Sevmek
mi sevilmek mi?
Facebook’u
terk edeli beri eski öğrencilerimle instagram’dan takipleşiyoruz.
Çoğu üniversitede, bazıları bitirdi, bazıları çalışıyor,
bazıları dünyayı geziyor. Bayağı duygulanarak bakıyorum
fotoğraflara, o günleri özlüyorum, ne de olsa öğretmenlik daha
"mutlu" bir meslekti o dönemler. Bir yandan zamanın nasıl
bu kadar çabuk geçtiğini anlamaya çalışıyor, bir yandan iyi ki
bugünlerini gördüm diyorum.
Önümüz
Sevgililer Günü, hiç kutlamamış olsam da, kapitalizmle
ilişkisinden hiç hazzetmesem de sık sık aşk ve sevgi üzerine
düşünüyorum bu aralar. Neden? Çünkü bahsettiğim eski
öğrencilerimin hemen hemen hepsi âşık. Nasıl oldu bilmiyorum,
nasıl denk düştü onu da bilmiyorum ama bir anda sarmaş dolaş
fotoğraflar, şiirler, mutlulukla parlayan yüzlerle doldu telefon
ekranım. Şimdilerde öğrencilerimin sevgililerinin fotoğraflarını
büyütüp kendi kendime "İyi
birine benziyor."
diyorum, "üzülmesinler" istiyorum. Şu an fotoğrafların
üzerine birer kalp bırakmakla yetiniyorum ama birkaç yıl daha
geçerse "E
hadi ama evlilik ne zaman, torun görmek istiyoruz."
diye yorumlar yapmaya başlarım diye kendimden korkmuyor değilim.
Onların
mutluluğunu izlerken gençliğimi anımsıyorum, ne, ne zaman
olmuştu, sonra ne yapmıştım, sıraya koymaya çalışıyorum.
Netleştiremediğim birkaç şey var sadece. İlk âşık olduğum
zamanla en sevdiğim yazarı keşfettiğim zaman birbirine karışıyor.
1991'de İstiklal Caddesi Küçükparmakkapı Sokak'ta kurulan kitap
tezgâhından alınmış Remzi Kitabevi'nin Çilek dizisinden bir
roman, Carson McCullers, Düğünün
Bir Üyesi.
Okuduktan
sonra hemen bir kere daha okuduğum, her tarafına notlar aldığım,
içimde uyandırdığı yazı yazma hevesini bastıramadığımdan
olsa gerek arkadaki boş sayfalarını bile yorumlara boğduğum bir
roman. Aklımı karıştıran şey bu kitapla ilk aşkın sırası.
Hangisi önce, hangisi sonraydı, bilemiyorum.
Çok
şanslı bir dönemdeymişim ki McCullers'ın bütün kitapları
Türkçede bulunuyordu, şu an herhangi bir kitap sitesine bakın,
tek bir kitabının satışta bulunduğunu, diğerlerinin tükendiğini
göreceksiniz. Türkiye yayıncılığının özeti. Neyse, sonuç
olarak platonik aşkım tüm hızıyla devam ederken ben de Carson
McCullers'ları bir bir okumaya başladım. Duygusal anıları
olduğundandır belki McCullers'ın romanlarının hepsini ayrı ayrı
seviyorum ama itiraf etmeliyim ki Logos Yayınları'ndan Hüzünlü
Kahvenin Türküsü'nü
okuduğumda afalladım, dayak yemişe döndüm.
"Öncelikle
aşk, iki insan arasındaki ortak yaşantıdır. Ancak unutulmaması
gereken, ortak yaşantı, iki insanın ille de benzer şeyler
yaşaması değildir. Bir seven vardır, bir de sevilen. İkisinin de
dünyaları farklıdır. Sevilen, sevenin içinde gizli duran,
birikmiş aşkı ortaya çıkaran bir dürtüdür. Seven de her
nasılsa bilir bunu. Zihninin derinliklerinde aşkının alışılmadık
bir şey olduğunu hisseder. Yeni tuhaf bir yalnızlıkla tanışır.
