Orta
Asya steplerinden Türkiye’ye, kadim zamanlardan bugüne...
Kadim
zamanları, mitolojiyi anlatan, tarihle bugünü harmanlayan
kitapları seviyorum. Severek okuduğum ve unutamadığım birkaç
kitap aklımın bir köşesinde hep durur: Téa Obrecht’in yazdığı
ve Balkan masallarından, mitolojisinden faydalandığı Kaplanın
Karısı’yla
Karin Tidbeck’in yazdığı canavarlar, periler, İskandinav halk
hikâyeleriyle süslediği garip öykülerle dolu Zeplin.
Her iki kitabı okurken de yakındığımı hatırlıyorum, “Gencecik
yazarlar köklerini modern edebiyatta güzel güzel işlerken neden
bizde böyle kitaplar yazılmıyor?”
diye... Yakına yakına yıllar geçti, edebiyatımızda yeni
yazarlar, yeni öyküler giderek birbirine benzemeye başladı ve
galiba okurlar da bunu kanıksadı.
Sonra
bir kitap okudum ve kaybettiğim heyecanı anımsadım. Adını
bilsem de hiç okumadığım Nazlı Karabıyıkoğlu’nun yeni
kitabı Gök
Derinin Altında’yı
ilk olarak editörü Ayla Duru’dan duydum. Sonra kapağına
çarpıldım. Sonra farklı galiba, diyerek okumaya başladım,
okudum, bitirdim, kafamdaki sorular için tekrar okudum, ara verdim,
dinlendim, bu yazıyı yazmak için yine okudum. Her okuduğumda
yeniden anladım. Uzun zamandır bu kadar farklı, bu kadar zengin
bir kitap okumamıştım. Anlattıklarının yeniliği, farklılığı
dışında, Nazlı Karabıyıkoğlu çok genç bir yazar olmasına
rağmen diliyle öne çıkıyor, onu bükmüş, dönüştürmüş ve
kendi yazı dilini yaratmış. Aslan
Başlı Kadın’dan
alıntıladığım şu satırlar, sözcükleri, noktalamayı ses
tekrarlarıyla nasıl metnin akışına uydurduğuna, kendi sesini
bulduğuna örnek olabilir: “Yatak
denemeyecek yutağına götürdü beni. Ter, ekşi mayalar ve
salgıların keskin kokusunu duydum. Zaten büzülmüştü çarşafı,
toplanmıştı ayakucuna. Elyaf yanağımı yaktı, sonbaharın son
sıcağı. Tango hem alaturka, hem genizden. Üstüme
kapaklandığında. Dudaklarını dayayıp ciğerime, belimin
aşağısından enseme. Çıplak ayaklarıyla üstümde adım adım.
Kuyruk sokumu, omur, soğan. Eğilmiş çiçek topluyordu sanki.”
Kaybettiğimi
düşündüğüm, Leyla Erbil’i, Adalet Ağaoğlu’nu, Füruzan’ı
ilk okuduğum o günlerdeki heyecanı hissettim bazı cümlelerde.
Her dönem baskın olan erkek edebiyata anlattıklarıyla da
dilleriyle karşı çıkan kadın yazarların günümüzdeki
temsilcilerine bir isim daha eklendi.
Gök
Derinin Altında
dört ana başlık altında toplanan on altı öyküden oluşuyor.
Göğün
Başladığı Yer, Şamanın Şarkısı, Balbalın Dili ve
Göğün
Bittiği Yer
başlıklarında yazılan öykülerin birçoğunda Orta Asya, bu
bölge dahilinde Evenkler, Yakutlar, Çukçiler, Kırgızlar gibi
toplulukların adı geçiyor. Bazen Sibirya’nın ormanlarına,
bazen Baykal Gölü’ne, Almatı’ya yolculuk ediyor okur.
Öykülerin çoğunda günümüzü mitolojiyle, mistik güçlerle,
geçmişle ustalıklı bir biçimde harmanlıyor Karabıyıkoğlu.
Yine aynı şekilde İstanbul’da geçen öyküler de bir yerde
bambaşka coğrafyalara, kültürlere bağlanıyor
Her
bölüm dört ana melekten birini temsil ediyor. İlk melek
Cebrail’in adı, Fallus
adlı öyküde Sibirya’yı, Yakutsk’u yıllarca gezen, oradan
fotoğraflar, notlar, videolar getiren bir gazeteci kadında
beliriyor: Gabriel. Bu malzemeleri romanında yararlanabilmesi için
Sinan’a vermek üzere Sinan ve Gülbeyaz’ın evlerine misafir
olan Gabriel okur için kitap boyunca okuyacaklarımızın da
habercisi olur. Sinan onun anlattıklarını dinlerken, “Vahiydi
o.”
diye düşünerek meleğin görevini vurgular belki de.
Noli Ma
Tangere
öyküsü edebiyat dünyasının sayılı şairlerinden Mikail’i
tanıtıyor. Sadece kendi dergisinde yazan, iyice palazlanınca
edebiyat günlerine ya da ödül törenlerine gitmeyip jürilerde boy
gösteren, devlet sponsorluğunda gezip tozan, kitabını bastığı
ya da bir rakı sofrasında gözüne kestirdiği kadınları önünde
sonunda elde edip sonrasında yok sayan şişkin egolu ve nedense biz
kadınlara çok tanıdık gelen bir şair Mikail. “Dergide
yayımlayacağı şiir için bir öpücük ya da bir dokunuş.
Parlatıp adını duyuracağı şairler için geceler boyu. Adildi.
Gözünün güzel ırmağında yıkanmaya erişemeyenlerin yavan
dizeleri, içi boş imgeleri yatağına giremezdi.”
Bu kez Mikail’in doğada tamamlanan yolculuğu adının anlamını
okura sezdiriyor.
Birbirine
âşık bazen farklı bazen aynı cinsiyetler, cinsiyetsizler,
yüzyılların sürgününü yaşayan çift cinsiyetliler, satirlerin
tecavüzüne uğrayan ağaçlar, döl yatağı kurumuşlar, dölünü
yok edenler... Doğu ve Batı mitolojisini, Göktanrılardan
Sümerlere, Tonyukuk’tan Kabil’e, kadim ve kutsal olanı,
gerçeküstü sayılanla gerçek bilineni bir bir yerleştiriyor
öykülerine Nazlı Karabıyıkoğlu ve bunları her okumada yeniden
keşfedilecek bağlarla düğümlüyor.
Öyküler
bir tarafıyla son derece şiirsel bir tarafıyla sert ve güçlü.
Cinsel uzuvların, birleşmelerin anlatımı bazen öykünün de
ritmiyle fazlasıyla sert olabilirken, bir kız çocuğunun babasına
duyduğu sevginin, ölen kocanın ardından duyulan özlemin
anlatımındaki duygusallık gözleri yaşartabiliyor. Kanların,
kemiklerin, sıvıların, salyaların, döllerin, hatta bazen
embriyoların birbirine karıştığı, şiddetin seksten eksik
olmadığı, tabuların yok edildiği anlar da var, Adaçayının
Renkleri
öyküsünde şöylesi satırlarla şiire düşülen yerler de:
“Boynuna
doğru eğildim. Yakanın içini kokladım. Ben bu gece eve
gelmiyorum kokusunu, çocukların okul taksitlerinin kokusunu,
babanın portakal bahçesinin kokusunu, karının tırnak arası
kokusunu aldım. Hepsinin en altında senin zencefilli limon kokan
esansını seçtim. Çok şükür dedim.”
Kitabın
en hoş taraflarından biri maalesef sıkça rastladığımız,
başkalarının üzerinde tahakküm kurmaya çalışanların
öykülerde yer bulması. Bu, İbrahim’de
kadın öğrencisini ezen heykel hocasıyken, yukarıda andığım
Noli
Ma Tangere’de
pozisyonuyla kadınları ezen şair Mikail oluyor.
Son öykü Şifaaağ’da
ise biraz da günümüz edebiyat dünyasının ahvâl-i pür melâlini
gözler önüne sererek, yaratıcı yazarlık atölyeleriyle kurulan
hiyerarşiyi, genç yazarları ezen eski toprakları hafiften
gülümseyerek anlatıyor Nazlı Karabıyıkoğlu. Yolu açık olsun.
Banu
Yıldıran Genç
Nazlı
Karabıyıkoğlu, Gök
Derinin Altında, İthaki
Yayınları, Ekim 2017
* Bu yazı Notos'un 67. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder