğu, arabada iki boş viski şişesi, iki koli dolusu diş fırçası ve bir battal boy çöp torbası dolusu Uzakdoğu’dan gelen kartpostal oluşunun gizemi iyice artırdığı yazılmış. Merak etmeyin, bu gizemi Jonathan Coe bize peyderpey açacak.
Bundan sonra roman beş bölüme ayrılıyor ve bölüm adları Maxwell’in yolculuklarında gittiği yerlerden oluşuyor. Romanın anlatıcısı Maxwell Sim’i babasını ziyaret için gittiği Sydney’de tanımaya başlıyoruz. Karısından altı ay önce ayrılan ve bu nedenle duygusal bir çöküntü geçirip aylardır izinde olan bir satış sonrası danışmanı. Babasıyla her zamanki gibi soğuk ve mesafeli birkaç hafta geçirdikten sonra evine dönmek üzere saatler sürecek Avustralya – İngiltere yolculuğu başlıyor. 
Bu yolculukta yalnızlıktan bunalan Maxwell artık hayatını değiştirme kararı alarak sosyalleşmek istiyor, bu yeni kararın verdiği heyecanla uçakta yan koltuğunda bulunan iş adamıyla tanışıyor, anlattıkça anlatıyor. Jonathan Coe romanlarından öğrendiğimiz yegâne şey hiçbir şeyin tam anlamıyla yolunda gitmeyeceği. Yolculuğun ortasında hostesler tarafından susturulan Maxwell, yaşanan koşuşturmada yol arkadaşının ölmüş olduğunu anlıyor. Hem de on beş dakika kadar önce. Bundan sonrası bu trajikomik olayın devamında yaşananları kıkırdayarak okumak oluyor çünkü Coe üzücü olayları absürtleştirip güldürebilen bir yazar. Ve bölüm sonlanırken Maxwell Sim’in çok da şansı yaver giden bir tip olmadığını artık anlamış bulunuyoruz.
Neyse ki yolculuğun ikinci etabında, aktarma yapılacak olan Hong Kong’da daha “canlı” bir yol arkadaşı buluyor. Poppy, ilginç mesleği ve hep bahsettiği karizmatik dayısı romanın dönüm noktalarını oluşturuyor aslında çünkü Hong Kong’dan İngiltere’ye doğru yola çıktıklarında Poppy, dayısının öneminden ve yazdığı mektuplardan bahsederken araya bambaşka bir yol hikâyesi giriyor. Jonathan Coe’nun gerçek olayları bir biçimde romanlarına yerleştirdiğinden bahsetmiştim, burada da 1968 yılında Donald Crowhurst adında bir denizcinin Sunday Times’ın düzenlediği dünya turu yarışına katılması ve yarışı tamamlayamayıp hatta tamamlamış gibi yapıp sonradan seyir defterleriyle sırra kadem basması, Maxwell’in Poppy’den duyduğu bir hikâye olarak romana katılıyor. Maxwell çok etkilendiği bu adamı araştırmaya günlerce devam ediyor ve romanın ilerlediği bilinmeyen yollarda kendisini Crowhurst’le özdeşleştirdiğini göreceğiz.
Maxwell’in ağır depresyondan ve yalnızlıktan mustarip olduğunu sıkça görüyoruz, anlatıcı olarak duygularını okura yansıtmakta çok başarılı. Evine geri döndüğünde elbette bazı arkadaşlarının yokluğunda onu aramış olabileceklerini düşünüyor ama yok. Roman 2009 senesinde geçtiği için hayatımıza yeni yeni giren facebook arkadaşlarına bakıyor heyecanla, yok. Birçok yeni epostası olduğunu görüyor, heyecanla açıyor, hepsi farklı farklı penis büyütme reklamı. Eski karısı zaten aramıyor. Haftada bir arayan kızından da ses yok. Hayatında kalan ama pek de görüşmediği tek arkadaşı Trevor’un tam da bu sırada yaptığı iş teklifini birçok sebepten dolayı kabul ediyor.
İş, organik ve doğaya zararlı olmayan diş fırçalarının tanıtımı için İngiltere’nin dört tarafındaki en uzak noktalara fırçaların bırakılması ve sosyal medya yardımıyla da bunun yayılması. Maxwell en uç nokta olarak kuzeyi seçiyor çünkü böylece yolda babasının göz atmak istediği boş dairesine, büyüdüğü kasabaya ve hatta karısıyla kızına uğrama şansı olacak. Ve bu yolculuk asıl olarak Maxwell’in kendini bulduğu yolculuk olacak, diş fırçası tanıtımı bambaşka bir içsel yolculuğa dönüşecek.
Önce çocukluğunun geçtiği kasabaya gidecek, burada anne ve babasıyla bir türlü iyi gitmeyen ilişkisini hatırlayacak, sonra babasının yıllardır boş duran dairesine gidip komşuları Erith ve ona bakan doktor Mümtaz’la tanışacak. Özellikle bu iki ziyaret ve yol sırasında düşündükleri Jonathan Coe’nun asıl derdini de bize açıklıyor. Maxwell elektrikli arabasını sürer ve Emma adını verdiği navigasyon asistanıyla konuşup -yalnızlığının başka bir derecesi- hep çevre yollarında giderken birbirinin aynı küresel markalarla dolu dinlenme tesislerini, insan ve kasaba görmemek üzere tasarlanmış otobanları, kasabalarda ise krizin vurduğu küçük işletmeleri (Romandan anladığım kadarıyla 2009 krizi bizi tam vurmadıysa da İngiltere’yi bayağı etkilemiş.) düşünüyor. 68 kuşağından kalma Erith’le konuşurken kapitalizmin mutsuz ettiği hayatlar iyice belirginleşiyor. Öğlen yemeği için gidecek yer bulamadığından yakınan Erith şöyle devam ediyor: “Çünkü hepsi birbirinin aynı! Hepsi büyük zincirlerin eline geçti ve artık hepsi aynı şarkıları çalıp aynı biraları ve aynı yemekleri servis ediyor...”
Bu arada romanın düğümlerinden biri sayılabilecek bir sebeple artık görüşmediği çocukluk arkadaşı Chris’in ailesine de uğruyor. Orada kimsenin birbirini dinlemediği ama herkesin hep bir ağızdan konuştuğu, hatların tamamen karıştığı bir sayfa var ki gülmekten zor okudum diyebilirim. Arada kızı ve karısını gördüğü, kızıyla aynı babasının kendisiyle kuramadığı gibi diyalog kuramadığı gerçeğini fark ettiği trajik bir bölüm var. Ve sona doğru Chris’in ailesinin hemen kuzeyde yaşayan kızları Alison’a gönderdikleri bir koliyle Maxwell’in oraya uğraması yer alıyor. Alison’ın evinde geçirdiği gecenin sabahında artık romanın başına dönüyoruz ama bu kez Maxwell Sim’in niye çırılçıplak ve sarhoş olduğunu, neden donmayı tercih ettiğini bilerek...
Maxwell iyileşiyor. Bu içsel yolculuk onun tüm ilişkilerini düzeltiyor. Roman başladığı yerde son buluyor, Sydney’de. Ama Jonathan Coe’nun oyunları çok sevdiğini söylemiştim, bizi kesinlikle klasik bir son beklemiyor, oyunlu, sürprizli, postmodernizme göz kırpan bir son bu. 
Bu roman sayesinde 2009’dan 2020’ye ne değişmiş bir bakmak, kapitalizm ve depresyonu başka bir gözle okumak da mümkün. Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı bir şekilde çağımız insanının mutsuzluğuna, olgunlaşamamasına, eşcinsellik tabusuna, sanal ve reel yalnızlığa, küreselleşme ve kapitalizmin sıkıştıran çarklarına değiniyor ama tüm bunların ötesinde, temelde, tesadüflerle değişen bir insanın hikâyesi. Jonathan Coe güldürüyor, kızdırıyor, üzüyor ve sonunda yine kalplerimizi ısıtan bir roman bırakıyor bize. Aycan Başoğlu’nun akıcı çevirisi bu romanı okumayı daha da zevkli kılıyor. 

