Sindirmesi zor bir roman
Hoş Nağme son yıllarda okuduğum en rahatsız edici romanlardan biri olabilir. Fas asıllı Fransız yazar Leïla Slimani Amerika’da 2012 yılında yaşanan bir olaydan esinlenmiş. Dadıları tarafından öldürülen Krim kardeşlerin hikâyesinden sadece olayın aynen alınıp tamamen serbest bir çağrışımla mekânın Paris’e dönüştürüldüğü, karakterlerin yeniden kurgulandığı bir roman. Olayın yeterince korkunç olduğunu düşünürsek aslında oldukça zorlu bir işe girişmiş Slimani ve romanı bitirdikten sonra kesinlikle zoru başarmış olduğunu düşünüyorum.
Olay konusunda spoiler verme gibi bir derdim yok çünkü yazar zaten ilk bölümde neredeyse okurun midesine yumruk atarak sondan başlıyor: “Bebek öldü. Birkaç saniye yetti de arttı. Doktor acı çekmediğini söyledi. Onu gri bir ceset torbasının içine koydular ve oyuncakların ortasında duran hareketsiz bedeninin üzerinden fermuarı çektiler. Küçük kız ise kurtarma ekipleri geldiğinde canlıydı hâlâ.” Bu cümlelerle başlayan romanın ilk bölümü şöyle bitiyor: “Adam öldü. Mila hayatta kalamayacak.”
Evet, yumruklarımızı yediysek anne ve babayı tanımaya başlayabiliriz. Leïla Slimani ustalıklı bir biçimde anne Myriam’ı yavaş yavaş açıyor okura. Avukat olduğunu, çocukları Mila ve Adam’dan sonra işi bıraktığını, ev kadınlığı ve anneliğin yavaş yavaş üstüne bir kabus gibi çökmekte olduğunu öğreniyoruz önce. Hem bebeklerinin büyümesine tanıklık etme, hem kariyerini çöpe atmama isteği, hem içgüdüleri nedeniyle bırakmak istemedikleri, hem toplumsal baskılar nedeniyle vazgeçemedikleri... Bu arada hep çocuklarından bahsettiği için yavaş yavaş uzaklaşan arkadaşlardan, gittikçe daha çok dışarda takılmaya başlayan kocası Paul’den, parklarda mecburen kurulan sıkıcı anne ittifakından da bahsedebiliriz. Modern dünyada çocuğu olan her annenin yaşadığı ve nasıl çözüleceğini bilemediğimiz sorunlar. Ama burada Slimani’nin bize bir sonraki adımda hissettirdiği şey ırkçılık: Myriam’ın etnik kökeninden hiç bahsetmiyor, onu beyaz yakalı bir Parisli olarak betimliyor. Myriam’ın bakıcı aramak için gittiği bir ajansta gayet ters bir biçimde referansları sorulduğunda okur olarak bir şeylerden şüpheleniyoruz. Bu diyalog sonrası Slimani de konuyu yavaşça açıyor, Fas asıllı Myriam’in yaşadığı etnik ayrımcılık sebebiyle bakıcı konusunda daha hassas olduğunu anlıyoruz. Birçok sebepten dolayı kaçak bir dadı istemiyor, aynı din muhabbetine girmemek için Müslüman olmasını da istemiyor ve en sonunda romanda sürekli okuduğumuz Faslı, Filipinli, Endonezyalı bakıcıların aksine mükemmel beyaz bir Fransız dadı bulmayı başarıyor: Louise.
Roman boyunca bakıcıların maruz kaldığı durumlar da hem olay örgüsünde hem de karakter derinliğinde çok önemli rol oynuyor, Myriam’ın arkadaşı Emma, dadı ararken çocuğu varsa bile başka ülkede olmasına dikkat etmesini, öbür türlü “dikkatinin” çok dağınık olacağını söylüyor mesela... Myriam ve Paul, biri etnik kökeni, diğeri 68’li bir ailenin çocuğu olması sebebiyle insan ilişkileri konusunda daha insani tavırlara sahipler ve Louise’le birkaç yıl boyunca gerçekten içten, sevgi ve saygı dolu bir ilişki yürütebiliyorlar.
Oysa yine evinde bakıcıyla yaşamış herkesin bildiği gibi bu ilişkinin bir sonu oluyor. Çocukların büyümesi, şartların ve ihtiyaçların değişmesi ve sineye çekilen şeylerin artık çekilememesi gibi her ilişkinin başına gelen şeyler... İşte Leïla Slimani romanda bu güzel ilişkiyi de bu ilişkinin nasıl değiştiğini de bazı kesitlerle, belli başlı olaylarla aktarıyor. Louise’in hep çile dolu bir yaşam sürmüş olduğunu öğreniyoruz, hamileliğini, kızının kaçıp gitmesini, problemli kocasını ve bıraktığı borçları hep yavaş yavaş açıyor Slimani.
Louise’in artık kendine ihtiyaç kalmadığını yavaş yavaş hissetmesi, dört bir yandan onu kuşatan ekonomik problemlerin iyice sıkıştırması gibi etkenler var yaşanan trajedide... Bu sene gerçek olayın faili akıl sağlığı yeterli görülerek müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Bu tip olayları gazetelerde, televizyonda görünce bir bakıp geçiyoruz, “vah vah” diyoruz belki ama hemen unutuyoruz. İşte sanatın gücü o unuttuğumuz yerde devreye giriyor. Leïla Slimani etkilenip de hakkında roman yazmaya karar verdiği bu trajediyi öyle bir boyutlandırıp derinleştiriyor ki unutup geçmek ne kelime, göğsümüzde bir sancıyla yaşamamıza sebep oluyor. Sondan başlayıp tekrar sona yaklaşırken kendi kendimize itirazlarımız, hayır, hayır, dememiz de tabii ki olanları değiştirmiyor. Her şey bittikten, biz kitabı kapadıktan sonra özellikle Myriam ve Louise’i, ana kadın karakterleri anlayabildiğimiz, yargılayamadığımız, taraf tutamadığımız bir arafta buluyoruz kendimizi. Evet ortada bir suç ve suçlu var ama o suça giden yolu da öğrendik.
Leïla Slimani’nin bu başarısının en büyük etkenlerinden biri yarattığı dil. İlk sayfadaki alıntı gibi tüm roman boyunca kısa, sade ve uzak bir dili var yazarın. Romanının konusu bunu çok da mümkün kıldığı halde hiçbir biçimde aşırı duygu, ajitasyon dolu, romantik cümleler kurmuyor, hep koruduğu o mesafe ve soğuk dille bile okurun her karakterle empati kurmasını sağlayabiliyor ki bence romanın en büyük başarılarından biri bu. Çevirmen Aylin Yengin de bu soğuk, duygusuz dili son derece başarıyla yansıtmış. Romanın Türkçe adı için ise aynı şeyi söyleyemeyeceğim, Hoş Nağme, kitabın orijinal adının bire bir çevirisi olsa bile bize hiçbir biçimde romanı yansıtamamış, bambaşka çağrışımlarda bulunan bir tamlama. İngiltere’de Ninni, Amerika’da Mükemmel Dadı adıyla yayımlanan bu roman için keşke bizde de daha güzel bir isim bulunsaydı.
Banu Yıldıran Genç
Leïla Slimani, Hoş Nağme, çev: Aylin Yengin, Kırmızı Kedi Yayınları, Nisan 2018, 202 s.
* Bu yazı Notos'un 74. sayısında yayımlanmıştır.