Edebiyattan
tarih öğrenilir mi?
Liseye
yeni başlayanlarla ders yaparken kendimi sık sık “Tarih öğrenmek
için roman okumazsınız, tarihi öğrenmek için tarih kitabı
okumak gerekir.” derken buluyorum. Çok doğru bir cümle
olmadığını bilsem de aslında bunu edebiyat dersinin ilk yılında
sanatçının özgürlüğünü ve sınırsızlığını anlatabilmek
adına yapıyorum. Aklıma gelen bir örneği veriyorum genellikle,
Muhteşem Yüzyıl dizisinde Kanuni ve Hürrem’in öpüşmeleri
sonrası gazetelere açıklama yapan tarihçiler olmuştu, “O zaman
padişahlar dudaktan öpüşmezdi, haremlerini alınlarından
öperlerdi.” diye. Haremin bu kadar mahremini nereden biliyorlar
gibi anlamsız bir soruyu geçiyorum, burada sorun olan sanatsal bir
yaratı olarak görülen dizinin bire bir tarihe uyma zorunluluğu
olmamasına rağmen senaristlerin açıklama yapmak zorunda
kalmasıydı.
Kısacası
sanatın gerçeğe dayanması gerektiği gibi bir beklenti içine
giren öğrenci için küçük uyarılar yapıyorum, kurmaca
kavramının önemini anlatıp bir yazarın Kurtuluş Savaşı’nı
kaybeden ve İngiltere’nin sömürgesi olan bir Türkiye romanı
yazabilmesinin en doğal hakkı olduğunu söylüyorum. Çünkü
biliyorsunuz bu memleket kahramanlarının diyalogları yüzünden
yargılanmış yazarlar, yasaklanmış kitaplarla dolu.
Edebiyatı
yeni öğrenmeye başlayan öğrencilerle durum böyleyken, ilerleyen
yıllarda, özellikle Tanzimat ve Servet-i Fünûn romanlarını
anlattığım 11. sınıfta, edebiyatla tarihi bayağı iç içe
işlerken buluyorum kendimi. Abdülhamit baskısının hissedildiği
dönemlerdeki atmosferin, sanattaki arayışın, sanatçıların
karamsarlığının günümüze çokça benzemesi, benim tarihten
değil edebiyattan bol bol örnek vermemle sonuçlanıyor.
Mesele
daha geçenlerde Halit Ziya Uşaklıgil’in Nesl-i
Ahîr’inden
şu paragraf geldi aklıma, romanın kahramanı görmüş geçirmiş
Nüzhet umutsuzluktan ne yapacağını şaşırmış genç İrfan’a
öğüt verir: “Ben
öyle sanıyorum ki bu millette canlılık güçlerinden en küçük
bir parça bile eksilmemiştir. Otuz yıldan beri elinden alınmış
bütün o değerli öğeler, kopartılıp atılan bütün o genç
filizler, tam tersine zulüm ve yolsuzluklara karşı aşırı bir
kin yaratmış, onun için fazla bir güç oluşturmuş, bütün bu
vücut yönetimin kahır ve ezincini çeke çeke büyümüş, baştan
ayağı hırs ve öcün karışımından meydana gelmiş, acı ve
elemle büyümüş ve inanın ki saldırma ezme zamanı gelince bir
ejderha heybetliliğiyle kalkacak...”
Şimdi buradaki otuz yılın Abdülhamit’in otuz üç yıl süren
padişahlığı olduğu aşikârken Servet-i Fünûncuların nasıl
mutsuz, nasıl umutsuz olduklarını, hatta Yeni Zelanda’ya kaçmayı
düşündüklerini bir tarihi bilgi olarak vermek o bilginin ezberci
eğitim sisteminde kaybolup gitmesine yol açacak. Oysa şu
paragrafı, Nüzhet’i ve arkadaşlarını adım adım takip eden,
Adalar vapurundan inip çıkanları tek tek defterine kaydeden
jurnalleri okumak, hatta roman boyunca bu atmosferi yaşamak en
kitabi bilgiden daha etkili oluyor insan hayatında.
O
zaman tekrar düşünüyorum yazının başındaki cümlem üzerine,
ben aslında tarih adına ne biliyorsam edebiyattan öğrendim ya da
belki cümleyi şöyle kurmalı, edebiyat sayesinde öğrendim. 1980
sonrası kafasını kaldırmaya korkan bir kuşağın mensubu olarak
lise yıllarında Çetin Altan’dan Bir
Avuç Gökyüzü’nü
okumak dünyamı değiştirmişti. Sonra Füruzan’dan 47’liler,
Sevgi Soysal’lar, Mehmet Eroğlu’lar derken derslerde
anlatılmayan memleket tarihini öğrenme sürecim de başlamıştı.
Bu süreç memleketle de kalmıyor zaten. Daha geçenlerde Médan
Geceleri’ni
okuyup saatler boyu Prusya Savaşı’nı araştırdım. Edebiyat bir
kere o fitili yaktı mı artık kaçarınız yok, romandan, öyküden,
şiirden yola çıkıp kendinizi ansiklopedilere, makalelere
vurabilirsiniz.
İlla
önemli şeyler, savaşlar, barışlar, darbeler olması gerekmiyor
öğrendiklerimizin, tarih kitaplarında hiç göremeyeceğimiz
detaylar, küçük insanların yaşamı, gündelik alışkanlıkları
gibi göz ardı edilmiş ayrıntılarla dolu edebiyat. Haremlik
selamlık yaşamın saraylarda değil de gündelik hayatta nasıl
işlediğine dair öyle ayrıntılar var ki romanlarda... Latin
alfabesine çevrilmiş hâliyle daha yeni yayımlanan Hayal-i
Celâl
adlı romanında Recaizâde Mehmet Celâl, akşam yemeğe erkek
misafir davet edildiyse bu işin nasıl halledildiğini Tanzimat
yazarlarından alışkın olduğumuz biçimde açıklayıveriyor
mesela: “Yemekler
o akşam harem mutfağında pişirilir ve çatal bıçak ve havlu
gibi öteberi de dönme dolap ve orta kapı vasıtalarıyla alınıp
verilirdi.”
Eskiye ait her şeyi yıkma gibi bir huyumuz bulunduğundan bugün
ortada dönen bir dolabın olduğu evlerden de, evin ikiye ayrılmış
yaşama kısımlarından da haberimiz yok elbette. O nedenle bazen de
böyle hiç aklımıza gelmeyeni öğretmeye yarıyor edebiyat.
İşte
ben de böyle ikilemler yaşıyorum. Bir yandan küçük yaştaki
öğrencilerin yanlış beklentiler içine girmemesi için yazının
başında anlattıklarımı söylüyorum, bir yandan zaman ilerleyip
de daha derin konulara daldık mı başlıyorum tarih adına
edebiyattan öğrendiklerimi anlatmaya... Şimdilik tek tesellim bu
tutarsızlığımı yüzüme vuran bir öğrencimin olmaması. Olursa
da bu yazıyı okumasını tembihlerim artık.
Banu
Yıldıran Genç
* Bu yazı Oggito'da yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder