mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

Annelik


Doğurmak ya da doğurmamak...
Nebula Kitap’ın yayımladığı Annelik romanını çıktığı günden beri merak ediyordum. Geçtiğimiz hafta kitabı okuduktan sonra kadın edebiyatında bu derece güçlü, bu derece içten ve bu derece özgün bir sesi uzun zamandır duymadığımı düşündüm.
Annelik kadınlara dair bir kitap, evet. Kadınlara, annelerine hatta anneannelerine dair... 70’lerdeki kadın hareketinin güçlü ivmesinden sonra dünyanın o yöne daha hızlı ilerleyeceğini sanırken son on yıldır sadece bizim ülkemizde değil Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelerde de muhafazakâr aile yapısının sürekli gündeme getirilmesi “annelik” meselesinin yeniden ele alınmasını gerektiriyor. Kadınların ne zaman evlenmesi, ne zaman boşanması, ne zaman ve kaç tane doğurması, hatta nasıl doğurması gerektiği bile erkekler tarafından dile getirilen, utanmadan ahkâm kesilen konular. Anneliğin bu denli kutsanması, kadının varoluş sebebinin annelik olması gerektiği dünyada sağ siyasetin hiçbir zaman vazgeçmediği yöntemlerden biri ve artık bu konunun daha fazla ele alınması gerekiyor çünkü kadınların derdi sadece başımızdaki yöneticiler değil, evrimsel süreçle gelen bir biyolojik saatimiz, her ay dengemizi bozup bizi başka başka hâllere sokan bir döngümüz, ne olursa olsun soyumuzu devam ettirmeye yönelik şaşmaz içgüdümüz var. 
Sheila Heti romanına Çin’in kehanet sistemi I Ching’i açıklayarak başlıyor. Üç madeni parayla altı kez yazı tura atılan bu sistemden esinlenilen bir teknik kullanılıyor romanda. Hepimizin kendimize sorduğumuz soruları romanın isimsiz anlatıcısı üç madeni paraya soruyor. Aldığı evet ve hayır yanıtlarına göre ise sorularını çeşitlendiriyor ya da canı sıkılıyor, bırakıyor. 
İsimsiz anlatıcımız romanın başında otuzlu yaşlarının ortalarını yeni geçmiş, annelik için biyolojik saatin tik taklarını duyuyor, sevdiği bir erkek arkadaşı var, yazar olarak adını duyurmuş... Yani dışarıdan bakan biri için şartlar gayet yerinde, çocuk sahibi olmaması için hiçbir sebep yok. Oysa erkek arkadaşın önceki evliliğinden bir kızı var ve kesinlikle bir çocuk daha istemiyor ve bundan daha önemlisi anlatıcı çocuk isteyip istemediğinden hiç emin değil, istiyorsa da toplumsal ve biyolojik baskılar nedeniyle mi istediğini sorgulayıp duruyor. 
Romanda psikanalitik okumaya, yorumlanmaya müsait pek çok rüya ve mitolojik figür var. Tevrat’ta geçen bir hikâyeye göre Yakup tüm ailesini nehrin diğer kenarına geçirdikten sonra yalnız kaldığında sabaha kadar bir yaratıkla güreşir, yaratık onu yenemeyince uyluk kemiğini kırar, yine de yenişemezler, Yakup’a artık kendisini bırakmasını söyleyen yaratık, “Beni kutsamadıkça seni bırakamam.” yanıtı alır ve onu kutsar, adının artık İsrail olduğunu söyler. Yakup sorsa da bu yaratığın adını öğrenemez ve Tanrı’yla güreştiğini düşünür. Anlatıcı nedense bir falcının ona lanetli olduğunu söylemesi sonrası bu hikâyeyi hatırlar ve Yakup’un neden güreşmeyi bırakmadığını sorgular. Yakup yalnızken saldırıya uğrar, sonuna kadar direnir ve istediğini alır, kutsanır ve yine yapayalnız, üstelik yaralı olarak istediğini almanın gönenciyle yürür. Yakup’un yalnızlığı anne olmayan kadının yalnızlığına benzetiliyor ve romanın son sözü tekrar buna bağlanıyor.

Yalnızlık örneklerini o kadar doğru yerlerden seçiyor ki anlatıcı. Yirmili yaşlarında çok net bir kararla kürtaj olmaya gitmişken kendisine kürtaj olmamasını tavsiye eden doktoru, istemediği hâlde ultrason görüntüsünü göstermesini hatırlıyor mesela. Yine Stockholm’daki bir kitap okuma turunda, editörünün aktardığı bir olay doğurmayan kadınların dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile nasıl baskılara maruz kalabileceğini gösteriyor. “Bu kadın son yedi yıldır biriyle beraber olmasına rağmen, üniversiteden beri görüşen arkadaş grubu içinde çocuğu olmayan tek kişiymiş. Editörüm arkadaşının ve kocasının çocuk istemediklerini söyledi. Ama bu arkadaş bazen yemek buluşmalarına gelmediğinde, hep birlikte onun hakkında konuşuyor, onun için üzülüyor, çocuk istemeyenin adam olduğunu, aslında onun istediğini söylüyorlarmış. Kadının hayatı herkesin ilgi odağıymış. Ben onun belki gerçekten de çocuk istemiyor olabileceğini söyledim, ama editörüm bu olasılığı kabul etmekte epey zorlandı; başka bir kadının çocuk istememesini hayal edemediği için değil de özellikle bu kadın arkadaş grubu içinde hâline hep birlikte üzülebilecekleri, kendilerini kıyaslayıp ondan üstün hissedebilecekleri bir kişi olarak iyice yerleştiği için sanırım. (...) Kendi hayatlarının daha iyi olduğu hissini onlara yaşatabilecek birine ihtiyaçları vardı.” Durumun ne kadar tanıdık olduğunu söylemeye sanırım gerek yok ama burada can alıcı cümle son cümle çünkü aslında çocuk konusunu durmadan açanlar gerçekten de çoğu zaman çocuk doğurup kendi hayatlarını, zamanlarını kaybolmuş hissedenler. Hayatlarında hiç olmadıkları kadar mutlu olduklarını, “tamamlanmış” olduklarını anlatıp duruyorlar. Anlatıcının iki yaşında bir kızı olan arkadaşını ziyarete gittiğinde ona “Anneleri çok kıskanıyorum, çünkü ne olursa olsun, yanlarında hep biri, onlara ait bir şey var.” dediğinde duyduğu cevap bu konudaki en dürüst cümlelerden biri ve bunu kurabilecek denli cesur anne gerçekten az: “Bu doğru değil. Önceden bir şeylerim vardı. Artık hiçbir şeyim yok. İşim yok... kızım bağımsız biri. Bana ait değil.” Bu doğru bakış açısıyla baktığımızda aslında “çocuk sahibi olmak” kalıbının bile ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Sahibi olduğumuz bir şey yok ortada.
Anlatıcı yaşadığı baskılar ve içindeki huzursuzluk sebebiyle yumurtalarını dondurma aşamasına bile geliyor bir yerde, sonra yine vazgeçiyor. Erkek arkadaşı Miles’ı çok sevdiğini biliyorken bu çocuk doğurma konusuyla ilişkisini de mahvettiği düşüncesi madeni paralara en çok sorulan sorulardan biri. Romanın ortasından itibaren Sheila Heti bölüm başlıklarını aylık döngüye göre koyuyor. Sırasıyla Pms, Kanama, Foliküler ve Ovülasyon adlarını taşıyan bu bölümler birkaç kez tekrar ediyor ve anlatıcının yaşadığı duygu değişikliği o kadar net bir biçimde aktarılıyor ki. Pms bölümlerinde anlatıcının yaşadığı duygu durum bozuklukları, içinden ateş fışkırırcasına Miles’la ettiği kavgalar, huzursuz rüyalar ve doruk noktasına ulaşan yaratıcılık, sonrasında Kanama ve rahatlama, verilen kararlara geri dönme, hayatını yoluna koyma isteği, Foliküler dönemde aynı kararlılıkla devam edebilme ve bir anda girilen Ovülasyon dönemiyle sokaktaki her çocuğu kucaklama isteği, doğum kontrol hapını kesip çaktırmadan hamile kalma planları, durmadan sevişme isteği... Sonra sil baştan. Tüm bu biyolojik faktörlere rağmen anne olmama kararının ne cesurca olduğunu anlayabiliyor musunuz?
Kimselerin bu derece içtenlikle bahsetmediği adet döngüsünü, erkek arkadaşıyla sevişmelerini, kavgalarını bize açan anlatıcının bir başka derdi de taşıdığını düşündüğü genetik ve kültürel miras. Sheila Heti’nin anlatıcısı Macar göçmeni bir Yahudi olması dolayısıyla otobiyografik özellikler taşıyor. Anneannesinin toplama kampından şans eseri kurtulmuş olması ve genç yaşta kanserden ölmesi, annesinin Kanada’ya göçmesinin hemen ertesinde annesini kaybetmesi ve yıllar boyu onu rüyasında görmesi, kendi çocuklarını sahiplenmemesi, çalışmayı tercih edip çocuk bakımını kocasına bırakması gibi faktörler de anlatıcının işini zorlaştırıyor. Aslında tüm bu sürecin sonunda geldiğimiz bir yer var ki bu değişmiyor: Kadınların kendi anneleriyle ilişkileri. Hem cennetimiz hem cehennemimiz olan o yer. Yaşlandıkça içimizden fışkıran annemizle ne yapacağımızı bilemememiz. Anlatıcı da annesiyle aslında tam olarak barıştığı bir dönemin sonrasında rahatlıyor, artık biyolojik saatini geride bıraktığını düşünmesinin huzuru da var bu rahatlıkta ama annesiyle ve geçmişiyle barışıyor, onunla konuşup anneliği tartışıyor. Böylelikle şu cümleleri kurabiliyor: “Bir çocuğum olduğunu her ne kadar göremesem de sahiden de olmayacağını hayal etmek tuhaf. Ama olmaması da en az olması kadar harika, beklenmedik ve özel geliyor bana. İkisi de bir tür mucize hissi veriyor. İkisi de büyük bir başarı gibi. Doğanın taleplerine uymak ve ona direnmek -ikisi de güzel- ikisi de kendine göre etkileyici ve zor.” Ve bu barışmanın sonucu bitirebildiği kitabını annesine okuttuğunda anneannesi, annesi ve kendisi arasındaki köprüyü kurabildiğini görüyor. O da bir çocuk getirmiyor dünyaya, bir roman getiriyor.
Annelik bana çok iyi gelen bir roman oldu. Çok erken bir yaşta, üstünde çok da düşünmeden doğurdum, böyle yaptığıma hiç pişman olmadım çünkü yaşım ilerlese yapmayacağımı biliyordum. Ama çocuk doğurmamayı seçenleri hep anladım. Oysa son üç beş yıldır sosyal medyanın hele hele bazı anne blogger’ların yorumlarıyla sanki yine çocuksuz olunmaması gereken bir çağa geri döndük. Tüm bu sahtelik, bu annelik kutsamaları, bu prensesler paşalar yetiştirmecilik umarım ileride bir gün normale döner çünkü hayatlarında anne olmaktan başka bir şey olamamış kadınların çocukları bunun için onları kutlamayacaklar.
Sheila Heti, Paris Review’a verdiği röportajda bir arkadaşının Annelik üzerine yorumundan bahsetmiş. “Eğer erkekler doğursaydı, Platon’dan başlayarak annelik hakkında yüzlerce kitap yazılmış olurdu ve felsefenin temel sorusu doğurmak ya da doğurmamak olarak değişirdi.” demiş. Çok doğru bir cümle olduğunu söyleyerek, tüm annelerin, anne olmamışların, anne olmayı düşünmüşlerin, çok eskiden anne olanların ve kadınları kıyısından köşesinden anlamayı düşünen erkeklerin okuması gerektiği bir roman olduğunu eklemeliyim. Nebula Kitap bizi iyi kitaplar, iyi çevirilerle buluşturmaya devam ediyor.

Banu Yıldıran Genç

Annelik
Shiela Heti
çev: Aslı Mertan
Nebula Kitap, Mart 2019, 286.

* Bu yazı Agos Kirk'in Ağustos 2019 sayısında yayımlanmıştır.

22 Aralık 2017 Cuma

Gök Derinin Altında

Orta Asya steplerinden Türkiye’ye, kadim zamanlardan bugüne...
Kadim zamanları, mitolojiyi anlatan, tarihle bugünü harmanlayan kitapları seviyorum. Severek okuduğum ve unutamadığım birkaç kitap aklımın bir köşesinde hep durur: Téa Obrecht’in yazdığı ve Balkan masallarından, mitolojisinden faydalandığı Kaplanın Karısı’yla Karin Tidbeck’in yazdığı canavarlar, periler, İskandinav halk hikâyeleriyle süslediği garip öykülerle dolu Zeplin. Her iki kitabı okurken de yakındığımı hatırlıyorum, “Gencecik yazarlar köklerini modern edebiyatta güzel güzel işlerken neden bizde böyle kitaplar yazılmıyor?” diye... Yakına yakına yıllar geçti, edebiyatımızda yeni yazarlar, yeni öyküler giderek birbirine benzemeye başladı ve galiba okurlar da bunu kanıksadı.
Sonra bir kitap okudum ve kaybettiğim heyecanı anımsadım. Adını bilsem de hiç okumadığım Nazlı Karabıyıkoğlu’nun yeni kitabı Gök Derinin Altında’yı ilk olarak editörü Ayla Duru’dan duydum. Sonra kapağına çarpıldım. Sonra farklı galiba, diyerek okumaya başladım, okudum, bitirdim, kafamdaki sorular için tekrar okudum, ara verdim, dinlendim, bu yazıyı yazmak için yine okudum. Her okuduğumda yeniden anladım. Uzun zamandır bu kadar farklı, bu kadar zengin bir kitap okumamıştım. Anlattıklarının yeniliği, farklılığı dışında, Nazlı Karabıyıkoğlu çok genç bir yazar olmasına rağmen diliyle öne çıkıyor, onu bükmüş, dönüştürmüş ve kendi yazı dilini yaratmış. Aslan Başlı Kadın’dan alıntıladığım şu satırlar, sözcükleri, noktalamayı ses tekrarlarıyla nasıl metnin akışına uydurduğuna, kendi sesini bulduğuna örnek olabilir: “Yatak denemeyecek yutağına götürdü beni. Ter, ekşi mayalar ve salgıların keskin kokusunu duydum. Zaten büzülmüştü çarşafı, toplanmıştı ayakucuna. Elyaf yanağımı yaktı, sonbaharın son sıcağı. Tango hem alaturka, hem genizden. Üstüme kapaklandığında. Dudaklarını dayayıp ciğerime, belimin aşağısından enseme. Çıplak ayaklarıyla üstümde adım adım. Kuyruk sokumu, omur, soğan. Eğilmiş çiçek topluyordu sanki.”
Kaybettiğimi düşündüğüm, Leyla Erbil’i, Adalet Ağaoğlu’nu, Füruzan’ı ilk okuduğum o günlerdeki heyecanı hissettim bazı cümlelerde. Her dönem baskın olan erkek edebiyata anlattıklarıyla da dilleriyle karşı çıkan kadın yazarların günümüzdeki temsilcilerine bir isim daha eklendi.
Gök Derinin Altında dört ana başlık altında toplanan on altı öyküden oluşuyor. Göğün Başladığı Yer, Şamanın Şarkısı, Balbalın Dili ve Göğün Bittiği Yer başlıklarında yazılan öykülerin birçoğunda Orta Asya, bu bölge dahilinde Evenkler, Yakutlar, Çukçiler, Kırgızlar gibi toplulukların adı geçiyor. Bazen Sibirya’nın ormanlarına, bazen Baykal Gölü’ne, Almatı’ya yolculuk ediyor okur. Öykülerin çoğunda günümüzü mitolojiyle, mistik güçlerle, geçmişle ustalıklı bir biçimde harmanlıyor Karabıyıkoğlu. Yine aynı şekilde İstanbul’da geçen öyküler de bir yerde bambaşka coğrafyalara, kültürlere bağlanıyor
Her bölüm dört ana melekten birini temsil ediyor. İlk melek Cebrail’in adı, Fallus adlı öyküde Sibirya’yı, Yakutsk’u yıllarca gezen, oradan fotoğraflar, notlar, videolar getiren bir gazeteci kadında beliriyor: Gabriel. Bu malzemeleri romanında yararlanabilmesi için Sinan’a vermek üzere Sinan ve Gülbeyaz’ın evlerine misafir olan Gabriel okur için kitap boyunca okuyacaklarımızın da habercisi olur. Sinan onun anlattıklarını dinlerken, “Vahiydi o.” diye düşünerek meleğin görevini vurgular belki de.
Noli Ma Tangere öyküsü edebiyat dünyasının sayılı şairlerinden Mikail’i tanıtıyor. Sadece kendi dergisinde yazan, iyice palazlanınca edebiyat günlerine ya da ödül törenlerine gitmeyip jürilerde boy gösteren, devlet sponsorluğunda gezip tozan, kitabını bastığı ya da bir rakı sofrasında gözüne kestirdiği kadınları önünde sonunda elde edip sonrasında yok sayan şişkin egolu ve nedense biz kadınlara çok tanıdık gelen bir şair Mikail. “Dergide yayımlayacağı şiir için bir öpücük ya da bir dokunuş. Parlatıp adını duyuracağı şairler için geceler boyu. Adildi. Gözünün güzel ırmağında yıkanmaya erişemeyenlerin yavan dizeleri, içi boş imgeleri yatağına giremezdi.” Bu kez Mikail’in doğada tamamlanan yolculuğu adının anlamını okura sezdiriyor.
Birbirine âşık bazen farklı bazen aynı cinsiyetler, cinsiyetsizler, yüzyılların sürgününü yaşayan çift cinsiyetliler, satirlerin tecavüzüne uğrayan ağaçlar, döl yatağı kurumuşlar, dölünü yok edenler... Doğu ve Batı mitolojisini, Göktanrılardan Sümerlere, Tonyukuk’tan Kabil’e, kadim ve kutsal olanı, gerçeküstü sayılanla gerçek bilineni bir bir yerleştiriyor öykülerine Nazlı Karabıyıkoğlu ve bunları her okumada yeniden keşfedilecek bağlarla düğümlüyor.
Öyküler bir tarafıyla son derece şiirsel bir tarafıyla sert ve güçlü. Cinsel uzuvların, birleşmelerin anlatımı bazen öykünün de ritmiyle fazlasıyla sert olabilirken, bir kız çocuğunun babasına duyduğu sevginin, ölen kocanın ardından duyulan özlemin anlatımındaki duygusallık gözleri yaşartabiliyor. Kanların, kemiklerin, sıvıların, salyaların, döllerin, hatta bazen embriyoların birbirine karıştığı, şiddetin seksten eksik olmadığı, tabuların yok edildiği anlar da var, Adaçayının Renkleri öyküsünde şöylesi satırlarla şiire düşülen yerler de: “Boynuna doğru eğildim. Yakanın içini kokladım. Ben bu gece eve gelmiyorum kokusunu, çocukların okul taksitlerinin kokusunu, babanın portakal bahçesinin kokusunu, karının tırnak arası kokusunu aldım. Hepsinin en altında senin zencefilli limon kokan esansını seçtim. Çok şükür dedim.”
Kitabın en hoş taraflarından biri maalesef sıkça rastladığımız, başkalarının üzerinde tahakküm kurmaya çalışanların öykülerde yer bulması. Bu, İbrahim’de kadın öğrencisini ezen heykel hocasıyken, yukarıda andığım Noli Ma Tangere’de pozisyonuyla kadınları ezen şair Mikail oluyor. Son öykü Şifaaağ’da ise biraz da günümüz edebiyat dünyasının ahvâl-i pür melâlini gözler önüne sererek, yaratıcı yazarlık atölyeleriyle kurulan hiyerarşiyi, genç yazarları ezen eski toprakları hafiften gülümseyerek anlatıyor Nazlı Karabıyıkoğlu. Yolu açık olsun.

Banu Yıldıran Genç

Nazlı Karabıyıkoğlu, Gök Derinin Altında, İthaki Yayınları, Ekim 2017
* Bu yazı Notos'un 67. sayısında yayımlanmıştır.


Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...