17 Eylül 2017 Pazar

Plajdan kitaplar

Plajdan kitap manzaraları...
Yazın sahilde, hatta şezlongun tam üstünde yazmayı düşündüğüm bu yazı birtakım sağlık problemleri, sonrasında kafanın dağınıklığı gibi nedenlerle ertelendi durdu.
Şimdi İstanbul’a dönmüş, iki ay aradan sonra işe başlamışken, geriye dönük olarak aldığım notları, bu yaz Kuzey Ege’de bir kamping alanında neler okunduğunu küçük yorumlarla sizlere aktarmak istiyorum.
Öncelikle kadın okurların favorisi Fi’den bahsetmek isterim. Azra Kohen'in bu kitaplarını bir zamanlar Ayşe Arman röportajından öğrenmiştim, bu sene dizi uyarlamasıyla birlikte önce öğrencilerin, sonra sahilde kadınların elinde gördüm diyebilirim. Devam kitapları olan Pi ve Çi ise görünürde yok, sanırım onların da dizileri çekilince sıraları gelecek. Kitapların ne anlattığını sorduğum birkaç kişi popüler birçok kitaptan daha iyi olduğunu, sıradan bir bestseller olmadığını söyledi ama ben okumadığım ve açıkçası okumayacağım için bu yorumlara bir katkı yapamayacağım.
Diğer bestseller’ımız kız öğrencilerimin de gözdesi olan Jojo Moyes’ler... Derste yalvar yakar izlettikleri bir filmden biliyorum Moyes’i. Senden Önce Ben romanının uyarlamasını her ne kadar sıradan bulduysam da filmin sonunda sınıfça göz yaşlarımızı kuruluyorduk. Edebiyatın en eskimez konusu aşk, hele de imkânsızsa... Sanırım Jojo Moyes de bunu ustaca kullanarak 7’den 70’e çoğu kadının gönlünde taht kurmuş, şezlongların üstünde havlu ve güneş yağı arasında yerini çoktan almış.
Moyes kadar olmasa da Sarah Jio da sık rastlanılan yazarlardan. Jio’nun kitap kapakları da kitap adları da biraz daha klasikmiş havası veriyor, izlediğim Jojo Moyes filminden yola çıkarak onun romanlarında İngiliz mizahının eksik olmadığını söyleyebilirim sanki. Sarah Jio belki bu yüzden plajın biraz daha orta yaşlılarına hitap ediyor.
Tamamen gözlemci olarak yazdığım bu isimler hakkında çok bir şey bilmemek, okumamış olmak oldukça rahatsız edici aslında. Ama bu kısa yaşamda okunacak kitabın bu denli çok olması, okunacaklar listesinin hiç ama hiç azalmaması vaktimi en iyi biçimde değerlendirmeyi öğretti bana. Eskiden sıkılsam da zorlaya zorlaya bitirirdim elime aldığım kitabı. Son beş yıldır bunu da bıraktım, olmuyor mu, olmasın, sırada çok var, diye düşünüyorum. Okurluğumun popülariteye en yaklaştığı yer polisiyeler ki onlarda da gittikçe daha seçici oluyorum. Buna rağmen kim ne okuyor diye bakmayı, sormayı çok seviyorum. Belki de gündemi, moda olanı bilmek gerektiğini düşündüğüm için, çünkü öğrenciler sevdikleri yazarın ismini, wattpad’in ne olduğunu bildiğinizde çok seviniyorlar. 
Genelde kadınların okuduğu kitaplardan bahsettiğimi fark etmişsinizdir çünkü çok net bir biçimde söyleyebilirim ki Türkiye’de kadınlar daha çok okuyor. Erkeklerin ellerindeki kitaplar çoğunlukla dokunulmadan, telefon, bira ve uyku mesaisiyle geçen bir plaj gününün ardından şezlongdan çantaya transfer oluyor. Bu kitaplar ise genellikle gazetecilerin yazdığı araştırma kitapları, ayrı bir bestseller türü olarak ele alırsak, Soner Yalçın kesinlikle bir numara. Sonrasında kampingimiz İzmir’e yakın olduğu için olsa gerek Yılmaz Özdil ve Bekir Coşkun’a rastlanıyor sık sık. Mirgün Cabas’ın 2001’i hızlı bir biçimde popülerleşti, üç beş kişide gördüm. Ahmet Şık okuyan bir kişiye rastladım, ona da utanmasam sarılacaktım. 
Türk edebiyatının şaşmaz bir birincisi var plajlarda: Zülfü Livaneli. Her sene eski kitapları olsun yeni kitapları olsun, kesinlikle çok okunuyor. Sonraki sırada Ayşe Kulin var. Hatta komşularım kitaplarını kendi aralarında döndürerek okudular bu yaz, bir seride sırayı bozan olmuş da, bana da uzun uzun hangisi önce hangisi sonra okunacak anlattılar. Nazan Bekiroğlu yine her yaz rastladığım isimlerden, öğrencilerim de çok severek okurlar Bekiroğlu’nu. 
Bu yaz neye rastlamadın derseniz, çok şaşırtıcı bir yanıtım olacak: Elif Şafak’a! Aşk’ın, İskender’in yayımlandığı yıllarda istisnasız en çok okunan o olmuştu. Artık “Elif Şafak okudun mu? Aşk’ı nasıl buldun? Ben çok etkilendim. Biliyor musun, biz de Mevlana soyundanmışız.” diyaloglarından bıkıp usanmıştım, bu yaz hiç Elif Şafak sorusuna muhatap olmadığım için ayrıca mutluyum. Sadece bir kişide İskender’i gördüm, onu da kapağı değiştiği için zor fark ettim. Belli ki yabancı bir kitabın kapağından bayağı “esinlenilen” eski kapağı değiştirmeye karar vermiş yayınevi.
Evet, bu yaz benim plaj gözlemlerim bunlardı. Tabii ki bestseller dışında klasikleri, modern klasikleri, çağdaş yerli, yabancı yazarları okuyanlar da vardı ama genelleme yapamayacak kadar az olduğu için bu yazı da kitap eklerinin çok satanlar listesine benzesin varsın... Sabahattin Ali’lerin, Stefan Zweig’ların listelere girdiği bugünleri de gördük, sıra çok okunmalarına, bizim de bunu yazmamıza gelsin.

Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı oggito.com'da yayımlanmıştır.


7 Ağustos 2017 Pazartesi

Ada Öyküleri

Ege adaları ve bilinmeyen yaşamlar...
Amerikan edebiyatının önemli yazarlarından olan Edmund White ilk kez Türkçeye çevrildi. Özellikle eşcinsel edebiyatın Amerikalı öncülerinden olan White’ın önce Ada Öyküleri’ni, hemen ardından önemli bir biyografisini, Rimbaud - Bir Asinin Çifte Yaşamı’nı peş peşe yayımlayan Edebi Şeyler sayesinde geç de olsa bu yazarla tanışmış olduk.
Türkiye'deki okurları için derlediği Ada Öyküleri’ne özel olarak bir önsöz de yazan yazar, İstanbul’un kendisi için öneminden, Büyükada’da geçirdiği yazlardan ve öykülerinin yazılış sürecinden bahsediyor. Önsözde hissedilen içtenlik bütün kitaba da yayılmış durumda. Belki bu konularda hâlâ sıkıntılı bir ülke olmamızdan, belki edebiyatımızın bu yönünün eksikliğinden, kitabı okurken sık sık eşcinsel olduğunu bildiğimiz ve bunu açıklayamadan ölmüş gitmiş yazarlar geldi aklıma... Bunu hiçbir biçimde eleştirmek için söylemiyorum, açılanları da bu şartlarda çok cesur buluyorum ama dediğim gibi öykülerin samimi tonu, bilmediğimiz yaşamların, iki erkek arasında yaşanan aşkın ve seksin tüm doğallığıyla aktarımı, aslında daha özgür bir dünyada bir Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan, bir Nahit Sırrı Örik’ten ne de güzel ve farklı şeyler okuyabilirdik diye düşünmeme neden oldu.
Edmund White önsözde hayatı boyunca hep adada yaşadığından bahsediyor, Manhattan, Ile. St. Louis, Girit ve Büyükada. Girit ve Büyükada'da geçen öyküler belki coğrafi olarak da kendime yakın bulduğumdan kitapta en çok sevdiklerim oldu. İkinci öykü Kâhin büyük bir acıyla açılıyor. Özellikle 90'lı yılların Amerikan filmlerinden biraz aşina olsak da AIDS'ten yaşamını kaybeden birinin bu denli detaylı anlatımını, hastalığın ilerlediği süreçte yaşanan zorlukları ilk kez okuyorum. "Şu anda en iyisi George'u unutmak gibi geliyordu, en azından bir süre; korku atmosferini, gece yarısı hastaneye gidişleri, hastalıkların peş peşe korkunç bir biçimde patlak verişini -boğaz mantarı, beyinde mikrop, bağırsak kanaması, kıçı halka halinde çevreleyen herpes-, küçülen bedenin her santimetresini inceleyen fiberoptik, beyin tarayıcı ve röntgen ışınlarını, morfin tabakaları altına gömülen can çekişmeyi unutması gerekiyordu."
Uzun yıllar süren birliktelikten sonra Ray'in, George'un on beş ay süren hastalığı ve ölümü ardından yalnız kalışı, dünyadan elini eteğini çekişi, hissettiği yokluk ve eksiklik duygusu öykünün okuru en etkileyen bölümlerinden. İlişkilerinin nasıl başladığı, Ray'in Ohio'nun kuzeyinde çiftçi babası ve kütüphaneci annesiyle geçen çocukluğu, babasının isteksizliğine rağmen okudukça okuması ve doktorası için Toronto'ya gidişinin ardından asıl kimliğini bulması aktarılırken bir dönem de gözümüzün önünde canlanıyor aslında. 70'lerde yükselen gey hareketi, politize olan gençlik, sonrasında çılgın kostümlü partiler, su gibi tüketilen içki, uyuşturucu ve zamanla birer birer kaybedilen arkadaşlar... Öykülerin hepsinde AIDS'ten ölen birilerinden bahsediliyor ki Edmund White'ın 70'lerin başında altı gey yazarla kurduğu Violet Quill edebiyat grubunun dört üyesi dahil, birçok arkadaşı bu hastalıktan hayatını kaybetmiş. O nedenle AIDS'ın ve ölümün gölgesi hemen hemen tüm öykülerde hissediliyor.
Ray'in bir arkadaşının ısrarıyla ressam arkadaşlarının yanına Girit'e, Hanya'ya tatile gitmesiyle öykünün coğrafyası da tonu da değişiyor. Hanya'nın evlerinin, ara sokaklarının, erkeklerinin anlatıldığı satırlarda biz okurlar da Edmund White'ın gözlem gücünü görüyoruz. Amerikalı bir yazar için oldukça farklı olan bu kültürün kodlarını, öyküde para için zengin orta yaşlı Amerikalı erkeklerle birlikte olan genç Yunan delikanlılarının jest ve mimiklerinde bile okuyabiliyoruz. Hayatında hiçbir zaman parayla seks yapmayacağını iddia eden Ray'in kendisini adadaki ritüellere kaptırması çok da uzun sürmüyor ve romantik kahramanın parayla yaptığı ilk seks bir süre sonra aşka dönüşüyor.
Kitabın son öyküsü Geniş Yürekli Bir Kadın ise önce Naksos adasında, sonrasında Büyükada'da geçiyor. Anlatıcının kendini son derece basit cümlelerle tanıtarak başladığı bu öykü her satırda bir önceki paragrafta okurun merak ettiklerinin cevabını veriyor neredeyse. "İngiliz arkadaşım Helena yukarıda oturuyor – bu noktada da basit bir gerçek yanıltıcı olabilir, çünkü bizim bir çift olduğumuzu düşünebilirsiniz; oysa ben geyim (faal değilim), Helena ise hetero (faal değil). Yunanlıların hepsi bizim evli olduğumuzu varsayıyor; bu yanılgıyı sürdürmek de bizim işimize geliyor."
Helena'yla yıllar süren arkadaşlık, tatilleri beraber geçirmeler, en sonunda ikisinin de emekliliklerini aynı adada, aynı evde geçirmelerine kadar uzanır. Anlatıcının yaşamını genellikle anılarını düşünerek geçirdiğini söylemesi, eski bir tatili anımsamasına yol açar. 1984 yılında Büyükada'da Helena'yla üç aylığına kiraladıkları yalı ve bu yalıda yaşanan büyük aşk öykünün asıl konusunu oluşturacaktır. Türkiye'de sadece üç yaz yaşayan Amerikalı bir yazarın İstanbul'u ve özellikle yalıyı kiraya veren aileyi anlatımı ise hayranlık verici. Özellikle ev sahibi Bayan Tekinhan ve oğlu Davud'un ilk karşılaşmadaki rolleri, Osmanlı torunu olduklarını biraz hor görerek vurgulamaları, "... gizli gizli böbürlendikleri şeye hayıflanırmış gibi yaptıkları bu züppece oyun" ve sonrasında yaşananlar, yazarın Türk toplumunu ne denli iyi tanıdığının göstergesi. Davud'la anlatıcının aşkından başka yazarın İstanbul'u oldukça sinematografik bir biçimde betimlemesi, Kapalıçarşı'yı, Boğaz'ı, Pera Palas'ı ve bazı olağanüstü Kurban Bayramı detaylarını eski bir İstanbul belgeseli izlercesine gözümüzün önünde canlandırıyor. Bu öyküyü unutulmaz yapan özelliklerden bir diğeri ise iki bambaşka insanın unutulmaz dostlukları. Gey olan anlatıcı bazen sayfalar boyu Helena üzerinden kadınlarla erkeklerin karşılaştırmasını yapıyor, yer yer itirafa dönüşen bu düşünceler öykünün samimiyetinin doruğa çıktığı anlar.
Her ne kadar doğarken taşıdığım kimliklerden övünç duymanın saçmalığını bilsem de yabancı yazarlardan İstanbul'u okuduğumda çocukça bir sevinç duyuyorum. Edmund White'ın öyküleri hem ufkunu açmak isteyenlere, hem Amerikan eşcinsel edebiyatından iyi bir örnek okumak isteyenlere, hem de 80'li yılların İstanbul'unu özleyenlere iyi gelecek. Roza Hakmen'in mükemmel çevirisiyle...


Banu Yıldıran Genç
Edmund White, Ada Öyküleri, Edebi Şeyler, Mart 2017, 167
* Bu yazı Notos'un 65. sayısında yayımlanmıştır.

23 Temmuz 2017 Pazar

Sessiz Ricat

Paris’te Bir Ermeni...
Sessiz Ricat’ı okurken itiraf etmeliyim ki ricat sözcüğünün ne demek olduğuna sözlükten bakmıştım. Gerileme, geri çekilme anlamına gelen bu askeri terim unutulması zor roman sayesinde artık bildiğim bir sözcük. Okumamın üzerinden aylar geçse de “Keşke yazsaydım.” duygusu geçmediğinden bu yazıyı yazmaya karar verdim.
1929 yılında yazılmış ve tefrika edilmiş bu roman hem biçimi hem de anlattıklarıyla oldukça yenilikçi bir roman. Şahan Şahnur pek çok Ermeni gibi 1922’de ailesini İstanbul’da bırakarak Paris’e yerleşmiş. Romandaki ana karakter Bedros, yazarın hayatıyla oldukça benzer özellikler gösteriyor. 1915’te burada yaşananlarla ilgili son yıllarda daha çok roman, öykü, anı yayımlanmaya başladı ama diasporadaki Ermenilerin neler yaşadıklarıyla ilgili çok şey okumadık. Sessiz Ricat 1930’ların Fransa’sındaki Ermeni toplumunu anlatması, neler hissettiklerini duyurması açısından da önemli.
İstanbul’da doğup büyümüş Bedros’un çalıştığı fotoğraf stüdyosunda başlayan roman zaman zaman geri dönüşler yaparak Bedros’un Fransa’da geçirdiği ilk günleri, fabrikalarda çalışmasını aktarırken, bilinç akışı tekniği kullanması ve harf puntolarıyla oynamasıyla ilk farkını yaratıyor. İstanbul’dan kalkıp kapitalizmin çarklarının hızla döndüğü bu bambaşka memlekette bu bambaşka düzene alışamaz Bedros.
Romanın ilk bölümünde Bedros-Pierre işten ayrılma kararını fotoğraf stüdyosunun ortağı Madam Jeanne’e bildirir. Ayrılma isteği kabul edilmese de Bedros gider çünkü Madam Jeanne’e, Nenette’e umutsuzca âşık olmuştur ve o bunu görmezden gelip çalışmaya devam edebilecek biri değildir. Oysa bu aşk kısa bir süre sonra platonik olmaktan çıkar ve ateşli bir ilişkiye dönüşür. Bedros’un korktuğu başına gelmiştir çünkü Fransa’daki ilk yıllarında birlikte olduğu yaşlıca bir kadının söyledikleri yavaş yavaş çıkmaktadır. Roman boyunca Anadolu’da büyümüş bir Ermeni’yle bir Paris kadınının ahlâk ve aşk anlayışlarının farkı vurgulanır.
Dinle beni Pierre, genç kızlarla birlikte olma, onların peşinden koşma. Bedensel hazdan öte ve ondan daha güçlü bir tutkuları var ve onu genç erkeklere zarar vermek pahasına tatmin ederler. Senin gibi bir genci baştan çıkarmış olmakla böbürlenirler. Parisli kadınları daha tanımıyorsun sen. Onlar senin gibilere âşık numarası yapar, acı çektiğini fark eder etmez de kaçıp gider.”
Bu arada romanda Bedros ve Nenette’in sevişmeleri dönemine göre oldukça cesur bir biçimde betimlenir. “Nenette dudaklarını kaçırmak için birkaç kez başını sağa sola çevirdi ve sonra o bitmek bilmeyen öpüşmeye teslim oldu. Çocuğun göğsünden inlemelerle birlikte yükselen arzuyu hissedince gözlerini kapadı ve tüm gücüyle, biraz da salyayla onu emmeye başladı.”
Gerçekten de ateşli birkaç aydan sonra Nenette, Bedros’tan uzaklaşır, eski şaşaalı hayatına geri döner. Bedros’un Nenette’in kirli geçmişi hakkında öğrendiklerinden sonra verdiği tepkiler bize hiç yabancı gelmeyecektir. Önce Nenette’i taciz edip “Orospu olmasaydın zaten Fransız sayılmazdın!” diye hakaret eder, sonra da o kirli geçmişi polise bildirmekle tehdit ettiği stüdyonun diğer ortağının ahlâk ve özgür iradeyle ilgili söylediklerine şöyle cevap verir: “Ne yazık ki söylediklerinin derin mânâsını kavrayamayacak kadar doğulu ve bir o kadar da Ermeni’yim.”
Bedros çektiği acılar yüzünden Paris’ten kaçıp yine bir fabrikaya ve fabrikada çalışan Ermenilere sığınır, birbirlerine destek olmaya çalışan bu topluluk arasında ricat etmeyen tek Ermeni olduğunu düşündüğü Lokhum’la kurduğu dostluk, Lokhum’un günden güne kötüleşmesi, Ermenistan’a ya da memleketine geri dönme çabalarının sonuç vermemesi, uyuşturucuya alışması ve yaklaşan sonu romanın en trajik bölümlerini oluşturuyor.
Diasporadaki Ermeniler başlarına geleni sindirememiş, nasıl bir yaşam sürdüreceklerini bilmez hâldedirler. Bedros’un yakın arkadaşı Suren bu konuyu hiç durmaksızın düşünür. “Şu an savaş ve kavga var diye değil, şu an muharebe ve hayat mücadelesi var diye değil; daha hayati, daha hata kaldırmaz bir şey, adını tüm büyük yol ağızlarında haykıran daha müthiş, daha karşı konulmaz bir şey var olduğu için: Ricat, Ermenilerin ricatı. (...) Canını kurtarabilmek için altınlarını veren Ermeniler oldu. Kimi inancını, kimi bekâretini verdi. Evini, yurdunu, altında yaşadığı gökyüzünü terk edenler oldu; daha beteri, milletini ve dilini inkâr edenler... Kanını, canını, gününü ve güneşini veren kahramanlar da oldu. Biz ise gelecek için son bir bedel ödüyoruz. Son bir bedel, büyüyecek olan çocuklar vardı, bizden sonra gelecek nesiller vardı... Şimdi gelecek olanlarsa, sözle ve eylemle, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeden yabancı olacaklar.”
Suren’in sözlerinin gerçekliğini zaman yavaş yavaş gösterir. Paris güzellerini gördükten sonra Ermeni kızlarını beğenmeyenler, çocuklarına Ermeni ismi koymayanlar, benliğini, kimliğini unutup düzene uyanlar gün geçtikçe çoğalır.
Şahan Şahnur bağırmadan, yargılamadan, can acıtıcı detaylara girmeden, hatta geride bıraktığı ana-babasına duyduğu özlemi bile çok dillendirmeden yaşadığı ikilemlerle hayata uyum sağlamaya çalışan, unutulmaz bir karakter yaratmış. Bedros-Pierre yaşadıklarıyla 1920’ler Fransa’sındaki Ermenileri canlandırıyor gözlerimizin önünde.
Roman yayımlandığında Ermeni cemaati tarafından bile iyi karşılanmayıp eleştirilmiş. Neyse ki yayımcısı hem bu gerçekleri göz önüne sermesi hem de aşk ve seks konusunda dönemine göre oldukça cüretkâr ifadeler taşıması nedeniyle eleştirilen romanın arkasında durmuş da Sessiz Ricat bugünlere gelebilmiş. Şahan Şahnur’un çok genç bir yaşta yazdığı bu roman, yazarın dehâsı sayesinde, okura aşk acısını ve ricat duygusunu sonuna dek hissettiriyor.

Banu Yıldıran Genç

Sessiz Ricat
Şahan Şahnur
çev: Maral Aktokmakyan, Artun Gebenlioğlu
Aras Yayıncılık 246 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Temmuz 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

7 Temmuz 2017 Cuma

Refik Halit Karay

Refik Halit Karay'ı seviniz...
Orta okulu bitirdikten sonra liseye başka bir okula gittim, alışamadım, çok mutsuzdum. Dönüp dolaşıp zamanında hep şikayet ettiğim okulun çıkışında buluyordum kendimi. Bir de üstüne orta okuldaki en iyi arkadaşlarımdan birine âşık olmuştum, dört seneden sonra ne oldu da böyle bir şey oluverdi, hâlâ bilmem. Kız-erkek arkadaşlığının en iyi örneklerinden biri olduğumuz için çaktırmamaya çalıştığım bu durumla çok zor baş ettiğimi anımsıyorum. Okul çıkışları ya da hafta sonları aynı orta okulda olduğu gibi yine bisikletime atlayıp onlara gidiyordum. Muhabbet etmekten çok keyif aldığım anne ve babası vardı.
Salonda içi kristal bardak dolu büfe yerine kütüphanesi olan, oturma odaları olmayan, dağınıklıktan rahatsız olmayıp “Ev dediğinde yaşadığın belli olacak.” diyen tek tanıdığım onlardı. Kütüphanenin bir tanesini neredeyse boylu boyunca Refik Halit Karay kitapları kaplıyordu ki zaten arkadaşım da bu büyük yazarın torununun çocuğuydu.
Çok ilginçtir ki bizim evde de kendimi bildim bileli aynı yazarın Memleket Hikâyeleri kitabı vardı ve bir gün televizyonda izlediğim Yatık Emine filminden sonra kitaptaki hikâyesini de okumuştum. Klasik Türk yazarlarıyla o dönemde çok gönül bağım olmasa da Karay’ı en azından okumuş olmam bugün bile bana ilginç bir tesadüf gibi gelir.
Gençlik başımda duman günlerinde tabii ki o evde ne Refik Halit Karay’la ne de külliyatıyla ilgileniyordum. Sonra araya mesafeler, başka kişiler, yıllar girdi, o arkadaşlık yolda hâl hatır sormaya dönüştü. Ve ben üniversiteden sonra keşfettim Refik Halit Karay’ın ne denli büyük bir yazar olduğunu, o yüzden o evde Karay ailesiyle geçirdiğim günlerde bir kez bile yazardan konuşmamak, o kitapların kıymetini bilmemek en büyük “keşke”lerimdendir. Yanlış yaşta yanlış yerdeymişim diye düşünürüm.
Yıllar sonra Murathan Mungan’ın derlemesi Büyümenin Türkçe Tarihi’nde Refik Halit Karay’ın Eskici öyküsüne, öyküden önce ise Füsun Akatlı’nın yazdığı eşsiz bir denemeye, Bir Dil Gurbetinde'ye rastladım. Yıllarca unuttuğum Karay’ları yeniden okumaya ve artık edebiyat öğretmeni olduğumdan, öğretmenlik yaptığım süre boyunca öğrencilerime bu öyküyü mutlaka okutacağıma söz verdim kendi kendime. Sözümü de tuttum diyebilirim. Dokuzuncu sınıflarla konumuz öykü olduğunda ne yapıp edip bu öyküyü istedim çocuklardan, hem evde hem okulda okudular. Ana dilinin önemini bundan daha iyi anlatan bir öykü bilmiyorum. O nedenle ana dili Türkçe olan, bu sebeple Türkiye’de hiç sorun yaşamayan, ana dilinde eğitimin, sanatın, gazetenin yasaklanmasının ne anlama geldiğini tam olarak hiçbir zaman bilemeyecek biri olarak ben, “Ağlama be! Ağlama be!” cümlesinden sonra gözyaşlarımı tutamam. Anne ve babasının ölümünden sonra Filisten’e halasının yanına gönderilen küçük Hasan’ın dilini konuşamamasıyla birlikte içine kapanmasını, aylar sonra eve çağrılan bir ayakkabı tamircisi sayesinde yeniden ana dilini konuşma fırsatı bulup kuşlar gibi şakımasını düşünürüm. İşini bitiren ayakkabıcının gitmeden önce ağlamaya başlayan Hasan’a söylediği son sözlerdir bunlar, bu sözleri söylerken orada sürgünde olan eskicinin de yanaklarından yaşlar akar.
Bugüne kadar öğrencilerime öykü bitiminde gözlerimin dolu olduğunun ya da sesimin titrediğinin anlaşılıp anlaşılmadığını hiç soramadım. Konuşmaya başlamadan önce uzunca bir süre pencereden bakmaya devam ettiğimi ya da göz yaşlarım düşmesin diye dudaklarımı ısırıp gözlerimi kırpıştırdığımı fark ettiler mi bilmiyorum. Belki bu yazıyı okuyan olursa söyler. Ağlamak ayıp değil tabii ama her yıl aynı öyküde ağlayan öğretmen olarak anılmak da biraz garip olurdu doğrusu.
Sonra çocuklara ilk yurt dışı seyahatimi anlatırım konuyu dağıtmak için, onlarca dilin konuşulduğu Londra tren istasyonu gibi bir yerde metreler ötesinden söylenen tek bir Türkçe sözcüğü bile duyabildiğimi, duyduğum her Türkçe cümleyle çocuksu bir biçimde sevindiğimi anlatırım. Ana dilinin konuşulabildiği yerde onun kıymetinin bilinmesinin zor olduğundan bahsederiz. Rüyalarımızı ana dilimizle gördüğümüzü, ana dilini sevmenin milliyetçilik demek olmadığını... Bu sırada sınıftaki Kürt öğrenciler yavaş yavaş söz almaya başlarlar. Doğal olarak ana dilde eğitim hakkı konusuna gelir sıra, o konuya çok giremeyiz, cesaret de edemeyiz pek, biraz sonra da zil çalar zaten.
Bu seneki on birinci sınıflara dokuzuncu sınıfta girmediğim çıktı ortaya ve Milli Edebiyat konusunda konu Refik Halit Karay’a gelince hem Gurbet Hikâyeleri’nden Eskici’yi hem de yine çok sevdiğim Memleket Hikâyeleri’nden Bir Taarruz’u okuduk. Önce küçük Hasan’ın yalnızlığını ardından da açlıktan, sefaletten hırsızlık yapmak zorunda kalan bir zabite yardım eden Hayrullah Efendi’nin inceliğini okumak bize ağır geldi. Hayrullah Efendi’nin, parasının sadece karnını doyuracak kadarını çalan zabite, kimliğini gizleyerek, son derece kibar biçimde yardım edişi, aklımıza yardım istediği için azarlanan hastaları, işsizleri, göstere göstere yardım edilen günümüzü ve gösteriş düşkünlüğünü getirdi. Kapıyı bir kadın açtı, ‘Olamaz, bizim efendinin şimdi bunları alacak vakti yok, yanlış getirdiniz!’ diyordu. O sırada kocası geldi, ‘Kim gönderdi?’ diye sordu, biz söylemedik fakat anlamış olacak ki, ısrar etmedi, başını öte yana çevirdi, pek iyi göremedim amma galiba ağlıyordu!” cümleleri boğazımıza bir yumru gibi oturdu. Ders bitmeden önce son duyduğum çok sevdiğim bir kız öğrencimin “Ay şimdi ağlayacağım.” demesiydi.
Refik Halit Karay’ın memlekette ve sürgünde yazdığı öyküleri bu toprakları, bu topraklardaki insanı anlamaya ve her şeye rağmen sevmeye dair...


Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı Oggito'da yayımlanmıştır.

8 Haziran 2017 Perşembe

Çernobil Duası

Bir kâbusun izini sürmek...
Bu sene iyi iki okudum dediğim kitapların başında Svetlana Aleksiyeviç’in röportajları geliyor diyebilirim. Basılış sırasına uygun olarak okuduğum her kitap hem edebiyatın ne olduğuna, dinlemenin önemine dair düşüncelerimi yeniledi hem de yıllarca komünizm düşmanlığıyla uzak durulmuş yanı başımızdaki bu coğrafyanın insanlarının bize ne denli benzediğini gösterdi.
Nobel konuşmasında da değindiği gibi küçük insanların anlattıklarına odaklanıyor Aleksiyeviç ve biz bu küçük insanların anlattıklarından koca bir tarihi öğrenebiliyoruz: Beni ilgilendiren, küçük insan. ‘Küçük büyük insan’, ben böyle derdim, çünkü zulme tabi olmak insanı büyütüyor. O, kitaplarımda kendi küçük hikâyesini ve kendi tarihini anlatırken büyük tarihi de anlatıyor. Başımıza gelmiş olanları, hâlâ da gelmekte olanları henüz anlamlandırabilmiş değiliz. O yüzden anlatmak gerekiyor, başlangıçta önce dile getirmek gerekiyor. Bu bizi korkutuyor, henüz kendi geçmişimizle yüzleşecek durumda değiliz. Dostoyevski’nin Ecinniler’inde, Şatov sohbetlerinin başında Stavrogin’e şöyle diyor: Biz, iki varlık, sonsuzlukta bir araya geldik... dünyada son kez. Şu tonunuzu elden bırakıp insan gibi konuşun! Bir kere olsun, insan sesiyle konuşun!”
Bizim memleketin tarihinde de önemli bir yeri olan Çernobil’i anlattığı son kitabı Çernobil Duası’nı aldıktan sonra okumaya cesaret edebilmem bir ayı buldu. Edemedim çünkü önceki kitapları İkinci El Zaman’da da, Kadın Yok Savaşın Yüzünde’de de okurken yarım saatte bir soluk alma molasına ihtiyaç duyuyordum. Anlatılan acıları hazmetmekte zorlanıyor, sık sık ağlayarak ara veriyordum. Bu nedenle masamda duran kitapla bir süre bakıştık. Sonra daha fazla duramayacağımı hissettim çünkü okuması zor olmasına karşın Svetlana Aleksiyeviç'e karşı koymak da mümkün değil. Yorum yapmaksızın aktarışı, monologlara verdiği özel başlıklar, sonra bazen araya girip dinlediklerinin kendine yansımasını anlatması... bir bakıyorsunuz özlemişsiniz.
Çocukken çay tiryakisi annem sebebiyle evimize bomba gibi düşen bir haberdi Çernobil, bakanların, cumhurbaşkanlarının hakkında durmaksızın yalanlar söylediği Çernobil, büyüdükçe Karadeniz Bölgesi’ndeki kanser vakalarının artışıyla iyice haberdar olduğumuz Çernobil... Kitabı okuduktan sonra “Bunlar ne ki,” diyor insan. “Ukrayna ve Belarus’taki insanların yaşadıklarının yanında ne ki bizimki?” O nedenle okumanın ve bazen dayanmanın çok zor olduğu bir kitap karşınızdaki, en baştan bunu belirteyim. Ama iktidarların, politikacıların, partilerin, yani devletin ne denli kötü olduğunu da tüm çıplaklığıyla görebileceğiniz bir kitap.
Kendisi de Belarus'lu olan yazarın bu kitabı yazması çok uzun sürmüş, röportajların tarihlerinden de anlaşılıyor bu. Öncelikle kitabın içeriğinin şekillenişinden bahsetmek gerekiyor. Kitap Çernobil'deki patlamaların ve sonra Çernobil nedeniyle yargılanıp ceza alanların haberini veren gazete kupürleriyle başlıyor. Sanırım yargılanıp ceza alanların hiçbirinin tepede, karar merciinde insanlar olmadığını okumak bizi şaşırtmayacaktır. Kitabın sonunda da Çernobil'in bulunduğu terk edilmiş Pripyat şehri için düzenlenen turistik turların broşürlerinden alınmış cümleler var. Kapaktaki lunaparkın ıssızlığına, kimsesizliğine bakmak bile insanın içini acıtırken -ki açılışı patlamanın iki gün sonrası yapılacakmış- o şehri gezmek, yağmadan kurtulabilmiş evlere, okullara, erimiş oyuncaklara tanıklık etmek günümüz insanının ve turizmin vahşiliğine dair ipuçları veriyor.
Kitabın başı ve sonundaki bu tarafsız alıntıların hemen ardında ve öncesinde aynı ismi taşıyan iki bölüm bulunuyor. Yalnız Bir İnsan Sesi, ölüme ilk gönderilen itfaiyeci ve temizlik işçilerinin sesleri... Radyasyonla savaşmaya üstlerinde normal kıyafetle, maskesiz, koruyucusuz gönderilen bu er ve işçiler ne olayın ciddiyetini biliyor ne de anlayacak kadar uzun yaşıyor. Bu iki monolog kitabın başında ve sonunda sizi sersemletecek, özellikle hastanede yaşananların anlatıldığı ilk tanıklıkta, ilk müdahale ekibindeki itfaiye erlerinin en fazla on dört günde teker teker hayatlarını kaybedişi, hastalık sürecinin acı, kan ve gözyaşıyla olabildiğince çıplak bir biçimde anlatımı sözün gücünü hissettirir nitelikte. Hele anlatıcının tüm bu hastane sürecinde hamile olduğu için kocasının ardından bebeğini de radyasyondan kaybetmesi, yaşama tutunabilmek adına yaptıklarını okumak...
İtfayecilerden sonra ellerinde süpürgeyle şehri temizlemeye gönderilen işçiler ne kadar yaşadı peki? Bunu da aynı addaki ikinci monologda okuyoruz. Ölümcül derecede radyasyona maruz kalmış biri on dört günde kurtulmaz da daha uzun süre acı çekerse neler yaşar? Eve acil çağrılan ambulanslar hastayı almak istemez, hemşireler doktorlar dokunmayı reddederse ne olur? Aynada yüzünün aldığı hâli gördüğünde kendini öldürmeye çalışan, bedeninin gözeneklerinden ter yerine kan çıkan bir temizlik işçisi hayal edin... ve tüm bunlarla başa çıkmaya çalışan karısını...
Yalnız Bir İnsan Sesi başlıklı ilk bölümden sonra yazarın kendiyle söyleşisi, sonra da aynı başlıklı diğer monoloğa kadar üç bölümde verilmiş halkla, askerlerle, çocuklarla, kalanlarla, gidenlerle yapılan röportajlar yer alıyor. En etkili ve acılı tanıklığı başta ve sonra vermeyi tercih etmiş Aleksiyeviç. Çernobil'in zincirleme bir biçimde meydana getirdiği acılara okurken aldığım notlara göre değinmeye çalışacağım.
- Evini terk edenlerin acısı... Çernobil bölgesinde kentlerden başka, yüzlerce köy boşaltıldı, geride kalan evcil hayvanlar görevli askerlerce öldürüldü. Bu köylerde yaşayan insanların radyasyonu ve suyun, havanın, yetiştirdiği ürünlerin, hatta ineklerinin zehirlenmiş olduğunu anlaması mümkün değildi. Anlattıklarında defalarca tekrarlanan şey İkinci Dünya Savaşı'nda en azından kimle savaştıklarını bildikleri, düşmanın görülür olmasıydı. Şimdi neyle savaştıklarını dahi bilmiyorlardı.
- Dayanamayıp köyüne geri dönen insanların acısı... Köyüne geri dönenler genellikle yaşlılar, başkasının yanına sığınamayan, başka şehre alışamayanlardı. Döndüklerinde karşılaştıkları manzara; yıkılmış, yıkılmamışsa da yağmalanmış evler, yok edilmiş hayvanlar, giden komşular onları bir kez daha yıktı.
- Bölge insanının dışlanmasının acısı... Bölgeyi terk etsin etmesin orada yaşayan herkes bambaşka bir halk oldu bu kez: Çernobilliler. Başka şehirlere taşınıp da akrabalarının, arkadaşlarının yanına kabul edilmeyenler, hastalanıp da hastanelerde yalnızlığa terk edilenler, okullarda arkadaşlık edilmeyen çocuklar, dokunulmamaya çalışılan insanlar, evlenemeyen bekârlar...
- Her şeye rağmen yaşamanın, nefes almanın zorunluluğu ve bunun üstesinden mizahla gelebiliyor olmanın gülümseten acısı... Uydurulan fıkralar: "-Yedi kere yedi kaç eder? -Bunun yanıtını sana herhangi bir Çernobilli söyleyebilir." Pazarda cin fikirli satış yöntemleri, gelinlere kaynanalarına vermek üzere Çernobil elmaları satmak...
- Patlamanın ardından bölgeye zorla gönderilen askerlerin acısı... Gitmek istemeyenlerin askeri mahkeme önüne çıkmakla tehdit edilmesi. Gidenlerin kaçmasını önlemek üzere Stalin dönemindeki gibi mangalar kurulması. Parti üyesi olduğu için gitmek zorunda kalanlar. Emirin demiri kesmesi...
- Bölgede çalışıp hastalanmadan geldiği için sevinenlerin sonraki yıllarda yaşadıklarının acısı... Bir işçinin hatıra diye getirdiği tek eşya olan kepini küçük oğlunun hevesle takması ve bir süre sonra çocuğa konulan beyin tümorü teşhisi... Radyasyonla ilgili söylenen yalanlar, çalışırken maruz kaldıkları radyasyon miktarıyla ilgili yalanlar...
- İnsan hayatının değersizliğinin acısı... Reaktörün üzerini kapatıp beton dökmek için gönderilen Rus, Japon, Alman yapımı robotların tüm kablolarının radyasyon nedeniyle kısa sürede yanması, robotların distopik bir bilimkurgudaki gibi ölmeleri ve yerlerine yine gencecik Rus askerlerinin, "yeşil robotların" gönderilmesi...
- Vatanları için her şeyi yapmaya göze alanların her şeyin bir yalan olduğunu anlamalarının acısı... Patlamanın ardından kütüphanelerden Hiroşima, Nagazaki ve radyasyonla ilgili tüm kitapların yok edilmesi, Gorbaçov'un günlerce ortadan yok olması, yabancı gazetecilere, temsilcilere verilen yanlış bilgiler, çekilen bütün fotoğraflara el konulması, bölgede toz toprak içinde çalışırken gelecek bir parti yetkilisi için her yere asfalt döküldüğünü görmek...
- Sonuna kadar bağlı oldukları devletlerinin sonunu görecek olmanın acısı... Çernobil'i yaşayanları ikinci kez yıkan şey, olaydan beş yıl sonra SSCB'nin yıkıldığını, paralarının pul, eğitimlerinin bir hiç olduğunu görmeleri. İnandıklarının sonuna gelmiş olmak, yeni, yabancı ve acımasız bir dünya düzeninin içine düşmek...
Acıların sırası yok, daha sayfalar dolusu sayılabilir... Bazılarına şaşırmıyor olmamız devletlerimizin, halkların benzerliğinden. Yine de şunu merak ediyor insan: Bu kitabı okuyup da bizimki gibi bir memlekette hâlâ nükleer enerjiyi savunan olur mu?
Svetlana Aleksiyeviç objektif olmaya çalışan bir yazar, yaşananlarla ilgili konuşacak gönüllü birkaç parti yetkilisi de bulmayı başarmış. İşin garip tarafı görevleri gereği söylenen her şeyi yapan, gerektiğinde saklayan, yalan söyleyen bu insanları da anlayabiliyor olmak. Sanırım İkinci El Zaman'ı okuyan, o insanların nasıl bir yurttaşlık ve görev bilinciyle yetiştirildiğini bilen herkes aynı şeyi hissedecektir. Aleksiyeviç insana dair ne varsa ortaya koyuyor kitaplarında. Büyük insanlar unutulsa da biz onun küçük insanları sayesinde yaşananları unutmayacağız.
Çernobil Duası'nı okumak çok zorlu bir yolculuk ama bu zorlu yolculuğa çıkmak gerekiyor belki de... Kendi adıma insanı, dayanma gücünü daha iyi anladım ve her şeye rağmen açan çiçeğe, günlerce kaybolup ortaya çıkan arıya, yenilmeyen doğaya yeniden inandım diyebilirim.
Her biri birbirinden iyi çevirilerle yayımlanan Svetlana Aleksiyeviç'leri mutlaka okumak gerekiyor.

Banu Yıldıran Genç

Çernobil Duası – Geleceğin Tarihi
Svetlana Aleksiyeviç
çev. Aslı Takanay
Kafka Kitap, Nisan 2017, 460 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Haziran 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.


5 Haziran 2017 Pazartesi

Anne Kız, Harikasın

Renkler, tatlar, kokular...
Hayatımızdaki güzel şeyler bir bir kaybolmazdan evvel Radikal’da Elif Türkölmez’in yazılarını okumayı çok severdim. Küçücük bir detaydan yola çıkıp kurduğu yazıları nasıl olurdu bilmiyorum illa bam telime dokunur, yazıdaki renkler, kokular, anlar üst üste peş peşe beynime anıların üşüşmesini, unuttum sandığım şeylerin aslında oralarda bir yerlerde beklediğini anlamamı sağlardı. Ayın anı yağmurunu bu kez Türkölmez’in ilk öykü kitabı Anne Kız, Harikasın’ı okurken hissettim. Gazete yazılarında bir biçimde güncele bağlanan o detaylar bu kez kurmaca bir dünyaya yelken açmış ama kurmaca dünya gerçeğinden pek de farklı olmuyor, özellikle de gerçeklerin bu denli fena olduğu bu memlekette, o nedenle aynı gazetedeki yazıları gibi bu öyküler de Adile Naşit-Münir Özkul filmleri gibi aynı anda hüznü ve sevinci yaşatıyor.
Bu ara nedense hep çocukluk üzerine bir şeyler okudum, hatta yazdım. Şimdilerde çok moda oldu geçmişten, çocukluktan bahsedip edebiyatın, yazının dümenini nostaljiye kırmak, eskiden her şey bambaşkaymış, çok güzelmiş gibi anımsamak. Elif Türkölmez’in farkı biraz burada aslında, eskiden de çoğu şeyin iyi olmadığını gösteriyor bize, gecekonduda büyüyen çocuklar için, Kürtler için, küçük yaşta evlendirilen çocuklar için... Türkölmez öyküleri özellikle 80’lerde büyüyen çocukları etkileyecek. Geçmişe özlem insana has duyguların en baskınlarından, gerçeklikten kaçma mı, yalanlara inanma mı, çocukluğun masumiyetinin çekiciliği mi bilmiyorum ama öykülerde bir yandan eski evlerimizdeki o eşyaları, ritüelleri, ailemizin gençliğini anımsayıp o özlem duygusunu sonuna dek yaşarken bir yandan da unutmaya çalıştığımız, beynimizin arkasına attığımız umursanmamayı, şiddeti, ne olursa olsun her şeyin toz pembe olmadığı günleri bilinçüstüne çıkaracağız.
Şu hayatta var olan herkes kendine yer bulabilir Elif Türkölmez’in öykülerinde. Eski İstanbullu hanımefendiler, köyden kente göç etmiş aileler, evlilik programı sırası bekleyen genç kızlar, işten atılıp da tazminat bekleyenler, kocasının ikbali için kapanmak zorunda kalan kadınlar, memleketin doğusunda doğduğu için utananlar... Kitabı bitirince hem "batsın bu dünya" deyip kederlenmek hem de iyi insanların, iyi anların, iyiliğin hâlâ var olduğu inancıyla dolup taşmak ise Elif Türkölmez’in alametifarikası.
Yazarın kullandığı dilin ve diyalogların doğallığı öykülerin bu denli etkili olmasının başlıca nedenlerinden. Bu diyaloglar yaşadığımız absürt durumları, hatta keşke yaşamasak dediklerimizi de gözler önüne seriyor bazen.
Börekçi, tezgâhın başında, bebeği kolayca yutsun diye ekmeğini lokma lokma yapan bir anne misali pideleri ve poğaçayı şerit şerit doğradı.
Serkan, Nergis’in ellerini tutup, ‘Şuna Kürt böreği demesen,’ dedi.
Neye?’ dedi Nergis. ‘Kürt böreğine mi?’
O sırada böreği geldi, üzeri şekerli...
Ya ne bileyim... Biz de solcuyuz tamam ama Kürt deyince tüylerim diken diken oluyor be.’
Nergis çayından bir yudum aldı.
Sustu.”
Nergis, Şekerli Börek öyküsünün başında çocukluğunun börekçilerini, abisini anımsarken, güzel gidecek dediğimiz öykü yukarıdaki tanıdık diyalogla devam ederken, abinin kayboluşu, abiyi aramaya gelenlerin yaptıkları, örgüt delili kabul edilen havuçlu patatesli bezelye yemeği bir anda her şeyi ters yüz ediyor. Elif Türkölmez derdini hiçbir biçimde okurun gözüne sokarak anlatmıyor, satır aralarında, yukarıdaki gibi diyaloglarda, akla bir an gelip hemen gidiveren anılarda buluyoruz bu dertleri.
“‘... Kavaklar’ın pastası da çok güzel oluyor. Hele krokanlısı’ diyor. ‘Oğlum getiriyor bana her ay başında. Yenmiyor tabii, çöpe gidiyor. Ama alıyor getiriyor sağ olsun.’ Yanındaki genç kızı gösterip, ‘Gürcü bu,’ diyor. Gürcü bakıcı limonlu dondurmasından küçücük lokmalar kaşıklıyor sessizce. Mukadder Hanım sade kahvesini içiyor. Gözü dondurmada. Gürcü bakıcı önüne bakarak dondurmayı kaşıklamaya devam ediyor.”
Yaşlısı çok olan semtlerde yaşayanlar bu sahneyi çok rahatlıkla gözlerinin önünde canlandıracaklardır. Kuşburnu Dondurması'nda gençlikte nefret edilen, orta yaşlara gelindiğinde az daha anlayış gösterilen, yaş almaya başlandığında biraz da endişeyle empati kurulabilen Mukadder Hanımların yalnızlığını, sese, söze hasretliğini, birbirini kovalayan sineklere, tavanda dönen eski pervaneye, havada asılı kalan sessizliğe kadar hissettiriyor Elif Türkölmez.
Alıntıladığım öykülerden yazarın hep hüzünden, dertlerden beslendiğini sanmayın sakın. Yazarlar normalde anlattıklarının kullandığı sözcükler sayesinde okurun gözünün önünde canlanmasını ister, Elif Türkölmez ise gözümüzün önünde canlanmasından başka anlatılanların kokularını duymamızı sağlıyor. Öykülerin içinde yaz helvasının, sarımsak soslu düdük makarnanın, anne patatesinin, balık ekmeğin kokusunu duyacaksınız. O güzel yaz günlerinde toplanıp gidilen kadınlar plajının, babadan habersiz yapılan planların heyecanı olacak üstünüzde. “Leyla, tabii ki, bayıldı bu fikre. Gitti yıllar evvel giydiği mayoları çıkardı hurçların içinden. Evi lastik yanığına benzer eski mayo kokusu sardı. Yalıkavak’taki yazlığımız, Leyla’nın gençliği, güzelliği, alımı çalımı, mangal kokusu, buz gibi bira, babamın sesi, tabakta karpuz...” Eski mayo kokusu burnunuzda, "Tabii ya, mayo kokusu, aynı lastik, ben nasıl bulamadım bunu!" diye diye Leyla, Simay ve Aslı’yla Kadınlar Plajı öyküsündeki yerinizi alacaksınız.

Banu Yıldıran Genç


Elif Türkölmez, Anne Kız, Harikasın, Çınar Yayınları, Nisan 2017, 75 s.
* Bu yazı Notos'un 64. sayısında yayımlanmıştır.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Buradayım

Biten evlilikler, yıkılan devletler...
Jonathan Safran Foer, keşfettiğim ilk andan beri herkese tavsiye ettiğim bir yazar. Peş peşe okuduğum ve etkisinden uzun süre kurtulamadığım, illa bir yerlerinde ağladığım, tekrar tekrar okumayı istediğim romanları Her Şey Aydınlandı ve Aşırı Gürültülü İnanılmaz Yakın’dan sonra -arada yayımlanan deneme kitabı Hayvan Yemek’i çok pis bir etobur olduğum için okumaya cesaret edemedim- son romanı Buradayım’ı okumaya başladığımda eski bir arkadaşıma kavuşmuşum gibi hissettim.
Amerika’da yaşayan Polonya kökenli bir Yahudi olan Foer’in romanlarında anlatılanların arkasında hep “Yahudilik” yer alır. Bu dinle ilgili de değildir aslında, çoğu karakterinin ateistliği mutlaka vurgulanır romanlarda, o kimliğin getirdikleri, götürdükleri, yaşam tarzıyla ilgilidir. Ve tabii Yahudilikle birlikte soykırımdan, kaçıp kurtulan ya da ölen dedelerden, ninelerden bahsetmek elzemdir ki Foer bunu okurun gözüne sokmadan ama en can acıtıcı detayı en olmadık yerde vererek yapar genelde. O detay romanda yediğiniz yumruklardan biri olur, sonra bir daha bir daha derken, iki kahkaha bir gözyaşı arasında, sözcük tekrarlarıyla, yer yer büyük harflerle, sayılarla, resimler ve fotoğraflarla nasıl farklı ve görsel bir edebiyat yarattığını görürsünüz.
Foer’in yumruklarına alışkın bir okur olarak Buradayım beni serseme çevirdi diyebilirim. Çünkü bu roman okuduğum en kişisel ve en acı dolu Foer romanı. Yazarların özel hayat dedikodularıyla çok ilgili değilim ama Buradayım’ın daha yirminci sayfasında Foer’in özel hayatını araştırmaya başladım ve çok kısa bir süre önce yazar Nicole Krauss’la boşandıklarını, bu evlilikten iki çocukları olduğunu öğrendim. O zaman taşlar yerini oturmaya başladı çünkü en baştan söyleyeyim ki Jonathan Safran Foer içindeki tüm acıyı, aklındaki tüm karışıklığı, karısına ve çocuklarına duyduğu sonsuz sevgiyi bu romana ilmek ilmek işlemiş. Yazdıkça iyileştiğini umuyorum çünkü belli ki acıyla yoğrulmuş, gözyaşıyla ilerlemiş bir roman Buradayım.
Mutsuz evlilikler
Bütün mutlu sabahlar birbirine benzer, tıpkı bütün mutsuz sabahlar gibi ve bunca mutsuzluğun nedeni, bütün bunların yaşanmış olma hissidir; kaçınma çabalarının en iyi ihtimalle mutsuzluğu güçlendireceği veya muhtemelen artıracağı ve evrenin, birtakım anlaşılmaz, gereksiz, haksız nedenlerden ötürü masumane bir sıra uyarınca birbirini izleyen giysilere, kahvaltıya, diş fırçalamaya, jöleyle yapıştırılmış korkunç saçlara, sırt çantalarına, ayakkabılara, ceketlere ve vedalara karşı bir komplo yürüttüğü hissi.”
Anna Karenina’ya ve Tolstoy’a selam eden bu cümlelerle başladığı Mutluluk bölümünde on beş yıldır evli olan, Sam, Max ve Benjy adlarında üç oğul sahibi Julia ve Jacob’ı iyice tanımaya başlarız. Büyük bir aşk, ateşli bir cinsellik, kendilerine has ritüellerle besledikleri sevgi, peş peşe üç çocuk ve çocuğa duyulan sevginin her şeyin ötesine geçmesi, bir süre sonra evden kaçıp gitme hissi, evden kaçıp gidince duyulan pişmanlık... Bu romanın öncekilerden farklı olarak en büyük özelliği herkesin kendinden ya da çevresinden görüp bildiği şeyleri bulması, tanıdık hayatların, tanıdık duyguların okuru ele geçirmesi diyebilirim... Foer her zaman yaptığı gibi birçok olayı düz bir zaman çizgisine uymadan bitmeyen bir enerji, uzun cümleler, yoğun duygularla aktarıyor, nelerle karşılaşıyoruz: Jacob’ın başkasına yazılıp da yakalanan pornografik mesajları, ölen ve İsrail’e gömülmeyi vasiyet eden bir büyükbaba, Sam’in bar mitzvahı öncesi çıkan sorunlar, üstüne Ortadoğu’da patlak veren büyük deprem ve savaş, İsrail'den Amerika'ya tatile gelmişken memleketlerine dönemeyen kuzenler... Tüm bunların arasında yazarın esas yaptığı ise Jacob ve Julia'nın duygularını tartmalarını, artıları ve eksileri sonuna kadar ölçüp biçerken yaşanan gelgitleri okura eksiksiz bir biçimde anlatmak.
Jacob, aynen Foer gibi çok genç yaşında Yahudi Yazar Ödülü’nü kazanmış, dizi senaryosu yazarak geçimini sağlayan, her erkek gibi geç büyümüş, her erkek gibi biraz ergen kalmış bir karakter. Julia’yı “gerçek anlamda” aldatamayacak kadar korkakken sanal dünyada bir iş arkadaşına gönderebildiği pornografik mesajların yakalanmasıyla alt üst olan, başına gelmekte olanı son âna kadar ertelemeye çalışan bir kaybeden.
Julia ise Foer romanlarında rastladığımız türden kararlı, güçlü bir kadın. Verdiği doğru kararlar, eşsiz öngörüsü, etrafındaki üç oğul ve bir kocadan oluşan erkek topluluğunu idare edişiyle özellikle kadın okurların en baştan kahramanı olabilir.
Karakterleri tanıdıkça, olaylar geliştikçe neredeyse kendi anne babamızın boşanma hikâyesine tanıklık ediyormuşçasına arada kalıyor, bir bölümde Jacob’ı tutarken başka bir bölümde Julia’nın arkasında oluyor, kavga anlarında neredeyse “Keşke bunu söylemeseydin!” derken buluyoruz kendimizi. Ve birbirine paralel birçok hikâye ilerlerken, bu ilişkinin tüm sırlarına, mahrem anlarına tanıklık ederek hayatın, zamanın ve evlilik kurumunun acımasızlığını bir kez daha anlıyoruz.
Buradayız
Romanın kilit karakterlerinden biri de en büyük oğul Sam. Bir Foer karakteri olarak on üç yaşındaki Sam de aynı anda birçok duygunun ve sorumluluğun etkisi altında; ailesinin çok önem verdiği Bar Mitzvah'ının öncesi yapmadığı bir şeyle suçlanmakta, ağır bir biçimde ergenlik yaşamakta, annesiyle babasının arasında yaşananların farkında ve üstelik ilk aşkını yaşıyor.
Bu önemli törende Tevrat'tan bir bölüm (Tora) okuması gerekir, Sam'e düşen bölüm romanın adını anlamamızı sağlar. "Sonra Tanrı, İbrahim'i sınadı. Ona 'İbrahim!' diye seslendi. İbrahim 'Buradayım.' dedi. İbrahim, Tanrı'nın seslendiğini duyunca karşılık olarak 'Ne istiyorsun?' demiyor. 'Efendim?' de demiyor. Bir beyanatla karşılık veriyor: 'Buradayım.' Tanrı'nın neye ihtiyacı olursa olsun, Tanrı ne istiyor olursa olsun, İbrahim onun için her şeyiyle orada olduğunu ifade etmek istiyor; koşulları, çekinceleri, açıklama yapma ihtiyacı yok." Jonathan Safran Foer bu ifadeyi romanın mihenk taşlarından biri yapıyor çünkü Foer böyledir, bazı sözcükleri, bazı anları roman boyunca okurun karşısına çıkarıp durur, tekerrür hissi yaratır. İbrahim'in hep hazır olması gibi Julia da çocukları için hep "oradadır". Sam'in çocukken yaşadığı trajik kaza sık sık geri dönüşlerle anımsanır, Julia, Jacob ve Sam bu konuda ayrı ayrı hatıralara sahip ama en belirgin olan an Julia'nın oğluna sarılıp "Buradayım, buradayım." demesi. Roman Tevrat'tan anneliğe ustaca bağlanıyor.
Sam'in bir önemi de büyük dedesi Isaac'la kurduğu ilişki. Isaac için gerçekten "orada" olan tek insan, Sam. Ailede geri kalan herkes onunla vakit geçirmeyi mecburiyet olarak görürken Sam mutlaka haftada bir skype'la görüşür, beraber vakit geçirmekten hoşlanır ve yaşlı adamın neredeyse fikri sorulmadan bir huzur evine yatırılması kararına da en başından beri karşıdır. Anne ve babasına tam anlamıyla ergen davranışları sergilerken soyunun dayandığı yegâne insana, Isaac Bloch'a karşı çok yumuşaktır, neden onlarla beraber yaşayamadığını anlamaz bir türlü. Ve Bar Mitzvah'ını göremeden ölen büyük dedenin kaybı, Sam'i bir anda büyütür.
"Isaac Bloch hakkında ne diyebiliriz, onun yasını nasıl tutmalıyız? Onun kuşağında iki tür Yahudi vardı; yok olanlar ve hayatta kalanlar. Kurbanlara sadakat yemini ettik, onları asla unutmayacağımıza söz verdik ve sözümüzü tuttuk. Fakat hayatta kalanlara sırtımızı döndük ve onları unuttuk. Bütün sevgimiz ölüler içindi."
Cenazede hahamın söylediği bu sözler bir bakıma Foer'in ve Amerika'daki Yahudilerin günah çıkarması gibi. Ansızın çekip giden Isaac'in yaşarken yapamadığını ölünce yapması, defnedilene kadar aile üyelerinin her gün sinagogda onun cesedi başında bekleyip onla vakit geçirmeleri -buna şemira oturmak deniyormuş- ise yine yazarın bizi gülümsettiği oyunlarından biri.
Foer'in yumruklarından bahsetmiştim, bir tanesini de Jacob, Isaac'in mezar yerini dolaşırken yiyeceğimizi söyleyeyim. Söylenmeyeni bir anda okura sezdiren Foer, yaşlılara vakit ayırma ve huzurevi konularında zaten rahatsız olan vicdanlarımızı iyice rahatsız ediyor.
Ve bir savaş daha
Roman boyunca Jacob'ın düşünceleri ve İsrail'den gelen kuzenleri sayesinde Amerika'da yaşayan Yahudilerle İsrail'de yaşayan Yahudilerin farkları hakkında bilgileniyoruz. Toplumsal tavırlardan bireysel tepkilere, parayla kurulan ilişkiye, azınlık olmaktan çoğunluk olmaya değişen farklar bunlar. Jacob, kendisinden yola çıkarak insani olanı bulmaya, doğruyu görmeye çalışırken İsrail'de yaşayan kuzeni Tamir, özellikle Filistin'le ilgili meselelerde bambaşka bir tavır sergiler, çoğu zaman tutunduğu tek dalın güçlü bir devlete sahip olmak olduğunu sezeriz. Aslında roman boyunca başımıza gelen şey yine olacak, bir o tarafa bir öbürüne meyledeceğiz çünkü zamanında korkunç bir eziyete uğramış, hâlâ da sürekli ayrımcılığa uğrayan bir ırkın arkasında duracak bir devlet ihtiyacını dinlediğimizde bir karaktere, İsrail'in haksız bir biçimde topraklarda ilerlemesini başka bir karakterden dinlediğimizde ona hak vereceğiz.
Güçlü devlet derken bir anda Ortadoğu merkezli büyük depremlerin yaşanması, İsrail'in bu depremlerden en çok etkilenenlerden biri olması, Ağlama Duvarı'nın, Kudüs'ün büyük bir bölümünün, askeri üssünün yıkılması roman boyunca ağır bir biçimde ilerleyen çatışmayı bambaşka bir yere taşır. Etrafındaki bütün ülkelerin -Türkiye dahil- teker teker savaş ilan etmelerinin ardından bu güçlü devlet dünyanın dört bir tarafındaki Yahudileri savaşmak üzere yurda çağırmak durumunda kalır. Zaten büyükbabasının ölümünün yarattığı vicdan azabı, boşanmanın eşiğinde olmak gibi türlü sorunla boğuşan Jacob bu kez de ne derece Yahudi olduğunu ve "yuva" kavramını sorgulamak zorunda kalacak.
Buradayım, Jonathan Safran Foer'in diğer romanlarından farklı bir olgunlukta. Anne ve baba olmanın verdiği sorumluluk, ömür boyu duyulacak vicdan azabını gönüllü yüklenmiş olma hâli ve ebediyen sürecek sanılan bir ilişkinin bitmesinin verdiği acı tüm roman boyunca hissediliyor. Çaresiz ve zayıf Jacob'un hasta köpekleri Argus'la kurduğu sembolik ilişki roman boyunca bir ilerleyecek bir gerilecek, çözümsüzlüğü bazen kronikleşecek ve en sonunda Argus hakkında "gerçeği" kabullenince her şey rayına oturacak. Düşünmek, kendi içinde kavga etmek ve kabullenmek, romanda her konuda iyileşmeye giden yol bu aşamaları kapsıyor. Neyse ki tüm bu üzüntü verici ölümler, ayrılıklar, savaşlardan sonra yazar biz okurlarına az da olsa acıyor, son bölüm Yuva'da yüzümüze o huzuru, yuvaya dönmüş olmanın huzurunu yerleştirerek bitiriyor romanını. Aykırı yazarı Jonathan Safran Foer, usta çevirmeni Begüm Kovulmaz ve çok sevdiğimiz yayınevi Siren Kitap'la Buradayım, okurlarını bekliyor.

Banu Yıldıran Genç

Buradayım
Jonathan Safran Foer
çev: Begüm Kovulmaz
Siren Kitap, Nisan 2017, 678 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Mayıs 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...