Aynanın unutamadığı Ermeniler...
1915'in üzerinden geçen yüz yılın ardından Ermeni kıyımını Türklerin gözünden anlatan, benim de birkaçını okuduğum onlarca roman yayımlandı. Okuduklarım arasında hem içeriği hem de dili, kurgusuyla beni çok etkileyen olmadı diyebilirdim, Unutkan Ayna'yı okuyana dek. Nisan ayında yayımlanan Unutkan Ayna'da Gürsel Korat uzun yıllar unutamayacağımız bir 1915 portresi çiziyor bize.
Gürsel Korat daha önce yazdığı romanlarla da İç Anadolu'yu diliyle, sesiyle, coğrafyasıyla ustalıkla anlatmış bir yazar. Bugüne dek genellikle Doğu'dan dinlediğimiz kıyımı Nevşehir'de yaşıyoruz bu kez. İç içe hep beraber yaşanan bir Nevşehir burası, Nevşehir'in merkezi Anadolu'nun birçok bölgesinin aksine dine, kökene göre mahallelere ayrılmamış. Kitapta birkaç kez söylendiği gibi sayıca çok da fazla değildir Ermeniler, “gavur niyetine kim varsa Rum”dur. Rumların nüfusu Ermenilerin on katıdır. Ermenilerin de Rumların da anadili Türkçedir, okula gidene kadar etnik dillerini öğrenmezler. O nedenle Teşkilat'ın buralara pek de dokunmayacağını düşünürler, özellikle de Papaz, Müftü gibi din adamları bu fikri sık sık dillendirmekte, Osmanlı'ya güvenmekte ve kıyım hikâyeleriyle panik yaşayan cemaati sakinleştirmeye çalışmaktadırlar.
12 Haziran 1915'te, gündoğumunda “Nevşehir'in tek çerçisi Boğos'u sabaha karşı vurdular.” cümlesiyle başlar roman. Önce çerçinin aklından geçen öylesine bir cümle olduğunu düşündürür yazar bize, sonrasında ise bu cümlenin doğrulanmasıyla anbean gerçekleşecek felaketlere yaklaşırız. Boğos en başta beliren varlığı ve hemen ardından yokluğuyla romanın en önemli düğümlerinden. Peşinden gelenlerle romanın kötüleriyle tanışırız, İttihat Terakki'nin önemli figürlerinden Miralay Ziya Bey Ermenilere duyduğu nefretin kökenlerinin derinlemesine işlendiği bir karakter. Makedonya'da tüm ailesini gömüp de gelen Miralay nefretini kime yönelteceğini şaşırmış bir katil aslında. Kendisiyle yapılanların yanlışlığını konuşmaya gelen Rum Papazını işgalle suçlamasının ardından “Biz Yunan değiliz, Rumuz... Onların yaptığı şeye sevinecek halimiz yok.” diyen papazı da, “Ben hiçbir Ermeni'nin ülkemize zarar verdiğini görmedim. Fikirler ayrı olabilir, başıbozuklar her yerde var. Birkaç gündür bu şehirde İslam'ın ışığı söndü.” diyen Müftü'yü de kovmaktan beter eder. Ona göre Rumeli'de İslam'ın ışığını söndürmeleriye başlamıştır her şey. Ziyaretçilerine anlattığı anısı da bunu destekler. Memleketi Ohri'de arkadaşı Yanko çocuğuna vaftiz babası olarak Ziya'yı seçmiştir. “Gelinin kız kardeşi vaftiz annesi oldu, ben de vaftiz babası... İşte... Kimsesizlikten, vaftiz babalığı edecek benden başka dost bulamayan Yanko, seneler sonra babamdan kalma evi ateşe verdi.” Bu nefret dolu konuşmalardan sonra Müftü de Papaz da olacakların durdurulamayacağını anlamışlardır. “Miralay'ın sözlerindeki 'siz' ve 'biz' ayrımını şimdiye dek hiçbir devlet yöneticisinden işitmemiştiler.” Ve hiçbirinin aklına o soruyu sormak gelmez: “Sizi Rumeli'nden Ermeniler mi sürdü?”
Miralay Ziya Bey bir yandan, Kolağası Hurşit bir yandan şehri aynı intikam duygusuyla, aynı yaşadığını yaşatma emeliyle birbirine katarlar. Onların yapacaklarını birer akbaba gibi izleyen şehrin nüfuzlu Türkleri de az değildir elbet. Yağcı Hacı Nuri, Öğretmen Bilal ve daha birçokları şimdiden hangi Ermeni kadınına el koyacaklarını, hangi evlere, tarlalara çökeceklerini hesaplamışlardır bile. Ama elbet iyiler de vardır, İttihat ve Terakki'nin ne olduğunu erkenden anlayıp fırkadan ayrılmış, 1908 anayasasına kalbiyle bağlı, Ermenilerin kültürüne, okullarına, kadınlarına hayran Binbaşı Fuat Hilmi, Demirci Kirkor'un en yakın dostu Berber Memet, bütün saflığıyla Ermenilerin gitmeyeceklerine inanan Çoban Muharrem... ve daha niceleri.
Romanın olay örgüsü oldukça karışık, toplam on günü, 12-22 Haziran arasını anlatan romanda bir gün neredeyse dört-beş parçaya bölünerek italik ve şiirsel başlıklarla anlatılıyor. Her şeyi bilen Tanrı anlatıcının şehrin dört bir yanını, kimin ne yaptığını, ne düşündüğünü, ne planladığını okura bu başlıklar altında aktarmasıyla örülüyor roman.
Çerçi Boğos bu örgünün en önemli düğümlerinden biri demiştim. Boğos'un taşıdığı bir çocuk tabutu, tabutun içindekiler ve bu tabutu bekleyen bir kadın romanın sacayağını oluşturmakta. Gürsel Korat bunca kalabalık ve genelde erkek ağırlıklı kadroyla bile kadını güzelleyen bir roman yazmayı başarmış. Tüm olayların bağlandığı yeri anlayacak, anlatacak tek bir kişi roman var romanda: Güzel, alımlı, eğitimli ve gizemli Zabel Minasyan. Kocası asılan, çocuklarıyla var olma savaşı veren güçlü bir masal prensesi sanki. Anadolu'da Ermenilere yapılanları Avrupa'ya duyurabilme amacıyla yola çıkmış kocasının izinden gitmeye çalışırken kendini Nevşehir'de bulan, bir çıkış yolu arayan, inançlı, umutlu bir masal prensesi. Yaşanan türlü zorluğa göğüs gererken Ermeni olsun Türk olsun bütün kadınlarla “kızkardeşlik” ilişkisi kuran, daha bu topraklarda adlandırılmayan feminizmi iliklerinde hisseden bir prenses. Romandaki tüm erkekler gibi onu tanıdıktan sonra sevdalanan ve bunu herkesin içinde davranışlarıyla fazlaca belli eden Bediros'tan rahatsız olduğunda, Bediros'un karısı Diruhi'ye söylediği gibi: “Hangi kadın, yanında kocası varken bir erkeğe aynı şeyi yapar? Yeni bir dünya kurmalıyız, çocuklarımız bize öğretilen kadınlığı ve erkekliği bilmeden büyümeli.”
Kitabın adını aldığı “Unutkan Ayna” en önemli imgelerden. Muharrem'in fotoğrafını çeken Dikran, suretinin kağıtta nasıl belirdiğini bir türlü anlamayan çobana şöyle anlatıyor: “Seni çektiğim şu makinenin içinde ayna var, göz açıp kapayıncaya kadar seni görüyor ve içinde unutuyor. (...) De ki aynaya bakmışız, orada resmimiz kalmış! Unutmuş ayna bizi. İşte ben o aynadaki resmi alıyorum. Bunları leğene koyuyorum ve Allah'ın işine bak ki, aynada unutulan o resim kağıda çıkıyor.” Ve roman boyunca çalışıyor Dikran, tehcir emrinden önce, her şey, herkes yok olmadan önce aynada unutulanları belgeliyor. Köyün meydanını, kilisesini, cemaati, komşuları, çocukları...
On günde bir şehir talan ediliyor, insanların yaşamak uğruna neler yaptıklarına şahitlik ediyoruz. Önce Müslüman olanlar kalacaktır, deniyor, Ermenilerin birçoğu sünnet oluyor, gururuna yediremeyenler intihar ediyor, sonra bu sözden vazgeçiliyor sıraya diziliyor herkes... O güne dek olmaz sanılan oluyor. Yardım etmeye çalışan Müslümanlar dayaktan geçiriliyor, mallar talan ediliyor. Kimse bir şey yapamıyor. Teşkilatın “Gereğini yapın” telgrafı Miralay'ın iç cebinde geleceğinin garantisi olarak duruyor. Suçlar saklanıyor, her şeye bir kılıf uyduruluyor. Nevşehir'in Ermenilerinden bir unutkan aynanın hatırladıkları kalıyor.
Gürsel Korat bu trajediyi olay örgüsüne yedirerek anlatıyor, tehcir gününü sonradan safça anlatan Çoban Muharrem'in sözü bitsin diye bekliyoruz, bitsin ki sevdiğimiz insanlar kurtulacak mı, giriştikleri macera nasıl sonuçlanacak, öğrenelim. Ve her şeye rağmen gülümsemeyi, umudu, mutluluğu anımsatıyor bize Gürsel Korat. Edebiyatın gücü de burada kendini gösteriyor. Yaşananların tüm korkunçluğuna, binlerce insanın ölümüne rağmen on günde yaşantımızdan biri olup çıkıveren insanların kurtulup kurtulmayacakları oluyor asıl derdimiz. Sanki onlar kurtulunca düzelecek, geçecek her şey.
Unutkan Ayna'yı, çocuğu olmadığı için doğum yapan ineğiyle buzağısına bakıp hüngür hüngür ağlayan Memet'i, onca güzellemeyle anlatılan Çanakkale cephesinde döve döve öldürülen er Agop'u, yaptıklarını yüzüne vuran fotoğrafları görünce bir nebze olsun utanmayan insanlığını kaybetmiş İttihatçi Miralay Ziya'yı ömrümce unutmayacağım. Gürsel Korat bu aynada insanı tüm iyiliği ve kötülüğüyle gösterirken, hayvanları, ağaçları, yıldızları da katmayı unutmamış. Ah'ından kurtulamayacağımız bu topraklarda yaşananları aktarırken usta işi bir romana imza atmış.
Banu Yıldıran Genç
Gürsel Korat
Unutkan Ayna
Yapı Kredi Yayınları, Nisan 2016, 277 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Eylül sayısında yayımlanmıştır.
Musa Dağda Kırk Yıl da çok güzel bir kitap unutkan aynayı aldım okuyacağım
YanıtlaSil