(...) Sevilen, saçı yağlı, şeytansı, hainin tekidir belki de.
Seven bunu bilse de bu gerçek içinde büyüyen sevgiyi zerrece
etkilemez. En sıradan insan, vahşi, taşkın, zehirli bataklık
zambakları kadar güzel bir aşkın nesnesine dönüşebilir. İyi
bir adam, zorlu, iğrenç bir aşkın dürtüsü olabilir. Abuk subuk
konuşan bir deli başka birilerinin ruhunda fırtınalar
koparabilir, ağzından çıkanlar, dokunaklı bir şiirin dizelerine
dönüşebilir. Kısacası aşkın değerini, içeriğini yalnız ve
yalnız seven belirler.
Bu
yüzden çoğumuz sevilmektense sevmeyi yeğleriz. Hemen herkes seven
olmayı ister. İçimizde gizlenmiş bir gerçeği dile getirmek
gerekirse, çoğumuz için sevilen olmak katlanılmaz bir durumdur.
Sevilen sevenden hem korkar hem de nefret eder."
Çocuk
yaştasınız, okuduğunuz kitaplardan, yazarlardan hayatı öğrenmeye
çalışıyorsunuz. Kendinizden "birazcık" büyük
birisine âşık olmuşsunuz, sizi görsün, sizin farkınıza varsın
diye ölüyorsunuz ve Carson McCullers çıkıp şu satırları
yazıyor. Felaket! O yaşlarda her şey keskin yaşanıyor, ya siyah
ya beyaz, arası olmuyor, "Hayran
olduğum yazar bunları yazmış, her satırını doğrulayan bir
olay örmüşse etrafına, yanılıyor olamaz."
diye düşündüm uzun uzun. Fark edilmek, sevilmek için duyduğum
onca istekten utandım, doğru ya, sevmek yeterli olmalıydı benim
için, beni olgunlaştıracak, büyütecek olan bu duyguydu. Kimi
sevdiğim önemsizdi demek, değerini de içeriğini de ben
belirliyordum.
Uzun
bir süre kafamda bu cümlelerle dolaştım diyebilirim, sürekli
kendimle kavga ediyordum. Aşkımın platonikliğini kabulleniyor,
lisemden nefret ediyor, çıkışta tek başıma sinemalara gidiyor,
eve dönüp kitap okuyordum dengemi bulmak adına. Romanlar idare
ediyordu da şiir okudum mu bütün bu denge yine bozuluyordu. Madem
çoğumuz sevilmektense sevmeyi yeğliyorduk, ben niye bu kadar acı
çekiyordum? Niye rüyalarımda aşkımın karşılık bulduğunu
görüyordum?
Sonra...
Zaman geçti, coşkun sular duruldu, hem sevdiğim hem de beni seven
birini buldum. Büyüdüm biraz. Anladım ki yazarların her
yazdığının doğru olması gerekmezmiş. Her aşk kendi içinde
bambaşka bir hikâyeymiş. Değerini ve içeriğini biricikliği
belirlermiş.
Şu
zor günlerde çocukların gözlerini ışıl ışıl yapan şeyin
adı işte aşk. Saçma sapan bir yüzüğe, alınması şartmış
gibi gösterilen hediyeye, yaratıcı bir reklam etkinliği olan
Sevgililer Günü'ne sıkıştırılmayacak kadar başka. Öyle bir
sihirbaz ki o, Taksim meydanının olanca çirkinliğini bile
güzelleştirebilir, yeri gelir iç organlarınıza el atar,
sevgiliyi görünce midenizde bir anda kanat çırpan kelebekler
peyda olur. O yüzden çok mutluyum öğrencilerim adına. Çok
yaşasın aşkları, çok yaşasın gözlerinin ışıltıları. Şu
hayatta hep kötü şeyler mi olacak, biraz da aşk olsun.
Banu
Yıldıran Genç
* Bu yazı oggito.com'da yayınlanmıştır.
Paylastiklarin çok önemli. Takipteyim artık. Kalemine sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkürler :)
Sil