20 Şubat 2018 Salı

Midland Oteli'nde Çay


Dert bizde derman bizde
Adını yıllardır duyduğum David Constantine’i ancak geçtiğimiz aylarda ikinci kitabı yayımlanınca okudum. Notos’tan çıkan Midland Oteli’nde Çay uzun zamandır karşılaştığım en has edebiyat.
İlk kitabı Başka Bir Ülkede’ki öykülerin tamamı ilişkilere, hatta üçlü ilişkilere odaklanmışken Midland Oteli’nde Çay’dakiler biraz daha çeşitli. İlişkiler yine var elbette, Constantine’in didiklemeyi sevdiği bir konu ama bu kez yazarı rahatsız eden başka şeyler de var: Yaşlılık ve maruz kalınan muamele. Hastalık ve yalnızlaşma. Ötekileştirilen tüm insanlar: evsizler, deliler, kimsesizler. Rant ve kentsel dönüşüm. Terk edilen yaşam alanları.
Distopik bir iklim değişikliği hikâyesi Frideswide’ı Geride Bırakmak. Yıllardır yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalan bir sürü insan. Boşaltma kararı alınmış bir kurumun -sanat atölyelerine, kriz merkezine, parklara, kurslara, hobi bahçelerine, oyun gruplarına ev sahipliği yapan eski bir okul- toplanmak için son on iki saati. İl meclisinden gelen mektup sabah 10’da hazır olmalarını istiyor, ağır hasta Bayan Eaves’in bile hazır bulunması gerek. Gece elektriği kesilmiş kurumda yenen sessiz ve üzgün akşam yemeği, sabaha çıkmasın da gelecek günleri görmesin diye dua edilen Bayan Eaves’in son nefesi, onları almaya gelmiş turist otobüslerin yanına birer bavulla dizilmiş yaşlıların bir tablo gibi betimlenmesi... Bu manzarayı vurucu cümlelerle tamamlıyor Constantine: “Bay James kulaklıklardan birini başına geçirdi, çalışıyordu, dil seçimini yaptı. Beth adama gözucuyla baktı. Adamcağız hem dinliyor, hem ağlıyordu. Bu denli sessiz sedasız, bu denli çaresizce ağlayan birini ömründe görmemişti Beth, gözyaşları adamın yüzünü sırılsıklam edip ellerine ve evrak çantasına boşandı. Geride bırakmakta olduğu şehrin kiliselerinin, şairlerin yaşadığı o evlerinin, botanik bahçesinin, müzelerinin, sanat galerilerinin, bir şehit anıtının, o köklü ilim ve irfan yuvalarının bir bir anlatıldığı işitsel turu başından sonuna dek dinleyip bir yandan da ağladı Bay James.”
Ev’in Bahçesi öyküsünde ise düşkünler evinde kalan ince ruhlu Ev’le sıkılmasın diye ona iş yaratan Müdür’ü tanıyoruz önce. Eski bir mezbahayı sebze ve meyve kooperatifi için kullanmaya başlayan Mısır Tohumu ekibiyle çalışmaktan çok mutludur Ev. Kasabaya renk ve canlılık gelir. “Ne var ki Meclis çok geçmeden, bir kâse çorbayı mideyi indirip çevresine şöyle bir göz gezdirdikten sonra orada Mısır Tohumu’nun aklından hayalinden geçmemiş bir potansiyel gören müteahhide satıverdi eski mezbahayı, müteahhit birazcık sıkıntıya girip basında hakkında çıkan bir iki kötü haberi savuşturduktan sonra kooperatifi oradan tahliye ettirdi.” Çok tanıdık gelen bu olay sonrası Ev kendini düşkünler evine kapatır, Müdür bu kez yeni bir fikirle canlandırmak ister onu: Alkoliklerin mesken tuttuğu leş olmuş Quaker mezarlığını bir ölüler bahçesi haline getirmek. Düşkünler evinin sakinleri bir yandan, kamu hizmeti cezasını bahçede çalışarak doldurmak isteyen tutsaklar bir yandan bakımsız mezarlığı bir cennet haline getirirler. Tabii ki bundan sonra olacaklar da tahmin edilebilir. Belediye meclisi bahçeyi kültürel miras ilan edip apar topar bir şirkete satar. Ama bu kez kimse pes etmez. Son iki sayfada anlatılan direnişin bir anda örgütlenmesi, barikatların kurulması, yaşlıların bile yardıma koşması bilin bakalım bu satırların yazarına neyi anımsatıp ağlattı? “Ölüler çiçeğe durmuştur. Dört bir yan gelincikle sarılıdır, göz alabildiğine kırmızı bir zaferdir bu. Akabinde, bahçeyi doldurup taşıran o çiçekleri aratmayan bir insan kalabalığı toplanır alanda; itaatsizlerdir bunlar, her şeye rağmen hayatta kalmayı başaranlar, çatlaklarda ve gölgelerde yaşayan canlar, aykırılar, zapt edilemeyenler, davetsizlerdir...”
Kitaptaki öykülerin arasından bu ikisini seçmemin kişisel nedenleri var elbette. İlk öykü şu an gözümüzün önünde parça parça yıkılan, sömestr tatilinden önce ise aynen öyküdeki gibi pılımızı pırtımızı toplayıp terk edeceğimiz okulumuzu anımsatıyor. Binlerce öğrenciyi yerinden yurdundan eden ise küresel ısınma değil inşaat firması. Gerçeğin kurmacadan daha korkunç olduğu bir durum. İkincisi ise bu memlekette her gün yaşanılan adaletsizliklerin başka yerlerde de olduğunu bilmenin, hissedilen haksızlığın bir olmasının verdiği "yalnız değilim" duygusu. Belki çok bencilce ama bu duygu rahatlatıcı.
David Constantine okurken kentte doğup büyümüş biri olarak neden bu kadar az ağaç adı bildiğime, yeryüzü şekillerine ne kadar az dikkat ettiğime hayıflanıp durdum çünkü yazar mekânı öyle bir anlatmaya başlıyor ki, o tasvirlerdeki ayrıntıları okudukça gözünüzün önünde anbean öykünün yaşandığı atmosfer canlanıyor. Öykülerin bu denli etkileyici olabilmesinin en önemli sebebi bu.
Aylin Ülçer'in ustaca çevirdiği Midland Oteli'nde Çay gözlerden kaçmamalı.

Banu Yıldıran Genç

Midland Oteli’nde Çay
David Constantine
çev: Aylin Ülçer
Notos Kitap, Ekim 2017
* Bu yazı Express dergisinin Şubat 2018 tarihli sayısında yayımlanmıştır

2 yorum:

  1. Ben iki saat oldu okumaya başlayalı içinde çok tanıdık bir yaşanmışlık ve samimiyet var okumak güzel

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kusura bakmayın, yorumunuzu şimdi gördüm. Yazarın Başka Bir Ülkede adlı kitabını da hararetle öneririm :)

      Sil

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...