Banu Yıldıran Genç

Maxwell Sim’in Aşırı Özel Hayatı
Çeviren: Aycan Başoğlu
Habitus Kitap
2019, 325 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Ocak 2020 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

10 Kasım 2018 Cumartesi

Yağmurdan Önce



Hayata, ölüme ve fotoğraflara dair...

“Bütün fotoğraflar memento mori niteliği taşır, yani ölümü akıldan çıkarmamaya yarar. Bir fotoğraf çekmek, başka bir insanın (ya da şeyin, durumun vb.) ölümlülüğüne, incinebilirliğine ve dönüşebilir haline dahil olmaktır. Söz konusu ânı dilimleyerek donduran bütün fotoğraflar, zamanın amansız eriyişinin tanığıdırlar.” Susan Sontag – Fotoğraf Üzerine

Çocukken en sevdiğim şeylerden biri annemlerin gardırobunda duran albümleri karıştırmak ve ağır deri bir sırt çantasını boşaltmaktı. Çantanın içi fotoğraf doluydu. Nişan, düğün fotoğrafları siyah karton sayfalı bir albümdeydi, yapışkanlı sayfalar yoktu daha ve fotoğraflar dört taraftan açılmış ceplere sokulmuştu. Her sayfanın arasında ince beyaz pelur kâğıt vardı ve bu kağıtlarla beraber o siyah sayfaları tek tek çevirmek beni bilinmeyen bir dünyaya götürüyordu. Babamın, annemin çok genç olduğu bu dünya içinde bulunduğum dünyadan farklı, siyah beyazdı, herkes süslüydü, herkes mutluydu ki fotoğrafların en aldatıcı tarafı da buydu belki. Böylesi masalsı bir dünyada uzun uzun inceliyordum fotoğrafları, çoğu insanı tanımıyordum, kendi kendime bir şeyler uyduruyordum. Saatlerimi geçirdiğim bu büyülü atmosferde her nasılsa annemin fotoğraflarını karalamayı ihmal etmemişim. Buna da hâlâ şaşar dururum, bugün olsa belki psikologlara taşınırdım, oysa bu hâlim ve babamla evlenme planlarım gayet komik hikâyeler olarak dinleniyordu o zamanlar.


İşte bu fotoğrafa bakarken mesela oğlumun “Şu kim? Burası neresi?” sorularına cevap vermek, öndeki halamın ya da arkadaki dişsiz dedemin kim olduklarını anlatmak, normalde hiç gülerken hatırlamadığım bu insanların yıllar öncede kalan bu heyecan hâli aslında fotoğrafların hayatımızda ne kadar farklı bir yeri olduğunu kanıtlıyor sanki. 
Susan Sontag’ın Fotoğraf Üzerine kitabında söylediği gibi: “Şu an içinde yaşadığımız zaman dilimi, nostaljik bir devirdir; fotoğraflar da etkin bir yol oynayarak nostaljiyi beslerler. Fotoğraf, ağıtlı bir sanattır, bir bakıma alacakaranlık sanatı. Fotoğrafı çekilen kişi, olay ya da durumların çoğu, sırf fotoğraflarının çekilmiş olmasından dolayı, pathos’la kuşanırlar.” Çocukken bu fotoğraflara bakarken hissettiğim “rüya gibi” duygusu nasıl yoğunsa şimdi hissettiğim nostalji de öyle. Onun dışında kıyafetlerin modeli, saçların topuzu nasıl da ait oldukları yılın ipuçlarıyla dolu. Bir fotoğrafa bakarak ne kadar çok şey anlayabilir ve anlatabiliriz... Ve ben tüm bunları okuduğum bir kitap sayesinde tekrar fark ettim.
Jonathan Coe’nun Yağmurdan Önce adlı kitabı bir romanın fotoğraflar üzerine nasıl kurulabileceğini gösteriyor. Roman kabaca ölmekte olan yaşlı Rosamund’un yıllardır görmediği genç akrabası Imogen’e verilmek üzere doldurduğu kasetlere anlattıklarından oluşuyor. Kör olan Imogen’e ailesinin hikâyesini on dokuz fotoğraf ve bir resimle anlatıyor Rosamund. Her bölüm bir kaset kaydını yani bir fotoğrafı içeriyor. Rosamund’un betimlemeleri, arada verdiği bilgiler, görmeyen birine her ayrıntısına kadar anlattığı fotoğraflar bizim de zihnimizde yavaşça şekilleniyor,  artık o fotoğraflar neredeyse annemin odasından çıkanlar kadar tanıdık. Çoğu okurun en azından yayıncılarının ve kapak tasarımcısının da böyle hissettiğini düşünüyorum çünkü kitabın farklı versiyonları bunu kanıtlıyor sanki. Aşağıdaki kapaklar romanın içinden fırlamış gibi...



Romanı bitirdiğimden beri eski fotoğraflara bakıp gözleri görmeyen birine anlatmayı deniyorum. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan, tekrara düşmeden betimlemek gerçekten kolay değil ve Jonathan Coe’ya bunu yapabildiği için bir kez daha hayran oldum. On iki numaralı fotoğrafın anlatımı en etkililerden: “Gördüğümüz göl Lac Chambon; bölgenin güneyine doğru uzanıyor. Göl son derece durgun ve dağların siluetini eksiksiz, durağan bir simetriyle yansıtıyor, o kadar ki resme yeterince uzun süre bakarsan, neredeyse soyut bir geometri çalışması gibi görünüyor. Ağaçlar gölün karşı kıyısında sıralanmış ve resmin ön planında, sağ üst köşenin büyük bölümünü kaplayan bir kestane ağacının girift, birbirine dolaşmış dalları var. Bu ağaç küçük, çakıllı bir kumsala doğru sarkıyor; kumsalın ötesinde, sırtları objektife dönük, suda dikilen iki kişi var: Altı yedi yaşlarında, iki yanından at kuyruğu yapılmış açık kahverengi saçlı, pembe beyaz dikey çizgili mayo giymiş küçük bir kız; yanında da, yirmi beş yaş civarında, düz mavi mayo ve kısa beyaz plili bir etek -muhtemelen bir tenis eteği- giyen genç bir kadın. Kadının sarı saçları -neredeyse beyaz denecek kadar açık sarı- omuzlarının hemen üzerinde. Geniş omuzlu ve atletik görünümlü, ama aynı zamanda uzun, ince kol ve bacaklarıyla narin ve zarif. Küçük kıza yardım etmek için hafifçe eğilmiş: Tam olarak ne yaptığı belli değil, ama sanırım ona taş kaydırmayı öğretmeye çalışıyor. Her ikisi de gölün birkaç metre içindeler.”
Romanın başında evlatlık verildiğini öğrendiğimiz Imogen’in yaşadıklarına adım adım yaklaştırıyor bizleri Coe. Yirminci fotoğrafta artık kafamızdaki resim tamamlanmış, olayların açık kalmış hiçbir ucu yok. Aileyle beraber dünya tarihi de ilerliyor. 1940’ların kıtlık ve açlığından ‘50’lerin tutucu dünyasına, bu dünyada lezbiyen olduğunu gizlemeden yaşamaya çalışan bir kadının varlığına, arada yaşanan yıkıcı bir aşka ve ayrılığa, sevgisiz annelere, sevgisiz büyüyen çocukların yıpratıcı yaşamlarına şahit oluyoruz. Jonathan Coe fotoğrafı romana dönüştürme gibi yaratıcı bir fikri ustaca kurmuş, anlatımı ve dili o kadar doğal ki aile tarihini yaşlı bir ‘evde kalmış’ teyzeden dinlediğimize şüphe bırakmıyor ve sevginin çocuklar için ne kadar önemli olduğunu neredeyse altmış yıllık bir hikâyeyle bizlere öğretmiyor, sezdiriyor. 
Yine Sontag’a gelirsek: “Avrupa ve Amerika’nın sanayileşmekte olan ülkelerinde, aile kurumunun kendisinin kökten ameliyata alınmasıyla birlikte fotoğrafın da aile hayatının bir ritüeline döndüğünü görürüz. Çekirdek aile adı verilen o klostrofobik birim çok daha büyük bir topluluğu temsil eden geniş aileden koparılıp çıkarılırken, fotoğraf da aile hayatının tehdit altındaki sürekliliğini ve süreç içinde kaybolmakta olan genişliğini hatıralaştırmaya, sembolik düzlemde yeniden oluşturmaya yaramaktadır. İşte bu hayali izler -fotoğraflar-, dört bir yana dağılmış akrabaların sembolik varlıklarının bir nişanesidir. Bir ailenin fotoğraf albümü, genellikle geniş aileyle ilgilidir ve çoğunlukla da o geniş aileden kalan tek şeydir.”
Aile mutluluğu, aile kutsallığı gibi masallara inanmayanlar olarak aslında toplumda kötü bulduğumuz her şeyin temelini oluşturan bu düzene her şeye rağmen bağlı olmamız ve geniş aile fotoğraflarına bakarak duygulanmamız insanın zayıflığı ve kendisiyle çelişen yapısıyla ilgili biraz da. Yağmurdan Önce’de bir ailenin nesilden nesile aktardığı sevgisizliğin yol açtığı trajedi beni ne kadar üzüyorsa romanda betimlenen Noel yemeklerinin, tatillerin fotoğrafları da burnumu sızlatıp geniş aileli günleri özlememe neden oluyor. Hele artık giden çoksa, fotoğraflardaki insanlar bir bir göçmüşse daha da hazinleşiyor bu durum ve yaşlıların evlerini anlamaya başlıyorum. Her yana iliştirilmiş fotoğraflarla yaşamayı, titreyen ellerini o fotoğrafların üzerinde gezdirerek anılara dalmayı, o ölümsüzlük anlarına geri dönmek istemeyi... 
Son on yılda giderek dijitale evrilen fotoğrafı, tab ettirmek, birilerine hatıra fotoğrafı vermek gibi hayatımızdan çıkan kavramlarını düşünmek ise daha acayip... Artık fotoğraf telefonumuza, tabletimize ait sanki, ne albümler ne de fotoğraflar dolusu çantalar var ve biz obje olarak elimize alıp bakamadığımız, duvarlara, masalara, sehpalara yerleştiremediğimiz fotoğrafsız bir dünyada nasıl yaşlanacağınız, hiç bilmiyorum. Ama bu romandan sonra en azından elimdeki her bir fotoğrafa bakıp Rosamund’un Imogen’e anlattığı gibi kim kimdi, neredeydik, ne zamandı, anlatasım var, belki bir dinleyen bulunur... 

“Bak, burası benim büyüdüğüm yer. Fotoğrafta sağ önde küçücük gözüken kişi benim. Arabaların modellerine baktığımızda ‘80’li yılların sonu olduğunu düşünebiliriz. Fotoğrafı çeken kişi dedem, neden çekti hiç hatırlamıyorum, balkona çıkmış ve beni mi çekmiş yoksa otoparkı mı çekmek istiyordu da ben tesadüfen oradaydım, bilmiyorum...”

Banu Yıldıran Genç

* Bu yazı oggito.com'da yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...