29 Nisan 2013 Pazartesi

Pis Hikâye

Eskimeyen bir ilk hikâye... 

Yaşar Kemal’in altmış üç yıl önce yazdığı ilk öykü olan “Pis Hikâye”si Notos Kitap tarafından yayımlandı. Yaşar Kemal’in öykülerinde de romanlarındaki büyük duruşu sergilediğini anlamak, şiirsel dilinin doğumuna tanıklık etmek için bu uzun öyküyü okuma fırsatı yeniden bizlerle.
Üzerinden yıllar geçmiş olması ne anlatılanların ne de kullanılan dilin eski olduğu anlamına gelmemeli. Yaşar Kemal’in romanlarından bildiğimiz yalın ama zengin dili, ayrıntıdaki, betimlemedeki ustalığı bu öyküde de ön planda.
Öyküsünü “Pis Hikâye” olarak adlandıran yazar, anlattıkları gerçekten “pis” olsa da, insanın aç gözlülüğü karşısındaki tarafsız gözlemci duruşuyla hem yaşananlar karşısında hınç duymamızı hem de yaşananları anlamamızı sağlıyor.
Öykü Çukurova’da, romanlardan aşina olduğumuz bir köyde geçmekte. Köy, ağasıyla itibar bulan, çalışkan köylüleriyle var olan bir köy. Olan biten karşısında tek düşündüğü “namusu” olan bir köy… Yaşanan ilkellik, hayvanlaşan erkekler, tecavüzden ölen kadınlar… tüm bunlar insana korkunç gelse de, köylünün kadını erkeğiyle tek düşündüğü şey boynun eğmemek, namusunu dile düşürmemek.
Yamuk Cabbar’ın satmak için getirdiği kadınlardan birini almak için ikna edilen, köyün safı Fas Osman öykü boyunca edilgenliğini “ben ne bileyim ben” sözleriyle belli ederken, en azından temiz duruşuyla öykünün sonunda anlatılanların “pis”liğinin biraz da olsa azalacağını muştuluyor okura.
Fas Osman ablası Hürüce kadının yanına çocukken gelmiş, boğaz tokluğuna çalışan, geceleri eve bile alınmayan, samanlıkta uyuyan bir “kardeş”. Köylünün içinde bulunduğu çıkar ilişkisi, yıllardır süren feodal düzenin bozduğu insanlık kavramı abla-kardeş ilişkisinde bile kendini gösteriyor. Abla Hürüce, öykünün en dişli kahramanlarından biri. Zaten anlatı boyunca Osman’dan “Hürüce’nin avradı” diye bahsedilmesi, onun eril karakterine işaret etmekte. Hükümette çalışan tahsildar eniştesinin de verdiği korkuyla köylünün çekindiği, iri yarı, güçlü bir er-kadın.
Hürüce’nin kişiliğini en çok köyün kadınlarıyla giriştiği kavgalardan anlıyoruz. O kadınlar ki Antik Yunan tragedyalarındaki koro gibi olanı biteni dillendiren, kışkırtmalarıyla olacaklara yön veren bir karar mercii gibidirler. Var güçleriyle Fas Osman’ın karısı Fadık’ı dilden dile dolarlarken ya da olanca rahatlıklarıyla köyün delikanlılarının önceki gözdeleri olan Omarca’nın köpeğinden, Kürt Velo’nun eşeğinden bahsederlerken öyle umursamazdırlar ki çayıra uzanmış birbirlerinin bitlerini ayıklıyorlardır…
