Refik
Halit Karay'ı seviniz...
Orta
okulu bitirdikten sonra liseye başka bir okula gittim, alışamadım,
çok mutsuzdum. Dönüp dolaşıp zamanında hep şikayet ettiğim
okulun çıkışında buluyordum kendimi. Bir de üstüne orta
okuldaki en iyi arkadaşlarımdan birine âşık olmuştum, dört
seneden sonra ne oldu da böyle bir şey oluverdi, hâlâ bilmem.
Kız-erkek arkadaşlığının en iyi örneklerinden biri olduğumuz
için çaktırmamaya çalıştığım bu durumla çok zor baş
ettiğimi anımsıyorum. Okul çıkışları ya da hafta sonları
aynı orta okulda olduğu gibi yine bisikletime atlayıp onlara
gidiyordum. Muhabbet etmekten çok keyif aldığım anne ve babası
vardı.
Salonda
içi kristal bardak dolu büfe yerine kütüphanesi olan, oturma
odaları olmayan, dağınıklıktan rahatsız olmayıp “Ev
dediğinde yaşadığın belli olacak.” diyen tek tanıdığım
onlardı. Kütüphanenin bir tanesini neredeyse boylu boyunca Refik
Halit Karay kitapları kaplıyordu ki zaten arkadaşım da bu büyük
yazarın torununun çocuğuydu.
Çok
ilginçtir ki bizim evde de kendimi bildim bileli aynı yazarın
Memleket
Hikâyeleri
kitabı vardı ve bir gün televizyonda izlediğim Yatık Emine
filminden sonra kitaptaki hikâyesini de okumuştum. Klasik Türk
yazarlarıyla o dönemde çok gönül bağım olmasa da Karay’ı en
azından okumuş olmam bugün bile bana ilginç bir tesadüf gibi
gelir.
Gençlik
başımda duman günlerinde tabii ki o evde ne Refik Halit Karay’la
ne de külliyatıyla ilgileniyordum. Sonra araya mesafeler, başka
kişiler, yıllar girdi, o arkadaşlık yolda hâl hatır sormaya
dönüştü. Ve ben üniversiteden sonra keşfettim Refik Halit
Karay’ın ne denli büyük bir yazar olduğunu, o yüzden o evde
Karay ailesiyle geçirdiğim günlerde bir kez bile yazardan
konuşmamak, o kitapların kıymetini bilmemek en büyük
“keşke”lerimdendir. Yanlış yaşta yanlış yerdeymişim diye
düşünürüm.
Yıllar
sonra Murathan Mungan’ın derlemesi Büyümenin
Türkçe Tarihi’nde
Refik Halit Karay’ın Eskici
öyküsüne, öyküden önce ise Füsun Akatlı’nın yazdığı
eşsiz bir denemeye, Bir
Dil Gurbetinde'ye
rastladım.
Yıllarca unuttuğum Karay’ları yeniden okumaya ve artık edebiyat
öğretmeni olduğumdan, öğretmenlik yaptığım süre boyunca
öğrencilerime bu öyküyü mutlaka okutacağıma söz verdim kendi
kendime. Sözümü de tuttum diyebilirim. Dokuzuncu sınıflarla
konumuz öykü olduğunda ne yapıp edip bu öyküyü istedim
çocuklardan, hem evde hem okulda okudular. Ana dilinin önemini
bundan daha iyi anlatan bir öykü bilmiyorum. O nedenle ana dili
Türkçe olan, bu sebeple Türkiye’de hiç sorun yaşamayan, ana
dilinde eğitimin, sanatın, gazetenin yasaklanmasının ne anlama
geldiğini tam olarak hiçbir zaman bilemeyecek biri olarak ben,
“Ağlama
be! Ağlama be!”
cümlesinden sonra gözyaşlarımı tutamam. Anne ve babasının
ölümünden sonra Filisten’e halasının yanına gönderilen küçük
Hasan’ın dilini konuşamamasıyla birlikte içine kapanmasını,
aylar sonra eve çağrılan bir ayakkabı tamircisi sayesinde yeniden
ana dilini konuşma fırsatı bulup kuşlar gibi şakımasını
düşünürüm. İşini bitiren ayakkabıcının gitmeden önce
ağlamaya başlayan Hasan’a söylediği son sözlerdir bunlar, bu
sözleri söylerken orada sürgünde olan eskicinin de yanaklarından
yaşlar akar.
Bugüne
kadar öğrencilerime öykü bitiminde gözlerimin dolu olduğunun ya
da sesimin titrediğinin anlaşılıp anlaşılmadığını hiç
soramadım. Konuşmaya başlamadan önce uzunca bir süre pencereden
bakmaya devam ettiğimi ya da göz yaşlarım düşmesin diye
dudaklarımı ısırıp gözlerimi kırpıştırdığımı fark
ettiler mi bilmiyorum. Belki bu yazıyı okuyan olursa söyler.
Ağlamak ayıp değil tabii ama her yıl aynı öyküde ağlayan
öğretmen olarak anılmak da biraz garip olurdu doğrusu.
Sonra
çocuklara ilk yurt dışı seyahatimi anlatırım konuyu dağıtmak
için, onlarca dilin konuşulduğu Londra tren istasyonu gibi bir
yerde metreler ötesinden söylenen tek bir Türkçe sözcüğü bile
duyabildiğimi, duyduğum her Türkçe cümleyle çocuksu bir biçimde
sevindiğimi anlatırım. Ana dilinin konuşulabildiği yerde onun
kıymetinin bilinmesinin zor olduğundan bahsederiz. Rüyalarımızı
ana dilimizle gördüğümüzü, ana dilini sevmenin milliyetçilik
demek olmadığını... Bu sırada sınıftaki Kürt öğrenciler
yavaş yavaş söz almaya başlarlar. Doğal olarak ana dilde eğitim
hakkı konusuna gelir sıra, o konuya çok giremeyiz, cesaret de
edemeyiz pek, biraz sonra da zil çalar zaten.
Bu
seneki on birinci sınıflara dokuzuncu sınıfta girmediğim çıktı
ortaya ve Milli Edebiyat konusunda konu Refik Halit Karay’a gelince
hem Gurbet
Hikâyeleri’nden
Eskici’yi
hem de yine çok sevdiğim Memleket
Hikâyeleri’nden
Bir
Taarruz’u
okuduk. Önce küçük Hasan’ın yalnızlığını ardından da
açlıktan, sefaletten hırsızlık yapmak zorunda kalan bir zabite
yardım eden Hayrullah Efendi’nin inceliğini okumak bize ağır
geldi. Hayrullah Efendi’nin, parasının sadece karnını doyuracak
kadarını çalan zabite, kimliğini gizleyerek, son derece kibar
biçimde yardım edişi, aklımıza yardım istediği için azarlanan
hastaları, işsizleri, göstere göstere yardım edilen günümüzü
ve gösteriş düşkünlüğünü getirdi. “Kapıyı
bir kadın açtı, ‘Olamaz, bizim efendinin şimdi bunları alacak
vakti yok, yanlış getirdiniz!’ diyordu. O sırada kocası geldi,
‘Kim gönderdi?’ diye sordu, biz söylemedik fakat anlamış
olacak ki, ısrar etmedi, başını öte yana çevirdi, pek iyi
göremedim amma galiba ağlıyordu!”
cümleleri boğazımıza bir yumru gibi oturdu.
Ders bitmeden önce son duyduğum çok sevdiğim bir kız öğrencimin
“Ay
şimdi ağlayacağım.”
demesiydi.
Refik
Halit Karay’ın memlekette ve sürgünde yazdığı öyküleri bu
toprakları, bu topraklardaki insanı anlamaya ve her şeye rağmen
sevmeye dair...
Banu
Yıldıran Genç
* Bu yazı Oggito'da yayımlanmıştır.