istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Haziran 2018 Cuma

Disko Topu


Yok sayılan hayatlar
İthaki Türkçe Edebiyat dizisi dikkate değer kitaplar yayımlamaya devam ediyor. Disko Topu oldukça can acıtıcı bir roman, hem anlatımıyla hem anlattıklarıyla... Adını bilmediğimiz kadın anlatıcının iç sesi olarak ilerleyen roman en başta kahramanın sayıklamaları olarak adlandırabileceğimiz bir bölümle başlıyor. İlk iki bölümden sonra ise yine anlatıcının ağzından, hikâyesini en başından dinlemeye başlıyoruz. İlk baştaki bölüm ancak roman bitince anlam kazanıyor, tekrar okunursa aslında bütün taşların yerine oturduğu, en başta anlam veremediğimiz şu kişilerin hepsinin gerçekte var olduğu ortaya çıkacak: “Odamda arkadaşlarım vardı neyse ki. Topuklu bir adam mesela. Parmaklarıyla ritim tutuyor sürekli. Bunu yaparken tek bacağını sallıyor. Elektrikli süpürgenin hortumunu boynuna doluyor. Komik... Ama tatlı da. Sakin biri, kocaman bir güvercin gibi. Onun yanında da cılız bir adam sürekli bir şeyler yazıyor. Kendi kendine mırıldanıyor. Ter içinde, mosmor gözlerinin altları. Sonra yatağımın ayak ucunda da bir kadın. Sımsıkı yumruk yapmış ellerini. Üzgün biri. Dua eder gibi. Çaresiz. Hiçbiri diğerini görmüyor. Ben hepsini görebiliyorum.” Bu nedenle bu gibi ayrıntılar, bu ayrıntıların ustalıklı ve detaylı kurgusunun keşfi ve romanın döngüselliğinin tamamlanması için mutlaka ikinici bir okuma hak ediyor Disko Topu.
Anlatıcı psikolojik şiddet gördüğü bir evde büyümüş, annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, sonrasında neredeyse anne yerine koyduğu nenesiyle avunmuş ama nenesini kaybettiği an büyüdüğü evden kaçmış biri. Yaşadığı şiddeti, sürekli doktorlara taşınmasını, okuldaki davranış bozukluklarını da bölümler ilerledikçe anlıyor okur. Bu arada o kendi yaşamını, kendi cümleleriyle ve anımsadığı kadarıyla doğrusal bir çizgide anlatmaya devam ediyor. Ayça Güçlüten’in en başarılı yönü aslında “deli” ya da politik doğruculukla “ruhsal rahatsızlıkları olan” diye tanımlayacağımız anlatıcının gerçekten kendi sözcükleriyle hikâyesini aktarmasını sağlaması. Kısa cümleleriyle, nesneler ve insanlar için bulduğu tamlamalarıyla tam da olması gereken kişi gibi anlatıyor. 
“Delilik nedir, hangimiz normaliz, hangimiz anormal, bunun sınırı var mıdır?” gibi sorularla okuduğum Disko Topu, yaşadığımız zamana da topluma da lanet etmeme neden oldu. Aslında edebiyatın, sinemanın sık sık ele aldığı bu konuda Guguk Kuşu’nu ya da Akıl Oyunları’nı izlediğimizde de aynı hisse kapılmamız boşuna değil. Belirlenmiş toplumsal normlar, bunlara uyanlar, uymayanlar ve kimin normal kimin deli olduğuna karar verip, neredeyse işkence sayılabilecek yöntemlerle bunun tedavisine çalışanlar... Deli diye itekleyip yüzüne bile bakmadığımız, bir gıdım yardım etmediğimiz insanlar... Hasbelkader sokaklara düşmüşse o deli, o müthiş namuslu toplumun ne yapıp edip “nasılsa anlamaz” diye topluca taciz tecavüz peşinde koşması... Hepsini biliyoruz, hepsini okuyoruz, hepsini görüyoruz. İşte Ayça Güçlüten bu gerçekliği masalsı bir büyüye kavuşturarak daha da derinden hissetmemizi sağlıyor.
Delilik Ortaçağ öncesinde insanları rahatsız etmezken, Akılcılık akımıyla beraber ortadan kaldırılması gereken bir unsur olarak görüldü. Michel Foucault Deliliğin Tarihi’nde bunu delilerin kovulması olarak adlandırır. İşte bu kovulmanın tezahürünü tüm roman boyunca görüyoruz. Evinden kaçan genç bir kız, kaçar kaçmaz uğradığı tecavüz, anlam veremediği bir biçimde bebeği olması, yaşadığı açlık, sefalet, her yerden kovulması, yapılan iyiliklerin önünde sonunda bir bedeli olduğunun ortaya çıkması, uyuşturucu, fuhuş ve sonu gelmeyen bir düşüş... Bu düşüşü durdurmaya çalışan tek tük iyi insan ve nenenin anlatıcının kulağından hiç gitmeyen ruh sağaltıcı cümleleri olsa da kaldıramayacağı yüklerin içine itilmiş, sağlıklı olmayan bir kadın var karşımızda. Ona hep yardım etmeye çalışan nenenin arkadaşının söylediği gibi: “Sen sadece çok sevebiliyorsun. Sevmenin gerektirdiklerini bilemiyorsun. Sevmek, geleceği görmek için koşmak demektir. Sen duruyorsun.”
Peki kahramanın mutlu ve sağlıklı bir evde büyüdüğünü farz etsek ne olur? Çocukluğundan beri eşyalarla konuşması, onlarla farklı boyutta ilişkiler kurması anormal olduğunu mu gösterir, düzgün şartlarda büyüse bu özelliğini geriye atmayı, hayat denen çarka uyum sağlamayı başaramaz mıydı? Hastaneye kapatılan ya da hastalığı yok sayılıp evden bile çıkartılmayan, birbir zorlukla gittiği okullardan dışlanan, yollarda bellerde tiksinir gözlerle bakılan o farklı bildiğimiz, deli dediklerimiz dışında hepimiz mükemmeliz, birer sağlık timsaliyiz, öyle mi?
Oysa delilik-normallik arasındaki çizginin muğlaklığı artık çokça tartışılan bir konu. Amerikalı psikanalizci Darian Leader Delilik Nedir? adlı kitabıyla ilgili bir söyleşide, söylemek istediğimi tam olarak ifade ediyor: “Bana göre delilik istisna değil, kuralın kendisi; herkes elinden gelen en iyi şekilde hayatını toparlamaya çalışıyor. Bunun kabul edilmesinin yapıştırılan damgalara ve ötekileştirmeye karşı da işe yarayabileceğini umuyorum. Pek çok kişi deliliği tetikleyebilecek durumlardan kaçınmanın yollarını buluyor. Bir aşamada, nelerden kaçınmaları gerektiğini biliyorlar ve hayatlarını kendilerine özgü bir tarzda düzene sokup devam ediyorlar.” 
İşte Ayça Güçlüten hastalığını tetikleyebilecek durumlardan kaçınmayı başaramamış genç bir kadını, başına gelenleri, hiçbir biçimde abartmadan, ajitasyona kaçmadan, sadelikle okura aktarıyor.  Son olarak şunu ekleyebilirim, kısa ve vurucu cümleler romanın en belirleyici özelliğiyken, nenenin ve nenenin arkadaşının ettiği ağdalı lafların ve sürekli hayat dersi veren didaktik tarzlarının romanın dokusuna ve doğallığına uymadığını düşündüm. Sanki bu dersler için başka bir yol bulunabilirdi.
Bunun dışında görülmeyeni gösterdiği, anlatılmayanı anlattığı, toplumdaki iki yüzlülüğü tüm çıplaklığıyla ustaca gösterdiği için yazara teşekkürlerimizi sunabiliriz.


Banu Yıldıran Genç
Ayça Güçlüten, Disko Topu, İthaki Yayınları, Nisan 2018, 142 s.
* Bu yazı Notos'un 70. sayısında yayımlanmıştır.


21 Eylül 2017 Perşembe

Meteliksiz Âşıklar

60'lı yıllarda İstanbul'da genç bir Ermeni olmak...
Zaven Biberyan’ın ikinci romanı Meteliksiz Âşıklar Türkçeye ilk kez çevrilerek Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı. İlk romanı Yalnızlar ve son romanı Babam Aşkale’ye Gitmedi arasındaki bu roman da yazarın bütün gözlem ve anlatım ustalığını sergiliyor. Hatta Marc Nichanian’ın sunuşundan öğrendiğimiz kadarıyla senaryo hâline getirdiği ve sansür kurulunun müdahalesiyle filme çekilemeyen Yalnızlar’daki sinematografik unsurlar Meteliksiz Âşıklar’da da fazlasıyla var.
Yine sunuş yazısında Nichanian, Biberyan’ın çilekeşliğinden dem vuruyor ki bunun sebeplerini ise şöyle açıklıyor: “İstanbul’daki Ermeni cemaatince sevilmiyordu elbette. Edebiyatı anlaşılmıyordu, siyasi duruşu da o dönemde (ve bugün bile) İstanbul, Beyrut ve başka yerlerdeki Ermeniler arasında hâkim olan muhafazakâr çevrelerin gözüne sevimli görünmesini hiç mi hiç sağlamıyordu.” Oysa pek çok yazar gibi ölümünden sonra keşfedilen Zaven Biberyan, Ermeni edebiyatının en önemli isimlerinden olabilir.
Biberyan'ın ne Ermenilere ne Türklere yaranabilmesinin nedenlerini romanlarını okurken oldukça iyi bir biçimde anlıyoruz. Hemen hemen bütün romanlarında aile içi geçimsizliği tüm gerçekçiliğiyle gözler önüne sererek o dillere destan aile kutsallığını yıkıyor. Meteliksiz Âşıklar'ın ana karakteri Sur, yaşının da getirdiği isyan duygusuyla orta sınıf bir Ermeni (aslında Türk, Yahudi, Rum, hiç fark etmez) ailesinin nasıl yalanlar, mutsuzluklar, planlar üstüne kurulduğunu gösteriyor okura.
Sur'un isyan duygusunu asıl olarak başlatan şey parasızlıktır, sevgilisi Norma'yla adaya gidebilmek, bir restoranda yemek yiyebilmek lüks olmasa da babasının yeteri kadar para vermemesi, hâlâ öğrenci olması, bir türlü yatıştıramadığı cinsel açlığı üst üste biner ve etrafındakileri üzmek adına elinden geleni ardına koymaz. Oysa geceleri ağlayan yine kendisidir. Sur'un bitmek bilmez sorgulamaları, durmaksızın değişen ruh hâli müthiş bir ustalıkla verilmiş.
Sur, para için babasının paltosunu çalar, satarken kazıklanır, çocukça bir kıskançlıkla Norma'yla arasını bozar, annesini zaten durmaksızın üzer, kardeşlerine bile yakın durmaktan çekinir. Başı yine saçma sapan bir dertten polisle belaya girer, cezayı babasına ödetir, bu kez devlete, yönetenlere, Ermeni olmaya isyan eder. Oysa tüm bu isyan büyümek demektir zaten, Sur gerçekte ölerek annesini üzeceğini düşünen bir çocuktur, büyümeye çalışan bir çocuk: "Şimdi kendisi de yere yığılıverse, her şey çözülürdü. Anasından intikamını ne biçim almış olurdu. Nasıl da ağlayıp sızlanır, dövünürdü Meline, pişman olurdu, hayatının sonuna kadar vicdan azabıyla..."
Roman boyunca mutfaktan dışarı çıkamayan Meline de eve gelip despotluk taslayan Kevork da Sur'un gözünde birer canavar olsalar da Zaven Biberyan yine ustalığını gösterip her ikisinin de kendisini sorguladığı bölümle onlara da derinlik katabiliyor. İlkokul dörtten sonra okumayıp bir çorbacıda çırak olarak çalışmaya başlayan Kevork'un şimdi dükkân sahibi olması, cemaat işleriyle ilgilenmesi kendi gözünde müthiş bir başarı öyküsüdür, oysa evinde saygı görmüyor, çocuklarıyla iletişim kuramıyordur. Meline ise namusu için yaşamış, görücü usulü evlenmiştir, bunca yıllık yaşamında zaman zaman dalıp "Acaba hiç mutlu oldum mu?" diye düşünmesi bile yeterince acıklıdır aslında.
Evde sürekli yaşanan kavgaya herkes alışmıştır. Bu kavgalar üç kardeşin anne babalarıyla dalga geçmesi, küçümsemesi yüzünden çıkar bazen. Bazense cemaati eleştirip Ermeni gazetelerinin sıkıcılığından dem vururlar, Kevork'un asıl dayanamadığı böyle kutsal şeylerin eleştirilmesidir. Romanda yer yer 6-7 Eylül'den bahsediliyor, Kevork saldırının asıl faili Adnan Menderes'e laf söyletmeyerek ortayolcu bir tutum takınıyor ki bu tutumu, hep güçlünün yanında oluşu çocuklarını en çok rahatsız eden tarafıdır. Bu eleştirileri Kevork nezdinde muhafazakâr, sağcı Ermenilere getiren Zaven Biberyan'ın pek de sevilmemesi şaşırtıcı değil aslında.
Tüm bunların dışında Biberyan, 60'lı yıllara dair gerçekçi bir Türkiye panoraması sunuyor bize. Burgaz'ın Büyükada'nın güzelliğini bazen bir resim gibi çizerken en güzel ânlara dadanan röntgenciler bu toplumun sapıklığının yeni bir şey olmadığını yine ispatlıyor. Yine Sur'un, Norma'nın büyüdüğü yerleri görme hevesiyle Fenerbahçe'ye, Dalyan'a gittiği bölümlerdeki inşaat manzaraları, kamyonlardan, çamurdan, hafriyattan bahsedilmesi de bugünü aratmayacak nitelikte. Maalesef buralarda değişen hiçbir şey yok.
Sur'un ütopyasını anlattığı satırlar belki de Zaven Biberyan'ın istediği dünyanın en çıplak anlatımı: "Bir yerde, bir ülkede, devlet olmasa, hükümet olmasa, yönetim olmasa, kanun, polis, yasak olmasa, kimse kimseyi ezmese, başkalarına zarar vermedikçe herkes her istediğini yapabilse."
Meteliksiz Âşıklar'ın üzerinden yıllar geçmişken hâlâ "keşke" diyoruz, "keşke".

Banu Yıldıran Genç

Meteliksiz Âşıklar
Zaven Biberyan
Çev: Natali Bağdat

Aras Yayıncılık, 2017, 216 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Eylül 2017 sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...