Fas Osman’ın köyün boynunu eğmesine, namusunu kaybetmesine neden olan karısı Fadık da kocası denli edilgen bir kişilik sergiliyor öyküde. Kendisine her gece gelen, istediklerini yapıp çekip giden köy delikanlıları için “ben gelin demedim ki, onlar geldiler” savunması aslında Yamuk Cabbar’ın onu neden yüz lira gibi düşük bir ücrete sattığını da açıklıyor. Hürüce’nin baskın kişiliği bile “azgın kurtlara” benzeyen köy delikanlılarından paçasını kurtarmaya yetmez. Oysa Hürüce tüm anaçlığını takınarak Fadık’a Eşe’yi de anlatmıştır; köyün bir önceki kurbanı, günahsız Eşe’nin can acıtan hikâyesini…
“Seni de Eşe gibi ederler. Kurda kuşa benzer bunlar. Duydun mu Eşeyi, Alicenin avradı? Kimi kimsesi yoktu. Alicenin de kimi kimsesi yoktu. Alice mahpusa düştü. Bir koyun hırsızlamış Ağadan. Parasıyla gömlek almış oğluna, kundura almış. Gül gibi bir oğlu vardı üç yaşında. Alice ölürdü oğlunun üstüne. Alice mahpusa düştü. Alice mahpusa düşünce, bela kesildi avradın başına sarı çizmeli. Gel zaman git zaman, etti edeceğini. Sonra da teslim etti bu alıcı kurtlara. Öyle olacak değildi Eşe. Kimi kimsesi yoktu fukaranın. Çocuğu el arasında kaldı. Gül gibi bakardı Eşe. Köy köy, dağ dağ dolaştırdılar Eşeyi. Yirmi, otuz delikanlı peşinde… Oğlan elin aralığında öldü. Görenler söylediler, kendi de sararıp kül kesilmiş. Veremli gibi olmuş da gene yakasını bırakmamış elin kıranları. Bir gün baktık ki köyün köpekleri kana batmış geldiler. Ovanın üstünde de kartal dönüyordu. Vardılar ki kartal dönen yere, ne görsünler! Eşe! Leşini köpekler yemiş. Çırılçıplak soyup oynatmışlar. Sonra da öldürmüşler. Ölmüş avrat. Öldürmemişler de ölmüş yani. Dayanamamış da ölmüş.
Öykünün duygusal açıdan zirvesini oluşturan bu iç öykü önce ağanın, sonra köy delikanlılarının acımasızlığını anlatırken, aslında feodal ve kapitalist sistemin sorgulanmasına kadar uzanan derin düşüncelere daldırıyor okuru.
Köylünün “her şeyi halleder” gözüyle baktığı köyün ağası Kurt Mahmut Ağa bile cinsel istekleriyle vahşileşen bu gençler karşısında aciz düşer. Onun “kurt”luğu, köyün namusunu kurtarmak için giriştiği birkaç küçük dalavere sonuçsuz birer çaba olarak kalır gözü dönmüş delikanlılar karşısında.
Yaşananlar karşısında, köylüler artık geceleri eve gelmeyen oğullarından yaka silkmiş, çareyi hükümette bulacak denli çaresiz kalmışken, Hürüce kadın bile boyun eğmiş, olanları kabullenmişken, tek alışamayan, direnen Fas Osman’dır. Çamaşırını yıkayan, her gün bulgurunu pişiren kadınından olan Osman, Fadık dağa kaldırıldığı günden beri yemeyip, içmeyip ölü gibi dolanmaktadır. Ablasının “başka avrat alırız, üzülme” lafları bile üzüntüsünü geçirmiyor ve böylelikle öykü boyunca ilk kez bir kadına “mal” değil, kendisi olduğu için verilen değeri Fas Osman’da görüyoruz. Belki de saf olmasından, hiçbir şeyi tam olarak bilememesinden kaynaklanan kirlenmemişlik hali, öykünün sonunda yücelmesini, ona çok emek verdiğini düşündüğü Hürüce ablasını bile arkasında bırakarak karısına sahip çıkmasını sağlıyor.

Anadolu’da yaşanan cinsel açlığın nedenleri, sonuçları bu öykünün ana eksenini belirliyorsa da tüm sistemi sorgulamak gibi temel bir amacı var aslında Yaşar Kemal’in. Her ne kadar Fadık’ı sırtlayıp giden Osman köpeklere leş olan Eşe’yi unutturuyorsa da, emin olun bu unutuş kısa sürecek. Yaşar Kemal romanlarından da biliyoruz ki anlatılanlar tüm çıplaklığı ve gerçekliğiyle uzun bir süre vicdanımızı rahatsız edecek.

Banu Yıldıran Genç

Pis Hikaye, Yaşar Kemal, Notos Kitap, 2007, 55 s.

20 Nisan 2013 Cumartesi

Kurgudan da Garip


Gerçekler bazen “kurgudan da garip”
Adını ilk kez 'Dövüş Kulübü'yle duyduğumuz Chuck Palahniuk, Türkiye'de oldukça sevilen bir yazar. Romanlarının hepsi Ayrıntı Yayınları'nın Yeraltı Edebiyatı dizisinden yayımlandı. Dövüş Kulübü'nün önce filmini izleyip sonra romanını okumamız yazarı için bir talihsizlikti belki ama bundan iki yıl önce 'Ölüm Pornosu' romanının Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu Başkanlığı tarafından yasaklanmak istenmesi, Palahniuk'un lehine işledi. Ölüm Pornosu -doğal olarak- aylarca en çok satanlar listelerinde kaldı, inadına okundu, birçok insan kalıpları kırmaya çalışan, sert, aykırı, eleştirel, küfüre, alkole ve şiddete yakın duran “yeraltı edebiyatı” denilen akımdan haberdar oldu. Palahniuk kitapları hızla yayımlanmaya devam etti.

'Kurgudan da Garip' Türkiye'de yeni yayımlansa da Amerika'daki basım yılı 2004. Daha önce dergilerde, gazetelerde yayımlanmış deneme, röportaj ve anıların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Üç bölüme ayrılan kitabın birinci bölümü İnsanlar Bir Arada adını taşıyor ve Amerika'nın en garip hobileriyle uğraşan insanları anlatıyor. Chuck Palahniuk, önsözde romanları için yaptığı araştırmalardan, kurguda yararlandığı gerçeklerden bahsetmiş, bu ilk bölümü okurken görüyoruz ki Amerika gözlem yapmak isteyen bir yazar için oldukça verimli bir ülke. Bu bölümde porno festivallerinde, biçerdöver parçalama yarışlarında, ölümüne yapılan güreşlerde boy gösterenlerden tutun da perili evlerde yaşayanlara ve “şato” yapan inşaatçılara kadar bir dolu garip insan var. Benim en çok ilgimi çeken bölüm kendilerine şato yapanlar oldu, Palahniuk'a o kadar detaylı bir biçimde izolasyon hatalarından, bir dahaki şatoda bunu yapmayacaklarından, nasıl taş kullanmak gerektiğinden vs. bahsetmişler ki bu topraklarda gariplik olarak en fazla Karadeniz'de evlerin bahçesinde yapılıp da denize nasıl indirileceği belli olmayan kayık yapanları bildiğimizden, şato inşa etmek uğruna bankalardan kredi çeken, hayatını buna adayan, zarar eden ama yine de pes etmeyen bu insanları anlamak biraz güç. Bu renkli dünyalarla karşılaşan, onlarla konuşan, onları gözlemleyen Palahniuk'un her romanında yaratıcı bir biçimde bulduğu konulara çok da şaşırmamak gerekiyormuş demek ki.

İkinci bölüm Portreler, ünlülerle yapılan röportajlardan oluşuyor. Güzel film yıldızı Juliette Lewis'in Scientology tarikatına üye olması, yaptığı makyajlar ve sahne şovlarıyla adından söz ettiren ve şiddetle özdeşleştirilen Marilyn Manson'ın oldukça yumuşak ve hassas yapısı, köpeğiyle arama kurtarma çalışmalarına katılan Michael Keating'in yaşamın boşluğu ve tezatları hakkındaki sözleri bu bölümün etkileyici noktaları. Röportaj yapılan bazı insanları Amerikan popüler kültürüne çok hakim olmadığımızdan tanımasak da yazarın keyifli anlatımı, aralara serpiştirdiği ilginç ayrıntılar röportajları rahatça okutuyor. Bugün karşılıklı soru-cevap olan söyleşi türü yerine yanlış bir biçimde röportaj sözcüğünü kullananlar, Palahniuk'un Portreler'ini okuduklarında röportajın aslında tam da böyle, gözlemler, yorumlar ve sorularla yazılan bir tür olduğunu öğreneceklerdir. Yine bu bölümde Amerikan edebiyatının önemli iki yazarı anlatılıyor: Bir yaratıcı yazı atölyesinde ders olarak işlenen Amy Hempel'ın nasıl okunması gerektiğini anlatan bir yazı ve eserlerinin birçoğu bizim de izlediğimiz filmlere dönüşen, çağının çok önünde giden bir yazara, Ira Levin'e yazılan övgüler ve sorularla dolu bir mektup. Palahniuk'un çok etkilendiğini söylediği, etkili bir kısa öykü yazarı olan Amy Hempel'ın ve insan psikolojisi üzerine usta bir yazar olan Levin'in kitapları Türkiye yayıncılarının dikkatini çeker mi acaba?

Üçüncü bölüm Kişisel adını taşıyor ve Chuck Palahniuk'un öyküye yakın anılarından oluşuyor. Bence kitabın en önemli bölümü çünkü yazar olmakla ilgili genel geçer sözlerin aksine, bu süreçte yaşanan tüm rezillikleri, acımasız bir avcıya dönüşen edebiyat ve sinema sektörünü tüm gerçekliğiyle anlatıyor. Yaşamının önemli kesitlerini detaylarla, oldukça içten bir biçimde okurla paylaşan yazar, yaşadığı bunalımları, içine düştüğü utanç verici durumları, trajik yaşam öyküsünü, yani normalde yazarların oldukça ketum davrandıkları her şeyi bir dostuna anlatır gibi anlatmış. En mahrem şeylerden bile o kadar doğal bir biçimde bahsediyor ki kitabı okurken bir içki sofrasında Palahniuk'u dinliyormuşsunuz gibi garip bir hisse kapılabilir, hatta kendisini teselli etmek isteyebilirsiniz. Babaannesi dedesi tarafından öldürülen, babası yatağın altına saklanması sayesinde kurtulan yazarın yaşamındaki tek cinayet bu değil maalesef. Dövüş Kulübü'nün yayımlanmasından hemen sonra babası gazeteden bulup tanıştığı kadının kocası tarafından öldürülecek ve yakılacaktır. Bu kadar garip ölümlerle çevrilmiş yazarın nasıl olup da bu denli karanlık ve şiddet dolu yazdığına çok da şaşırmamak gerekiyor sanırım. Yine de yazdıklarının karanlığına karşın Palahniuk oldukça umut dolu bir yazardır; 'Dövüş Kulübü'nde de, 'Ölüm Pornosu'nda da, 'Pigme'de de sevgi, annelik, dostluk gibi kavramlar kahramanların yaşamlarını değiştirir. Belki de yazılıp yazılıp çöpe atılan onca yazıdan, içerek ve sızarak geçen yıllardan sonra bir biçimde yayıncıların dikkatini çekmesi, şansının ve yolunun açılmasıyla ilgilidir bu umut. Romanlarının arka planında her zaman Amerikan toplumunun yalnızlığını, mutsuzluğunu, içi boşluğunu vurgulaması da belki bir gün bunların da kendi kaderi gibi değişeceğine olan inancındandır. Kim bilir?

Banu Yıldıran Genç

Kurgudan da Garip
Ayrıntı Yayınları, 256 s.
* Bu yazı Agos Kirk/Kitap ekinin Nisan sayısında yayımlanmıştır.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Eflatun Koza

Erken gitmiş bir yazarın son kitabı üzerine...

Eflatun Kadınlar…
Cahide Birgül uzun bir aradan sonra dördüncü romanını yayımladı. Daha önceki romanlarını okumuş olanlar yazarın edebiyatımızda çok da yer almayan gerilim türünde yazdığını, gerilim dozunu ustaca ayarlarken karakterleri olabildiğince derinlikli işlediğini, toplumun aksayan yönlerini hafifçe eleştirdiğini bilirler.

Eylül ayının sonlarında raflardaki yerini alan Eflatun Koza da özellikle başarılı kurgusuyla dikkat çekiyor. Yurt dışında Patricia Highsmith’in, Ruth Rendell’in öncüleri olduğu gerilim türü aslında oldukça zor bir tür. Marketlerde yerlere saçılarak satılan yığın romanlarına dönüşmeden, okuru çok da sıkmadan, merak unsurunu sonuna dek taşıyarak ilerlemeli gerilim. Cahide Birgül, kahramanlarının hastalıklı hallerini anlatmakta, bu hallerin nedenlerini hissettirmekte ve ipin ucunun koptuğu yere doğru düğüm ata ata ilerlemekte oldukça yetkin bir yazar. Bunun sonucunda okur iyi bir gerilim filmi izliyormuşçasına romanın içine girebiliyor. İyi betimlemeler, derin çözümlemeler, doğal diyaloglar ve monologlar sayesindeyse roman bittiğinde edebiyatın sinemadan farklı tadı kalıyor okurda.

Eflatun Koza, adını çok sonradan öğrendiğimiz kahramanın kayıp bir zamandan sonra gazeteciliğe başlamasıyla açılıyor. Romanın başındaki alıntı aslında okura kahramandan şüphelenmek gerektiğini imliyor: “İki hep vardır. Bu harika, sihirli, yaratıcı, kamusal ve özel rakam belki de evrenin gizemli sırrıdır. İnsan iki kişiyi sevebilir, hepimizin içinde iki cinsiyet de vardır, taban tabana zıt duygular yar yana bulunur. Ben dünyayı böyle görüyorum.” Patricia Highsmith’ten yapılan bu alıntı sayfalar ilerledikçe kahramanın örümcek fobisine de, hiç konuşmayan annesine de, ansızın beliren ve biten topallamasına da yanıt olacak, ama tabii ki zamanı geldiğinde, yazar elindeki ipleri okuyucuya vermeye karar verdiğinde…

Ana karakter olan Evrim büyük bir gazetede çalışmaya başlayan, yeni mezun bir genç kız, yalnız, mutsuz ve beklentisiz. Tüm bu özelliklerini biliyor ve hatta öyle olmak istiyor. Erken ölmüş babası, kahramanın erkek arkadaşıyla kaçmış, bu nedenle artık görüşülmeyen kız kardeşi ve bütün gün dikiş dikip hiç konuşmayan annesinden oluşan, sıradan sayılabilecek bir aileye sahip. Yazar oldukça sık geriye dönüşlerle ailenin bir arada olduğu günlerden de bahsediyor ama olayların örülmeye başlandığı zaman ortada kahramanın ve annesinin paylaştığı büyük ve sessiz bir yalnızlık var.

Cahide Birgül’ün romanlarında en sevdiğim yanlardan biri o bitmek bilmeyen sıkı fıkı mutlu çekirdek Türk ailesi yalanını okurun yüzüne çok da şiddetli olmayan bir şekilde vurmasıdır. Suçun, suçlunun, gizlenen ayıpların kaynağı da aslında bu çekirdek ailelerdir. Her akşam perdelerin çekildiği o evlerde nelerin yaşandığını, yaşanıp da saklandığını ya da yaşanırken biriktirilenlerin nasıl patlayacağını hiç kimse bilmez. Bildiklerimizse ya gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde yer alır ya da iyi bir romanın kurgusuna dâhil olur.

Eflatun Koza’daki çekirdek ailede de silik bir baba, kızlarına ellerine iğne batırarak dikiş öğretmeye çalışan baskın karakterli bir anne, kardeşinin sevgilisini elinden alacak kadar hırslı bir kız kardeş ve sindirilmiş, birçok korkuyla donanmış, kendine güveni hiç gelişmemiş diğer kardeş yer almakta. Roman, gazetede kendisine verilen kayıp kişilerle ilgili dosyayı araştırmaya başlayan Evrim’in daha fazla kırılmamak için kendisine ördüğü kabuğun gün be gün çatlamasını, en sonunda da kırılıp yerle bir olmasını anlatıyor kabaca. Araştırdığı dosyada kaybolan iki kadın; Çağla ve Irmak ölmüşler midir, yoksa eşcinselliklerini rahatça yaşayabilecekleri bir masal ülkesine mi kaçmışlardır? Gazetenin sadece tirajını artırmak için ortaya attığı bu kayıp dosyaları, Evrim’in bir dedektif gibi iz sürmesine, tanıklarla konuşmasına, hatta eşcinselliğin de var olduğu bir dünyaya adım atmasına yol açacaktır.

Romanın bu bölümleri polisiye tadı da taşımakta, Evrim’in aslında kayıpları bulmak gibi bir sorumluluğu olmadığını bilmesi ama yine de kendini tutamayıp hata yaptığını bile bile ilerlemesindeki tutarsızlık iç konuşmalarla okura açıklanıyor. Gittiği gey barda tanıştığı Necla, Necla’nın sevecenliğiyle ördüğü kabuktan çıkmaya başlaması, kendine bile itiraf edemediği hemcinsine duyulan aşk sayesinde okuyucu romana adını veren kozanın yavaş yavaş kahramanı sardığını hissediyor. Yalnızlıktan ve suskunluktan başka hiçbir şey istemeyen Evrim’in yaşadığı bu duygular onun zorlukla kurduğu dengesini alt üst edecek ve bu dengenin dağılmasıyla birlikte okurun daha ilk alıntıyla merak etmeye başladığı, cevaplanmayan sorular bir bir yanıtını bulacak.

Cahide Birgül bölüm bölüm ilerledikçe okuyucunun önüne bıraktığı ipuçlarını oldukça iyi kotarılmış bir sonla toparlıyor. Ailenin tekinsizliğinden başka, toplumdaki homofobiyi de gözler önüne seriyor yazar. Ne parmağını sallayıp ders vermek gibi bir kaygısı var Birgül’ün ne de aykırı olmaya çalışıp puan toplamak gibi… Anlattıkları oldukça doğal bir şekilde, hiç göze batmadan olgunlaşıyor ve sonlanıyor. İki kız kardeşin yaşadığı garip çekişme, plazalarda yaşanan iş ilişkileri, gereksiz söylenen yalanlar, insan psikolojisinin aslında ne garip olduğunu anımsatıyor okura.

Tüm bu iyi yönlerin yanında üzerinde çok da çalışılmadığı hissini uyandıran bir dili var Birgül’ün. Romandaki kurgunun iyi olması, dilinin savrukluğunun etkisini azaltıyor. Yine de aceleye gelmiş cümleler, bozuk anlatımlar yer yer rahatsız edici olabiliyor. Gerilim tarzında olmaması gereken bazı mantık hataları yazarın gözünden kaçsa bile editörün gözünden kaçmamalıydı. Romanı okumayı sekteye uğratan en önemli eksik ise bence düzelti hatalarıydı, umarım Everest Yayınevi bundan sonra yayımladığı kitaplarda daha özenli bir çalışma sergiler.

Banu Yıldıran Genç

Cahide Birgül, Eflatun Koza, Everest Yayınları, 184 s.

* Bu yazı Notos'un 20. sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...