"Daha
kötü ne olabilir?" derken...
Tayfun
Pirselimoğlu’nun geçtiğimiz eylül ayında yayımlanan romanı
Berber’i
okuyarak edebiyat adına çok hayırlı ama ruh hâlim için o kadar
hayırlı olmayan bir şey yaptığımı düşünüyorum. Ruh
hâlimden bahsetmemin sebebi yazdıklarının aynı bugüne
benzemesi, betimlediklerinin bundan daha sonra yaşayacaklarımızın
korkunç bir provası olması... Zaten distopya gibi bir ülkede
yaşarken bir de bu ortamın daha beterini bir kitapta okumak o
sıkıntıyı ikiye değil dörde katlıyor diyebilirim. O nedenle
Berber
kolay okunabilen, kolay hazmedilebilen bir roman değil. Taşıdığı
Kafkaesk unsurlar ve yarattığı bunaltıcı atmosfer nedeniyle sık
sık ara verip sindirmek gerekiyor. Neyse ki Tayfun Pirselimoğlu'nun
çok temiz bir dili, doğal diyalogları ve hep tanıdık bir yerleri
anlattığı hissi veren ve okuyanı kolayca içine alan ustaca
betimlemeleri var da içeriğin ağırlığına karşın roman su
gibi okunup gidiyor.
Birinci
tekil kişiyle ve kahraman bakış açısıyla yazılmış romanda
anlatıcı otuzlu yaşlarda, babadan kalma berber dükkânında
çalışıyor, bekâr ve yalnız. Adını öğrenmeyeceğimiz
anlatıcı romanın ilk bölümünde gizemli bir iş ilişkisinde
bulunduğu M'yle buluşmasını ve geçmişlerini anlatıyor. Berber
dükkânı gibi M de babadan kalmadır aslında. Babasının arkadaşı
olan M'yle anlatıcı arasında özel bir sevgi vardır, anlatıcı
onu biraz babası yerine M de onu olmayan oğlu yerine koyar. Kara
romanda olması gerektiği gibi ilk bölüm aklımızda birçok soru
işareti bırakarak sonlanır. Yazar bu soru işaretlerini yavaş
yavaş cevaplar. Kahramanımızla ilgili gizemli "şey"i
üçüncü bölümün sonunda, net ve vurucu cümlelerle öğreniriz:
"C.K,
kahvedeki malumatfuruş ve can sıkıcı gevezelikteki birkaç
müdavimden öğrenebildiğim kadarıyla gündüzleri yakınlarda bir
yerde oto tamirciliği, geceleri mezat işi yapan, üç yıl önce
tam mezat sırasında apandisiti patladığı için ölümden dönen,
askerliği sırasında -yıllar önce- bir kız meselesi yüzünden
iki kere firar ettiğinden sekiz ay fazla askerlik yapan, iki yıl
önce boşandığı karısından -ki, aynı zamanda firarına neden
olan aşkı oluyormuş- ikisi de oğlan iki çocuk -çocuklar annede
kalmıştı- sahibi biriydi ve övünerek söylemiyorum, M'nin cumada
ayakkabılarını çalan hırsız hariç benim on altıncı
'kurbanımdı'."
Kendi
hâlinde, hatta iyi kalpli bir tetikçi diyebileceğimiz kahramanın
asıl mesleğini öğrendikten sonra olaylar hızla gelişiyor ve
M'nin ani ölümüyle onun yerini alan N'yle tanışınca işler
iyice garipleşmeye başlıyor. Anlatıcı biraz mecburiyetten biraz
da güçlü kişiliği karşısında hayır diyememekten N'yle iş
yapmaya başlar. Küçük bir milliyetçi partinin başında olan N
iktidara muhalifken, öyle ustalıklı atar ki adımlarını, birkaç
şüpheli ölüm sonrası iktidardaki Milli Şahlanış ve İtibar
Partisi'nin başına geçer. Bu arada eski söyledikleri unutulmuş,
pavyon sahibi mafyatik bir akşamcıyken namazına niyazında namuslu
bir mütedeyyine dönüşmüştür. Söylemleri gittikçe
dindarlaşırken, sembol gibi parmağında taşıdığı yüzükten
takanların sayısı nüfusun yarısına ulaşır.
Bu
arada memlekette hiç bitmeyen bir kış hüküm sürer, arada bir
kendini gösteren güneş de kimsenin içini aydınlatamaz. Bunun
yanı sıra sarı kar yağışı, kış ortasında güve istilası
gibi garip doğa olayları da yaşanır ki romanın güven
simgelerinden biri olan radyodaki hava durumu sunucusu bile bu doğa
olaylarını açıklayamaz. Bu kıyamet alametlerinin yanında hayat
yolda taranan vatandaşlarla, otobüslere konulan bombalarla, kopup
giden organlarla, faili meçhul gazeteci cinayetleriyle akıp gider.
Öyle çok sayıda insanın öldüğü patlamalar yaşanır ki az
ölümlü olanlar bazen küçücük bir haberle anılır sadece. İşte
bu karanlık ve tanıdık gündem, iktidardaki ve insanlardaki
muhafazakârlaşma, her tür pis işi yapıp sonra başkalarını
namussuzlukla suçlama, laiklik tartışmaları, sayıları artan ve
zarar vermeye başlayan meczuplar... gerçekle kurgu arasında kalan
okuru oldukça zorluyor.
Tüm
bunların içinde olabildiğince dürüst kalmaya çalışan ve M'den
sonra N'ye alışamadığı için bu işleri bırakmaya çalışan
anlatıcı, garip bir sevgiyle bağlandığı ve sonra evlendiği
uzak akraba kızı Meryem'le ilişkisi ve onu karşı duyduğu
sorumluluk hissi, babasına ve M'ye duyduğu özlem, üç
üniversiteyi yarıda bırakıp baba dükkânında çalışmada
bulduğu huzur, okuru romana bağlayan ve iyi bir şeyler ummasını
sağlayan unsurlar. Yazar insanı tüm iyi ve kötü taraflarıyla
seriyor okurun gözü önüne, zamana, mekâna ve olaya dair
ipuçlarını veriyor ve sonra arkasına yaslanıp usta bir finalle
okuru baş başa bırakıyor.
Tayfun
Pirselimoğlu hem sinemacı hem ressam olduğu için olsa gerek
romandaki mekânlar; pastaneler, evler, pavyonlar, devlet daireleri
ve özellikle anlatıcının berber dükkânı canlanıp dile geliyor
denebilir. Eski tip bu berber dükkânı olduğu gibi kalmasıyla
sanki -hem gerçekte hem romanda- bir anda değişip ruhunu kaybeden
mekânlara meydan okuyor. Berber'in
kapak tasarımında Suat Aysu da bu büyüyü hissedip okuyucuya
yansıtmış.
Banu
Yıldıran Genç
Tayfun
Pirselimoğlu, Berber,
İletişim Yayınları, Eylül 2016, 252 s.
* Bu yazı Notos'un 62. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder