Yazarların
yazarı ilk kez Türkçede...
Yazılarımı
takip edenler Jaguar Yayınları’nı çok beğendiğimi bilirler.
Bu yayınevinden kötü bir şey okuma ihtimaliniz pek yoktur. O
nedenle yeni kitaplarını alır ama hemen ama sonra illa okurum.
Yeni çıkan ve farklı kapak tasarımıyla dikkatimi çeken Hadi,
Yarın Görüşürüz’ü alır almaz okumaya başladım. İlk kez
okuduğum William Maxwell, Amerikan edebiyatının pek çok ünlü
ismine editörlük yapmış, aynı zamanda birçok ödülün de
sahibi usta bir yazar.
1980’de
yayımlanan, iki yıl sonra National Book Award’ı kazanan Hadi,
Yarın Görüşürüz, 1920’li yılların başında işlenen bir
cinayeti ve bu cinayete giden yolu anlatıyor. Bu doğrusal olmayan
anlatım, yani en başta yaşanan trajediyi bilip sonra olayın
öncesini okumamız aslında aynı yıllarda yayımlanan Gabriel
Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi’sini getiriyor akla, ama
olayların dizilişi dışında hiçbir ortak noktaları yok.
Hadi,
Yarın Görüşürüz’de anlatıcı önce çocukluğunun geçtiği
yerde, Illinois’de yaşanan bir cinayeti ve taraflarını anımsar.
Sonra yavaş yavaş kasabayı ve anlatıcıyı tanımaya başlarız.
Adını bilmediğimiz anlatıcı Yas Dönemi başlıklı bölümde
okura bu kitabı niçin yazdığını anlatır: “Eğer (1) katil
tanıdığım birinin babası olmasaydı ve (2) daha sonra utandığım
bir şey yapmamış olsaydım, hayatımda görmediğim bir ortakçının
öldürülüşünü elli yıl sonra hatırlayacağımı pek
sanmazdım. Bu anı yazısı -eğer bu yazıya anı yazısı
diyebilirsek- bir laf kalabalığı, özür dilemenin nafile bir
yolu aslında.” Böylelikle anlatmaya başlar; küçük bir
kasabada bir bacağını araba tekerine kaptırmış abisi, sigorta
satıcısı babası ve annesiyle çocukluk denen o güzel ve uzak
ülkede yaşamaktadır, ta ki 1918’deki grip salgınında küçük
kardeşinin doğumundan hemen sonra annesini kaybedene dek. Yazarın
özyaşamından izler taşıyan bu geçmişin anlatımı, bir iç
dökümü gibi devam eder. Babasının istediği gibi dışa dönük,
oyunbaz bir erkek çocuk olmayan anlatıcının içe kapanması,
kendine kurduğu küçük dünya, bu dünyaya bir süre sonra misafir
olacak üvey annesi sırayla yerlerini alırlar. Babası tekrar
evlendikten sonra taşınacakları evin inşası sırasında
tanıştığı sessiz arkadaşı Cletus Smith, bu romanın
yazılmasının sebebidir aslında. En başta anlatılan trajedide
cinayeti işleyenin oğludur Cletus ve bu olaydan sonra da
anlatıcının hayatından çıkmış gitmiştir.
Çocukluğu
anımsamak acayiptir gerçekten de, tamamen sizin kurduğunuz, gerçek
olup olmadığından hiçbir zaman emin olamayacağınız uzak bir
masal dünyasıdır sanki. Bu nedenle çocukluğu anlatan romanları,
öyküleri ayrı severim. Hayatınıza girenler, çıkanlar siliktir.
Bugün büyüklerin travma yaşatacağını düşündüğü birçok
şeyi sorunsuzca atlatır ve unutur çocuklar. Taşınma, okul
değişikliği, bir anda gelen ve bir anda giden arkadaşlar...
Kitabı okurken ilkokulda ansızın okulu bırakan, sonra ailecek
Almanya’ya döndüğünü duyduğumuz bir sınıf arkadaşım geldi
aklıma. Ve tabii sorular, ne olmuştu, ansızın dönemin ortasında
niye gitmişlerdi? Çocuk dünyası bu sorularla dönmüyor, aklımıza
geldiyse bile bir teneffüs sonra unutmuşuzdur herhalde, arayıp
sorma inceliği ya da hatırşinaslık dediğimiz özellik pek de
çocuklara özgü bir şey değil. Burada da anlatıcı yıllardır
vicdanını rahatsız eden küçücük bir olaydan yola çıkıp bu
"anı yazısını" yazar. Bu olay, ailesiyle taşındığı
Chicago’da lise koridorunda Cletus’u görüp tanıyıp
konuşmamasıdır. Bu anı, o konuşmama ânı, niye konuşmadığını
kendisinin de bilemediği bu garip tutukluk aklından çıkmamıştır.
Ve geçmişi araştırmaya başlar, elinde çok az şey vardır. Bir
aldatma, bir cinayet, bir intihar. Bu üçgeni bir araya getirmek
anlatıcının hayal gücüne ve anlatma ustalığına kalmıştır
ki kitabın ikinci bölümü bu ustalığı sonuna kadar gözler
önüne serer.
Kitap
bölümsel olarak ikiye ayrılmıyor fakat anıdan kurmacaya geçerken
William Maxwell anlatıcısı aracılığıyla okuru uyarıyor: “Eğer
ileride okuyacağı gerçek ve hayal karışımının herhangi bir
parçası okuyucuyu rahatsız edecek olursa, benden izin, bunu
dikkate almayabilir. Eğer elimde gerçekler olsaydı seve seve
onlara bağlı kalırdım. Okur aynı zamanda hatırı sayılır bir
miktarda da hayal gücünü kullanmak zorunda kalacaktır. Bir
masanın üzerine kapalı olarak yayılmış bir paket iskâmbil
kâğıdı hayal etmeli okuyucu; sonra birini açmalıdır ama bu
kupa sekizlisi veya karo valesi olmayacaktır, onun yerine Cletus’un
geçmiş yaşamının sıradan bir on beş dakikası olacaktır.”
Ve
ilk iskâmbil kâğıdıyla birlikte kurmacanın en can alıcı
karakteri, Trixie’yi yaratır anlatıcı. Cletus’la çiftliğin
köpeği Trixie arasındaki o acayip sevgi duygusallıktan
olabildiğince uzak durmaya çalışılarak yazılmış bu romandaki
en acıklı ilişki olacaktır. Çünkü anlatıcı gerektiğinde bir
köpeğin zihninin nasıl çalıştığını gösterecektir;
Trixie’nin evliliğini bitirmeye karar veren bir kadının
çocuklarını da alıp gitmesini anlamamasını, en sevdiği insan
Cletus gitmiş olsa da sonuna kadar sadakat göstererek Clarence’ı
beklemesini, yeni sahibinin onun için hiçbir zaman “sahip”
olmayacağını ve yaklaşmakta olan sonu...
Sonra
yavaş yavaş etraftaki başka kişilerin kartları da açılır,
Cletus’un yaşamı hakkında bilgi sahibi olmaya başlarız. Bu kez
bir kurmaca içinde Cletus için önemli olan insanları bir bir
tanır, doğrusal olmayan bir çizgide geçmişi ve bugünü
öğreniriz. Olay önemli bir olay değil, hemen hemen her gün
gazetelerde rastlayacağımız türden bir yasak aşk hikâyesi.
Kardeş kadar yakın olan Lloyd Wilson’la Clarence Smith’in
arkadaşlıklarının Lloyd’un Clarence’ın karısı Feyn’e
âşık olmasıyla son bulması ve dağılan hayatlar. Anlatıcının
yıllar sonra bu kurguyu hayal etmesinin de çok önemli bir tarafı
yok. Evet, bir zamanlar kısa bir süreliğine iyi arkadaş olduğu
çocuk bir trajedi yaşamış, kasabadan gitmiş, anlatıcı yıllar
sonra başka bir şehirde lise koridorunda onla karşılaşmış ve
konuşmamış. Hayatta vicdan azabı çektirecek öyle meseleler
yaşıyoruz ki şu küçük olay bizi bu kitabın bunlar üzerine
yazılmış olmasına inandırmayacak neredeyse. Oysa William Maxwell
bu önemsiz olayı ele alarak büyük bir roman yaratmış. Burada
asıl önemli olan o.
Yazar
anlatıcının tavrını ustalıkla belirlemiş, ilk başlarda kendi
çocukluğunu anlatırken kullandığı dil oldukça düz,
duygusallıktan uzak bir dil. Hatta Çiğdem Erkal İpek’in usta
çevirmenliğini çok iyi bildiğimden ilk bölümlerdeki kuru
anlatıma şaşırdığımı söyleyebilirim. Oysa sonradan anladım
ki bu kuru dil, öznel olmamaya çalışılarak aktarılan çocukluk
anıları, anne kaybının yarattığı acının birkaç kısa
cümleyle, uzatılmadan geçiştirilmesi, hepsi planlanarak yapılmış
şeyler.
Oysa
bize iskâmbil kâğıtlarından bahsettikten sonra bu metnin artık
bir anı yazısı olmadığını, yaratılan, hayal edilen detaylar,
duygularla müthiş bir kurmacaya imza atıldığını görüyoruz.
Roman bittikten sonra ilk olarak yaratıcı yazı ve -bizdeki
müfredatla mümkün değil tabii- edebiyat derslerinde okutulması
gerektiğini düşündüm. Anlatıcı büyüdüğü kasabayı en
başta tarihi ve kimliğiyle öne çıkarırken sonradan nasıl o
atmosferi canlı bir biçimde hissettiriyor, kasaba halkını
sınıfsal farkları, önyargılarıyla ete kemiğe büründürüyor,
anılarından bahsederken kullandığı dili nasıl bir anda
değiştirip daha duygusal bir tona geçiyor, anılarında ailesini
mesafeli bir biçimde tanıtırken romanı kurduğu bölümde nasıl
derinlikli karakterler yaratıyor, bizim katile de maktule de,
âşıklara da bu aşkın mağdur ettiklerine de aynı anlayışı
göstermemizi sağlıyor, satır satır incelenmeli. Açılan
iskâmbil kâğıtlarıyla attığı ilmekleri nasıl birleştiriyor,
sonucunu en baştan bildiğimiz trajediye giden yolun taşları nasıl
döşeniyor, neredeyse bir yazarlık dersi vererek gösteriyor.
Herkese
üzülüyor, herkese hak veriyoruz, en yakın arkadaşını öldüren
Clarence’e bile, çünkü edebiyatın ve genel olarak sanatın en
büyük mucizesi budur. Ama tüm olayların merkezinde yer alan
Cletus, sonrasında ne olduğunu bilemediğimiz, anlatıcının
vicdan azabıyla karşımıza çıkan Cletus, en unutulmayan karakter
olacak bizim için. Ve arka kapakta Hadi, Yarın Görüşürüz’ün
niçin “Okuyanın, bir gün tekrar okumak isteyeceği kitap.”
olarak nitelendirildiğini anlayacağız. Çocukların kendi
istekleri dışında maruz ve mecbur kaldıkları, bu düzenin böyle
işliyor olması canımızı acıtacak. Cletus’un babasına
annesiyle ilgili bir şey söyledikten sonra okkalı bir tokat yiyip
ağlamadan, dudaklarını ısırarak inek sağmaya devam ettiği o ân
mesela, bizim için unutulmaz olacak. Ve şu satırlar hiç
aklımızdan çıklmayacak:
“Onlar
mı evin bir parçası, yoksa ev mi onların bir parçası sorusu,
çocukların cevap vermeye hazır olmadıkları bir sorudur. Madem
köpeği elinden aldınız, onu aldıktan sonra mutfağı da alın
-akşam yemeği için pişen şeyin fırındaki kokusunu da. Sonra
çamaşır gününün kokusunu, tahta askılarda kuruyan yünlülerin
kokusunu. Küllerin kokusunu. Ocağın üzerinde için için kaynayan
sabunun. Otlak çiti yanında bekleyen yaşlı, uslu atı alın.
(...) Atların ahırını da alın -saman, toz, at sidiği ve terle
lekenmiş eski derilerin kokusunu, açık kapının ardında uzanan
sürülmüş tarlayı döven yağmuru. Tüm bunları alırsanız ona
ne yapmış olursunuz? O kadar büyük bir yokluk karşısında ona
eskisi gibi iyi bir oğlan olmaya devam etmesini söylemenin yararı
ne?”
Jaguar
Yayınları bugüne kadar Türkçeye niye çevrilmediğini
anlamadığım William Maxwell'in diğer eserlerini de umarım
yayımlar. John Cheever, Salinger, Nabokov gibi isimlere editörlük
yapmış, yazarların yazarı olarak nitelendirilen Maxwell'in bu
romanı gözlerden kaçmamalı.
Banu
Yıldıran Genç
Hadi,
Yarın Görüşürüz
William
Maxwell
çev:
Çiğdem Erkal İpek Jaguar
Kitap, 2017, 155 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Mart 2017 sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder