Yeraltından yer üstüne
İstanbul
Kirk'te uzun süredir yabancı kitap
tanıttığımı hafif bir vicdan azabıyla fark etmemin hemen
ardından birbirinden güzel Türkçe romanlar yayımlandı. Burhan
Sönmez'in İstanbul İstanbul'u da onlardan biri. Daha önce
Masumlar'da dili kullanımının, masalsı anlatımının ve Batı ve
Doğu edebiyatlarından apayrı biçimlerde yararlanmasının farkına
vardığımız Burhan Sönmez bu romanıyla çıtayı daha da
yükseltmiş, bambaşka bir kent romanı yazmış.
Sokakta gördüğümüz her 10 kişiden
8'inin çekip gitme planları yaptığı, hafta sonu bir başka
kalabalık, hafta içi bir başka dertli kentimiz İstanbul. Kimsenin
terk edemediği bir sevgili sanki, Tevfik Fikret'in bundan yüz küsur
sene evvel Sis şiirinde anlattığı gibi. Bu romanda da ana
karakter İstanbul, anlatılan her öyküde kendisine pay biçilen,
güzelliği anlatıla anlatıla bitirilememiş, görmeden ölünmemesi
gereken İstanbul...
Oysa İstanbul'u böylesi severek
anlatanlar, onu masal kişisi gibi yüceltenler İstanbul'un karanlık
dehlizlerinde, yer altında işkence görenler, İstanbul'un
kaybedenleri, asırlardır kaybetmeye mahkum olmuşları...
Romanda dört karakter aracılığıyla
yaşananlar, yaşatılanlar, hayaller anlatılmakta. Devrimci bir
örgütte yer alan Öğrenci Demirtay, yine devrimci bir örgütün
ele başlarından olmakla suçlanan Doktor, sonradan aralarına
katılan ve politik bir suçu bulunmayan Berber Kamo, dağlardan
kopartılıp getirilen Küheylan Dayı. On bölümden oluşan romanda
her bölüm bu dört karakterden birinin anlatıcılığıyla
biçimleniyor. Her bölüm bir günü anlatıyor, on günün sonunda
ise roman bitiyor.
Burhan Sönmez romanda özellikle
Decameron'un adını geçiriyor, hatta ölümden kaçan on kişinin
on günde birbirlerine anlattıkları hikâyelerden oluşan bu kitabı
Doktor, çıkınca mutlaka okumak üzere Küheylan Dayı'ya tavsiye
ediyor. İstanbul İstanbul'da geçen on gün, edebiyatın
mucizesiyle Yunanca On Gün anlamına gelen Decameron'la buluşuyor.
Romanda anlatıcı olmayan, karşı
zindanda kalan ve sadece havaya sözcükler yazarak haberleşilen
Zinê Sevda tek kadın karakter diyebiliriz. Küheylan Dayı gibi bir
gerilla olduğu sezdirilen Zinê Sevda'nın suskunluğu hakkında
Notos'a verdiği röportajda şunları söylüyor Sönmez:
“Erkeklerin konuştuğu bir dünyadayız. Kadınlar, acılarını
ve umutlarını, söze gerek duymadan ortaya koyar. Onların
suskunluğu zayıflık değil, yeni bir dil arayışıdır.”
Nitekim, Zinê'nin işkenceden dönen harap olmuş hâldeki Küheylan
Dayı'yı kucaklamak için gösterdiği direniş, sessizliğinden
gelen güç, diğerleri için de tetikleyici olur.
Babasından İstanbul masalları
dinleyerek büyüyen ve ona ancak zindanda kavuşan Küheylan Dayı
yer altında da olsa İstanbul'u yaşamakta kararlıdır, bir oyun
başlatırlar böylece, sadece Berber Kamo'nun katılmadığı bu
oyunda, Boğaz'a karşı rakı da içerler, Kızkulesi'ni izlerken
sigara da tellendirirler. Külleri yere düşmesin diye küllükler,
mezelerin dizili olduğu kayık tabaklar eşlik eder bu hayallere.
Yeraltının İstanbul'u böyle zamanlarda yer üstünün
İstanbul'una karışır, İstanbul İstanbul'un nasıl bir kent
romanı olduğu iyice çıkar açığa.
Anlatıcılar farklı olmasına rağmen
Burhan Sönmez'in ustalıklı kurgusu sayesinde farklı zamanlarda
aynı kişilere de rastlarız, birbirleriyle pek de ilgisi olmayan bu
dört karakter bir biçimde bir yerden değmiştir birbirinin
yaşamına. En gizemli karakter olan Berber Kamo, diğerleri gibi
acısını paylaşarak azaltmaya çalışmaz, kendi içinde büyütüp
patlatmak ister sanki, bir an önce ölmek, bir an önce
İstanbul'dan, anılarından kurtulmak ister. Geçmişinde ona en çok
acı veren kişi, karısı Mahizer, daha sonra bir başka karakterin
hikâyesine sızacaktır.
İşkenceden değil konuşup
yoldaşlarını ele vermekten korkan Öğrenci Demirtay romanda geçen
on günün sonunda artık umudunu kaybetmeye yaklaşır, gençliğinin
de verdiği toylukla kendini, yeraltında “insanlık” adına
ölürken yer üstündeki İstanbulluları sorgular. Bütün bu
sorgular, suçlamalar bir derviş olgunluğundaki Küheylan Dayı'nın,
bir bilge kişi Doktor'un telkinleri, hikâyeleriyle savuşturulur.
Romanın sonlarına doğru asıl
hikâyesini öğrendiğimiz Doktor, umudun, iyiliğin temsilcisidir
sanki. Ne bezginliğe, ne umutsuzluğa yer vardır dünyasında.
Boğaz'a bakan balkonunda, kaybettiği karısının o güzel sesiyle
kaydettiği Türk Sanat Müziği şarkılarını dinlerken düşmüş
olduğu yeraltındaki soğuk, pis zindan bile onun inancını
sarsmaz. Romanda sadece bir kez, neredeyse on günün sonunda,
sarsılıp dağılmasına tanık oluruz Doktor'un.
Romandaki onuncu günü Küheylan Dayı
anlatır. İlk defa geldiği İstanbul'u düşünür, yeraltından
kurtulunca yapacaklarını anımsar, hayalle gerçek iç içe
karışır... “Doktor'un evinin balkonunda içecektik. Hayalimiz
öyleydi. Karşıdaki semtler bir bir ışıklarını yakarken her
birinden alımlı bir parça seçecektik. Üsküdar, Kuzguncuk,
Altunizade, Salacak, Harem, Kadıköy, Kınalıada, Sultanahmet,
Beyazıt diye sayacak, minare boylarından camileri tanıyacak, araba
kornalarından trafiğin ne yanda sıkıştığını anlayacaktık.
Yüzyıllardır insanlar bu kenti mahvetmek için ellerinden geleni
yapmışlardı. Kırmış, dökmüş, sıkışık binaları üst üste
yığmışlardı. Onca kötülüğe rağmen İstanbul'un nasıl
direndiğine, nasıl hâlâ güzel kalabildiğine hayret edecek, onun
tükenmeyen cazibesine kapılacaktık.”
Yazının başında da belirttiğim
gibi merkezinde İstanbul olan bir roman yazmış Burhan Sönmez.
Romanına meseller, bilmeceler, mutlaka ama mutlaka İstanbul'da
geçen esrarengiz hikâyeler katarak Doğu anlatısıyla Batı
tekniğini buluşturmuş. On günü boğazında bir yumru, gözlerinde
yaşla tamamlayan benim gibi okurlar için ise umudu hiç ama hiç
eksik etmemiş.
Banu Yıldıran Genç
Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul
İletişim Yayınları, 2015, 228 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Mayıs 2015 sayısında yayımlanmıştır.