60'lı
yıllarda İstanbul'da genç bir Ermeni olmak...
Zaven
Biberyan’ın ikinci romanı Meteliksiz Âşıklar Türkçeye ilk
kez çevrilerek Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı. İlk
romanı Yalnızlar ve son romanı Babam Aşkale’ye Gitmedi
arasındaki bu roman da yazarın bütün gözlem ve anlatım
ustalığını sergiliyor. Hatta Marc Nichanian’ın sunuşundan
öğrendiğimiz kadarıyla senaryo hâline getirdiği ve sansür
kurulunun müdahalesiyle filme çekilemeyen Yalnızlar’daki
sinematografik unsurlar Meteliksiz Âşıklar’da da fazlasıyla
var.
Yine
sunuş yazısında Nichanian, Biberyan’ın çilekeşliğinden dem
vuruyor ki bunun sebeplerini ise şöyle açıklıyor: “İstanbul’daki
Ermeni cemaatince sevilmiyordu elbette. Edebiyatı anlaşılmıyordu,
siyasi duruşu da o dönemde (ve bugün bile) İstanbul, Beyrut ve
başka yerlerdeki Ermeniler arasında hâkim olan muhafazakâr
çevrelerin gözüne sevimli görünmesini hiç mi hiç
sağlamıyordu.” Oysa pek çok yazar gibi ölümünden sonra
keşfedilen Zaven Biberyan, Ermeni edebiyatının en önemli
isimlerinden olabilir.
Biberyan'ın
ne Ermenilere ne Türklere yaranabilmesinin nedenlerini romanlarını
okurken oldukça iyi bir biçimde anlıyoruz. Hemen hemen bütün
romanlarında aile içi geçimsizliği tüm gerçekçiliğiyle gözler
önüne sererek o dillere destan aile kutsallığını yıkıyor.
Meteliksiz Âşıklar'ın ana karakteri Sur, yaşının da getirdiği
isyan duygusuyla orta sınıf bir Ermeni (aslında Türk, Yahudi,
Rum, hiç fark etmez) ailesinin nasıl yalanlar, mutsuzluklar,
planlar üstüne kurulduğunu gösteriyor okura.
Sur'un
isyan duygusunu asıl olarak başlatan şey parasızlıktır,
sevgilisi Norma'yla adaya gidebilmek, bir restoranda yemek yiyebilmek
lüks olmasa da babasının yeteri kadar para vermemesi, hâlâ
öğrenci olması, bir türlü yatıştıramadığı cinsel açlığı
üst üste biner ve etrafındakileri üzmek adına elinden geleni
ardına koymaz. Oysa geceleri ağlayan yine kendisidir. Sur'un bitmek
bilmez sorgulamaları, durmaksızın değişen ruh hâli müthiş bir
ustalıkla verilmiş.
Sur,
para için babasının paltosunu çalar, satarken kazıklanır,
çocukça bir kıskançlıkla Norma'yla arasını bozar, annesini
zaten durmaksızın üzer, kardeşlerine bile yakın durmaktan
çekinir. Başı yine saçma sapan bir dertten polisle belaya girer,
cezayı babasına ödetir, bu kez devlete, yönetenlere, Ermeni
olmaya isyan eder. Oysa tüm bu isyan büyümek demektir zaten, Sur
gerçekte ölerek annesini üzeceğini düşünen bir çocuktur,
büyümeye çalışan bir çocuk: "Şimdi kendisi de yere
yığılıverse, her şey çözülürdü. Anasından intikamını ne
biçim almış olurdu. Nasıl da ağlayıp sızlanır, dövünürdü
Meline, pişman olurdu, hayatının sonuna kadar vicdan azabıyla..."
Roman
boyunca mutfaktan dışarı çıkamayan Meline de eve gelip despotluk
taslayan Kevork da Sur'un gözünde birer canavar olsalar da Zaven
Biberyan yine ustalığını gösterip her ikisinin de kendisini
sorguladığı bölümle onlara da derinlik katabiliyor. İlkokul
dörtten sonra okumayıp bir çorbacıda çırak olarak çalışmaya
başlayan Kevork'un şimdi dükkân sahibi olması, cemaat işleriyle
ilgilenmesi kendi gözünde müthiş bir başarı öyküsüdür, oysa
evinde saygı görmüyor, çocuklarıyla iletişim kuramıyordur.
Meline ise namusu için yaşamış, görücü usulü evlenmiştir,
bunca yıllık yaşamında zaman zaman dalıp "Acaba hiç mutlu
oldum mu?" diye düşünmesi bile yeterince acıklıdır
aslında.
Evde
sürekli yaşanan kavgaya herkes alışmıştır. Bu kavgalar üç
kardeşin anne babalarıyla dalga geçmesi, küçümsemesi yüzünden
çıkar bazen. Bazense cemaati eleştirip Ermeni gazetelerinin
sıkıcılığından dem vururlar, Kevork'un asıl dayanamadığı
böyle kutsal şeylerin eleştirilmesidir. Romanda yer yer 6-7
Eylül'den bahsediliyor, Kevork saldırının asıl faili Adnan
Menderes'e laf söyletmeyerek ortayolcu bir tutum takınıyor ki bu
tutumu, hep güçlünün yanında oluşu çocuklarını en çok
rahatsız eden tarafıdır. Bu eleştirileri Kevork nezdinde
muhafazakâr, sağcı Ermenilere getiren Zaven Biberyan'ın pek de
sevilmemesi şaşırtıcı değil aslında.
Tüm
bunların dışında Biberyan, 60'lı yıllara dair gerçekçi bir
Türkiye panoraması sunuyor bize. Burgaz'ın Büyükada'nın
güzelliğini bazen bir resim gibi çizerken en güzel ânlara
dadanan röntgenciler bu toplumun sapıklığının yeni bir şey
olmadığını yine ispatlıyor. Yine Sur'un, Norma'nın büyüdüğü
yerleri görme hevesiyle Fenerbahçe'ye, Dalyan'a gittiği
bölümlerdeki inşaat manzaraları, kamyonlardan, çamurdan,
hafriyattan bahsedilmesi de bugünü aratmayacak nitelikte. Maalesef
buralarda değişen hiçbir şey yok.
Sur'un
ütopyasını anlattığı satırlar belki de Zaven Biberyan'ın
istediği dünyanın en çıplak anlatımı: "Bir yerde, bir
ülkede, devlet olmasa, hükümet olmasa, yönetim olmasa, kanun,
polis, yasak
olmasa,
kimse kimseyi ezmese, başkalarına zarar vermedikçe herkes her
istediğini yapabilse."
Meteliksiz
Âşıklar'ın üzerinden yıllar geçmişken hâlâ "keşke"
diyoruz, "keşke".
Banu
Yıldıran Genç
Meteliksiz
Âşıklar
Zaven
Biberyan
Çev:
Natali Bağdat
Aras
Yayıncılık, 2017, 216 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Eylül 2017 sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder